POST KOLONYAL SİYASETİN SINIRI?

upa-admin 22 Ekim 2015 2.619 Okunma 0
POST KOLONYAL SİYASETİN SINIRI?

Ülkemiz Haziran’dan Kasım’a, seçimden seçime sürüklenir, yoğun terör saldırıları yaşar ve seçim sonrası kaos senaryolarıyla çalkalanırken,  usta gazeteci Ergin Yıldızoğlu’nun Cumhuriyet’teki bir yazısı, yaşanan keşmekeşe dışarıdan bakan bir perspektifi ortaya koydu. Genelde sosyal bilimlerin, özelde de siyaset biliminin en temel sorunu; geçmişteki olaylara belli teorik yaklaşımlarla bir açıklama getirmeye çalışır ve analiz geliştirmeye gayret ederken, içinde yaşadığı süreçle ilgili, yeni bir kuram üretmeme adına, belli bir çekingenlikle davranmaktır. Çoğu zaman da, günlük yazılarla, “bilimsel eserler dışında” bir “ele alış” eforu sarfeder.

Yıldızoğlu, “Yeni Türkiye 360 derece” başlıklı gazete yazısında, Türkiye gibi ülkeler için  Kees van Der Pijl’in “post kolonyal devlet” tanımını kullandı. (Yazarın kapsamlı değerlendirmeleri için, söz konusu eserin künyesini paylaşıyorum; Kees van Der Pijl, Global Rivalries From the Cold War to Iraq, Pluto Press, London, 2006) Bu çerçevede, Yıldızoğlu, “…Batı ve NATO, yapısal, teknolojik, kültürel, finansal olarak bu ülkenin (Türkiye) devletini oluşturan örüntünün içindedir; bu nedenle de Kees van Der Pijl’in “post colonial” devlet tanımına uyar. Bu devletlerin kendilerini bağımsız sanan hükümetleri, genelde bunun fiyatını, finansal, idari, kimi zaman başka yollardan öderler. Bu yüzden Türkiye devletini yönetenlerin bazen aniden, ilk anda anlaşılamayan bir “U” dönüşü yaptıklarına da şahit oluruz…” (Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Türkiye 360 derece”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2015, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/391105/Yeni_Turkiye_360_.html). Baskın Oran’ın Türk Dış Politikası’nı anlatırken, Türