TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?

upa-admin 12 Kasım 2012 4.667 Okunma 0
TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?

Günümüzde Türk dış politikasının en önemli konularından birisini İsrail’le olan ilişkileri oluşturmaktadır. 1948 yılında İsrail devleti kurulduğundan beri bu ülkenin de dış politikasının en mühim konularından birisini Türkiye Cumhuriyeti tesis ettiği ilişkiler oluşturmuştur. İlişkiler günümüze kadar inişli çıkışlı bir seyir takip etmiştir. İlişkiler tesis edildiği andan itibaren konjonktürel gelişmelerden doğrudan etkilenmiştir. İlişkileri tanımlamak için stratejik ortaklık, yakınlaşma gibi kavramlar kullanılmıştır. Fakat münasebetleri tanımlamada kullanılacak en doğru kavram stratejik işbirliğidir.

İki ülke arasındaki ilişkiler, tesis edildiği dönem olan Soğuk Savaş dönemin dengesi içinde yürütülmüştür. Türkiye, İsrail’le münasebetlerini kısmi yakınlaşma ve uzaklaşmaların haricinde radikal adımlar atmaktan uzak durmuştur. Bu dönem boyunca 1958’deki istihbarat paylaşımını kapsayan gizli anlaşma dışında ilişkilerin stratejik bir boyutundan söz etmek mümkün değildir. 1990 sonrası dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik bir boyut kazanması milletlerarası sistem ve Körfez Savaşı’nın bölgesel sistem üzerindeki etkisi ile gerçekleşmiştir.[1] Bu etki, münasebetlerin gelişmesine temel olan ortak tehdit algılamasının meydana gelmesindeki temeli oluşturmuştur. Bu temel çerçevesinde gelişen ilişkiler PKK terörizmi mücadele, askeri ve diğer alanlardaki işbirliğinin katkısıyla belirli bir iç dinamiğe ve daha sonra da olgunluğa erişmiştir. ABD faktörü ise de facto olarak kolaylaştırıcı bir role sahip olmuş, fakat gerçek manada münasebetlerin gelişmesine vesile olan temelin atılmasında belirleyici faktör olarak ortaya çıkmıştır.

28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Antlaşması’nın imzalanmasıyla münasebetlerin derinleşmesinde önemli adımlar atılmıştır. Bu dönemde Türkiye’deki Refah-Yol hükümetinin bu anlaşmayı imzalaması birçok kişi tarafından hayretle karşılanmıştır. Çünkü koalisyon hükümetinin lideri olan Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş bağlamında İsrail ile ilgili düşünceleri göz önünde bulundurulduğunda bu antlaşma hayret uyandırmıştır. 1990ların ortalarında gelişmeye başlayan ve 2000’lerin başında da etkilerini devam ettiren bu işbirliği 2003-2004 yıllarında değişime uğrama sürecine girmiştir.[2] 2006-2007 yıllarında yavaş yavaş cereyan eden bu değişim fazla hissedilmemesine rağmen, özellikle 2009 ve 2010 yıllarında yaşanan krizler ilişkilerde ciddi bozulmalara yol açmıştır. Bunun bazı sebepleri bulunmaktadır. Bunlardan ilki, daha evvel işbirliğini meydana getiren uluslararası ve bölgesel sistemde değişiklikler olmasıdır. İkinci sebep ise, Ankara’nın iç ve dış politikadaki gereksinimleri ve tehdit algılamasındaki değişim paralelinde Ankara’nın ilişkiyi bu boyutta devam ettirme isteği azalma göstermiştir. Tehdit algılamasına dayalı politika anlayışından çıkar temelli politikaya geçiş ikili ilişkilerde mühim bir etki yaratmıştır. Böylelikle çıkar merkezli ve idealist kavramlarla formüle edilen Ankara-Tel-Aviv münasebetleri her iki yaklaşımın da doğasının bir sonucu olarak krize girmeye başlamıştır.

Aslında iki ülke arasındaki ilişkilerin son dönemlerde hep krizlerle anılmasını başlatan süreci 2006 yılına kadar geri götürmek mümkündür. Burada özellikle ön plana çıkan Filistin meselesindeki gelişmelerdir. Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesinin Başbakan Recep Erdoğan tarafından İsrail devlet terörü uyguluyor şeklinde değerlendirmesi, münasebetlerde daha sonra cereyan edecek olan Filistin temelli gerginliklerin habercisi olarak görülebilir.[3] Bu çerçevede ilk kriz, Şubat 2006’da İslamcı seçmenler bağlamında saygınlığını düzeltmek amacıyla Ankara, Filistin’deki seçimlerden zaferle çıkan Hamas lideri Halid Meşal’i kabul eden ilk ülke oldu. Bush yönetimi bu ziyareti kamuoyu önünde eleştirmek yerine Türkiye’ye “terörü terk etmek, İsrail’in var olma hakkını tanıma ve Filistin iktidarının vermiş olduğu taahhütlere sadık kalma yönünde mesaj verme” çağrısını yaptı. Fakat hükümetin dışındaki Amerikalılar – İsrail’in bir dostu olarak Türkiye’ye destek vermiş ve Türkiye’deki anti-Semitizm söylentilerinden giderek rahatsızlık duyan Yahudi grupları da dâhil – daha serbest davranmaktaydılar. Amerikan Yahudi Komitesi ise görüşmeyi “Sadece Batılı devletler değil, Birleşik Devletler’deki ve tüm dünyadaki Yahudi toplumu ve Türkiye’nin tüm dostları nezdinde ciddi hatalar doğuracak trajik bir hata” olarak nitelendirdi. 2006 senesinden itibaren İsrail’in özellikle Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği operasyonlarda Türkiye tarafından sert bir biçimde eleştirilmiştir.

2007 senesinden itibaren İsrail ve Suriye arasındaki görüşmelerin Türkiye’nin arabulucuğuyla başlaması, Ortadoğu Barış Süreci’nin en mühim ayaklarından birisi olarak görülen bir konunun çözüme kavuşturulması bakımından önem taşımaktaydı. Her iki tarafla da arası iyi olan Türkiye’nin arabuluculuk rolüne soyunmasının amacı Ortadoğu’nun en hayati sorunlarından birinin çözülmesinde anahtar rol üstlenerek bölgede büyük bir saygınlık kazanmaktı. Suriye’nin amacı ise Golan Tepeleri’ni geri almaktı. İsrail bakımından da Şam’ı, Tahran’dan uzaklaştırarak Tahran’ın etkinliğinin azaltılması ve Hizbullah ve Hamas ile İran’ın lojistik bağının kesilmesiydi. Gizli bir biçimde gerçekleştirilen bu barış görüşmeleri, Tel-Aviv’in 27 Aralık 2008’de Gazze’ye yönelik başlattığı “Dökme Kurşun Operasyonu” dolayısıyla durdurulmuştur. İsrail Başbakanı Olmert’in Ankara ziyaretinden sonra gerçekleştirilen operasyonla kandırıldığını düşüncesinde olan Ankara’nın tepkisi çok sert olmuştur.

2009 yılının Ocak ayı başında Davos Zirvesi esnasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında Ortadoğu hakkındaki bir oturum esnasında yaşanan sert tartışma sonrasında Erdoğan’ın oturumu terk etmesi büyük bir krize yol açmıştır. One Minute vakası olarak bu diplomatik krizin ertesinde bu sene içinde iki taraf arasında birbirlerine yönelik yaptığı eleştiriler münasebetleri gergin bir hal almasına neden olmuştur.[4] 2009 yılının Ekim ayında meydana gelen diğer bir kriz ise 2001 yılından beri süren ve askeri anlaşmalar kapsamında Türkiye ve İsrail hava kuvvetlerinin iştirak ettiği Anadolu Kartalı Tatbikatı’na İsrail’in katılımının Türkiye tarafından iptal edilmesidir. Tatbikatın iptal edilmesinin askeri sebepler dolayısıyla olmadığının en önemli kanıtı Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesindeki açıklamadır. Bu açıklamada “Türk Silahlı Kuvvetlerinin yıllık planlı tatbikatlarından olan Anadolu Kartalı (AE-09/3) Tatbikatı 10-23 Ekim 2009 tarihleri arasında, Dışişleri Bakanlığı marifetiyle ilgili ülkeler arasında yürütülen temaslar neticesinde, uluslararası katılım ertelenmiş olarak Konya’da icra edilecektir” ifadeleri kullanılmıştır.

2010 yılında da bu iki ülke arasındaki ilişkiler krizler tarafından belirlenmiştir. İlk kriz, Türkiye’de yayınlanan Ayrılık adlı dizideki İsrail karşıtı tutum dolayısıyla İsrail’in tepkisini iletmek üzere Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u davet ettiği esnada Büyükelçi Çelikkol’u kendisinden daha aşağı seviyede bir koltuğa oturtarak ve elini sıkmayarak hakarette bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Danny Ayalon’un bu davranışı iki başkent arasında diplomatik bir krize sebebiyet vermiştir. Alçak Koltuk Krizi[5] olarak adlandırılan bu olaydan sonra Türkiye, bir süreliğine Tel-Aviv’deki büyükelçisi danışmalarda bulunmak üzere geri çağırmıştır. Böylelikle iki başkent arasındaki münasebetler gerilmiştir.

Esas büyük çaplı kriz 31 Mayıs 2010 tarihinde cereyan etmiştir. İnsani Yardım Vakfı’nın önderliğindeki bir grup eylemcinin Gazze’deki ambargoya dikkat çekmek amacıyla meydana getirdiği bir milletlerarası yardım filosunun İsrail hükümetinin isteğine karşın Gazze’ye yanaşma çabası büyük bir krize yol açmıştır. Yardım filosu henüz milletlerarası sulardayken İsrail komandoları tarafından gerçekleştirilen bir operasyonla gemiler kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.[6] Bu gemilerin içinden sadece Mavi Marmara gemisine yönelik çok sert bir müdahale gerçekleştiren İsrail ordusu, 9 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesine ve 7’sinin ağır 24’ünün de hafif yararlanmasına sebep olmuştur. Olayın ertesinde Ankara, BM Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırmış ve Tel-Aviv’i kınayan bir mesaj yayınlanmıştır. Konu hakkında bir BM soruşturması açılması kararı verilmiştir. Literatüre “Mavi Marmara krizi” olarak geçen olayın ertesinde, Ankara münasebetlerin normalleştirilmesi için birtakım şartlar sıralamıştır. Bunlar

  • İsrail’in kamuoyu önünde Türkiye’den özür dilemesi,
  • Gemilere saldırı konusunda bağımsız bir soruşturmayı kabul etmesi ve
  • Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılmasıdır.

Yukarıda anlatılan çerçevesinde birtakım değerlendirmeler yapmak mümkündür. İsrail’in kurulmasının hemen ertesinde onu 1949 yılında ilk tanıyan Müslüman ülke Türkiye olmuştur. Soğuk Savaş parametreleri gelişen ilişkiler Soğuk Savaş’ın bitmesinin ertesinde özellikle askeri ilişkileri de kapsayan çok boyutlu bir hal almıştır. 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’de tek başına iktidar olması neticesinde Türk dış politikasındaki bazı parametreler aynı kalmakla beraber Profesör Ahmet Davutoğlu’nun teorik çerçevesini ortaya koyduğu yeni bir dış politika uygulanmaya başlanmıştır. Bu dış politikada temel olan hususlar komşularla sıfır sorun, maksimum bütünleşme ve ritmik bir diplomasi takip edilmesidir.

AK Parti’nin içinden çıktığı İslamcı hareketin Batı dünyası ve İsrail’e karşı olan düşünceleri dikkate alındığında bu partinin İsrail’e yönelik nasıl bir politika takip edeceği herkes tarafından merak edilmiştir. Bu dönemde Türk-İsrail ilişkilerinde en fazla öne çıkan husus Filistin meselesidir. AK Parti hükümetlerinin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert söylemleri dikkat çekicidir. Hatta bu söylemler Batılı ülkeler ve Birleşik Devletler’deki akademisyenler ve politikacılar tarafından “Eksen Kayması” olarak nitelendirilmiştir. 2006 yılında Hamas lideri Halid Meşal’in Türkiye’yi ziyaret etmesi, Türkiye gibi senelerden beri terörle mücadele eden bir ülkenin Batılı devletler ve Washington tarafından hazırlanan terör örgütleri listesinde yer alan bir örgütü ülkesine davet edip görüşmesi herkesi şoka uğratmıştır. Türkiye ise, Batı tarafından Filistin’deki seçimlere katılmasına izin verilen bir partinin seçimi kazanmasından dolayı dışlanmaması gerektiğini, onu daha ılımlı bir pozisyona çekmek için birtakım tavsiyelerde bulunduğunu söylemiştir.

2008’de İsrail’in Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği Dökme Kurşun Operasyonu, bozulmaya başlayan ilişkilerin üzerine adeta benzin dökmüştür. İsrail Başbakanı’nın ziyaretinin hemen ertesinde yapılan bu operasyondan dolayı Ankara, Tel-Aviv’i kınamıştır. 2009 yılında yaşanan One Minute Krizi, 2010 senesinde cereyan eden Alçak Koltuk Krizi ve Mavi Marmara Krizi ilişkileri gittikçe kötüleştirmiştir. Mavi Marmara Krizi sonrasında Türkiye’nin İsrail’den özür ve tazminat talepleri Tel-Aviv tarafından hala karşılanmamıştır. Diğer konularda da herhangi bir gelişme kaydedilememiştir.

Son zamanlarda İsrail tarafından Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye yönelik birtakım girişimler olmasına rağmen Türkiye özür ve tazminat taleplerinin yerine getirilmesinin iki başkent arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için bir önkoşul olduğu temelindeki politikasını sürdürmektedir. İki ülke arasındaki mühim konulardan birisini de İran İslam Cumhuriyeti’nin takip ettiği nükleer program oluşturmaktadır. İsrail’e göre İran’ın nükleer program geliştirmesi engellenmelidir. Çünkü Tel-Aviv, Tahran’ın nükleer program geliştirmekteki amacının bu teknolojiyi sivil alanlarda kullanmak değil nükleer silah yapmak olduğu iddiasındadır. Nükleer bomba geliştirdiği takdirde Tahran’ın bunu ilk önce kendisine karşı kullanacağını savunan İsrail, İran’ın nükleer programının müzakere yoluyla durdurulamayacağını düşünmektedir. Tel-Aviv bu programı durdurmak için gerekirse İran’ın nükleer tesislerine askeri saldırı gerçekleştirme taraftarıdır.

Türkiye ise bu konunun diplomasi yoluyla çözülmesi taraftarıdır. Ankara’ya göre İran’ın nükleer programını sona erdirmek için bir askeri müdahale yapılmasının zaten karmakarışık olan Ortadoğu coğrafyasında daha da ciddi krizlere yol açacağı kanısındadır. Bir yandan İran’ı nükleer programı konusunda daha şeffaf ve işbirliğine dayalı bir politika izlemesi için ikna etme çabasında olan Ankara, diğer yandan da bu sorunun askeri müdahaleyle halledilmemesi için soruna taraf olan diğer ülkelerle Tahran arasında mekik diplomasisi yürütmektedir.

İki ülke arasındaki münasebetlerin en önemli unsurlarından birisi her iki başkentin de Washington’la olan müttefiklik ilişkilerdir. Washington’un Ortadoğu bölgesine yönelik izlediği politikalar açısından Türkiye ve İsrail çok önemlidir. Çünkü Washington, Ortadoğu’da gerçekleştirmek istediği politikalarla ilgili olarak bu bölgedeki devletlere bu iki ülkeyi model olarak sunmaktadır. Burada önemli olan bir başka husus ise, Birleşik Devletler’deki İsrail lobisinin bu ülkenin dış politikasında oynadığı roldür. Bu hiçbir biçimde akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçektir. Türkiye’nin Birleşik Devletler’de etkin bir lobisi yoktur. Kendisiyle ilgili Rum ve Ermeni lobilerinin getirdiği karar tasarılarına karşın Türkiye, İsrail lobisinin desteğine ihtiyaç duymuştur. Özellikle Ermeni lobilerinin baskısı sonucunda hazırlanan “Sözde Ermeni Soykırım İddialarının Kabul Edilmesi” tasarıları Ankara’nın girişimleri ve İsrail lobisinin çabalarıyla engellenmiştir. Fakat 2009 yılından itibaren yaşanan krizler neticesinde Birleşik Devletler’deki İsrail lobisi Türkiye’ye artık eskisi kadar destek vermeyeceğini ilan etmiştir.

Sonuç olarak ilişkiler şu anda iyi bir durumda değildir. Bu ilişkilerin mevcut durumuyla ilgili olarak Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu tarafından çıkarılan Analist dergisinin Kasım 2012 sayısında Chicago Üniversitesi profesörlerinden ve uluslararası ilişkilerde yapısal realizm teorisinin en önemli kuramcılarından birisi olan John J. Mearsheimer’la yapılan röportajdaki tespitler kanımca durumu çok iyi bir biçimde özetlemektedir.[7] Mearsheimer’e göre mevcut noktada ve geçtiğimiz birkaç yıl süresince Türkiye-İsrail münasebetlerinin kötü olduğu açıktır. Mearsheimer’e göre bundan sonraki süreçte iyileşme olasılığı oldukça düşüktür. Bu durum kısmen Mavi Marmara olayından kaynaklansa da esasen İsrail’in Filistinlilere yönelik tutumundan ileri germektedir. İsrail, Filistinlilere bu denli kötü muamelede bulunmakta ısrarcı olduğu sürece ne Türkiye ne de Ortadoğu’daki bir Müslüman ülke için İsrail’le dostça ilişkiler geliştirmek mümkündür. Mearsheimer’e göre Ankara’nın Tel-Aviv’den uzaklaşma politikasının zamanını yanlış hesaplamış olması ihtimali sorgulanabilir. Birleşik Devletler’deki İsrail lobisinin, karar alıcıları, Ankara’nın cezalandırılması doğrultusunda zorlayacağı için Türkiye’nin İsrail’den uzaklaşmakta hata ettiğini düşünenler olabilir. Ancak bu eleştiriler, Ankara’nın Tel-Aviv’e karşı yaptırım ve pazarlık gücünü dikkate almıyor.

Burada üzerinde durulması gereken iki faktör bulunuyor. Birincisi, Washington Ankara’ya gereksinim duymaktadır. Birleşik Devletlerin Ortadoğu’da ciddi sıkıntılar yaşadığını ve bu sebeple mümkün olduğunca dost edinmeye çalıştığını belirten Mearsheimer, Washington’un bu noktada en son isteyeceği şeyin Türklerle arasını bozmak olacağının altını çizmektedir. Durum böyleyken, İsrail veya İsrail lobisi Türkiye’ye sert davranması hususunda Washington’a baskı yapsa bile Amerikan hükümeti Ankara’ya duyduğu gereksinim neticesinde bu amacına ulaşamayacaktır. İkinci faktör ise İsrail’in Türkiye’ye karşı sert bir tutum takınmaması olarak ifade edilebilir. İsrail aslında Türkiye’yle münasebetlerini daha da kötüleştirmeyi değil iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini arzulamaktadır. İsrail ve lobi, Ankara ve Washington münasebetlerini eski günlerine döndürmek istemesinin sebebi, Tel-Aviv’in de aynen Washington gibi Ankara’ya gereksinim duymasından ileri gelmektedir. Ankara’nın sahip olduğu pazarlık gücü sayesinde Ankara’ya Tel-Aviv’le münasebetlerinin bozuk olmasından dolayı Washington tarafından herhangi bir bedel ödetilmediğini vurgulayan Mearsheimer, aksine İsrail’e karşı durmaya istekli birkaç ülkeden biri olduğundan ötürü Ankara’nın kahramanca bir rolü oynuyormuş gibi göründüğünü ifade etmektedir.

 

Sina KISACIK


[1] Tayyar Arı, Liderler, Kanaat Önderleri ve Kamuoyunun Gözünden Yükselen Güç Türkiye-ABD İlişkileri ve Ortadoğu, Bursa: MKM Yayıncılık, 2010, ss. 118-120.

[2] Serhat Erkmen, “Türkiye-İsrail İlişkileri: Stratejik İşbirliğinden Sorunlu ya da Zorunlu İlişkiye”, içinde 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci (ed.), Ankara: USAK Yayınları, 2011, s.93.

[3] Philip H. Gordon, Ömer Taşpınar, Winning Turkey How America, Europe, and Turkey Can Revive A Fading Partnership, Washington: Brookings Institution Press, 2008, s. 33.

[4] Kemal İnat, İsmail Numan Telci, “Türkiye’nin İran, İsrail/Filistin ve Suriye Politikası 2009” içinde Türk Dış Politikası Yıllığı 2009, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Muhittin Ataman (ed.), Ankara: SETA Yayınları, 2011, ss. 130-133.

[5] Daha fazla bilgi için lütfen bakınız, Bilal Karabulut, “Alçak Koltuk Krizi”, içinde Türk Dış Politikasında 41 Kriz, Haydar Çakmak (ed.), Ankara: Kripto Yayınları, 2012, ss.375-383.

[6] Kemal İnat, İsmail Numan Telci, “Türkiye’nin İran, İsrail ve Suriye Politikası 2010”, içinde Türk Dış Politikası Yıllığı 2010, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Mesut Özcan (ed.), Ankara: SETA Yayınları, 2011, ss. 111-115.

[7] Daha fazla ayrıntı için bakınız, Chicago Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John Mearsheimer ile Mülakat. “İsrail, Türkiye’nin Stratejik Rakibi Olacak Güçte Değil!”, Mülakat: Osman Bahadır Dinçer ve Reyhan Güner, Analist, Kasım 2012, ss. 28-31.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.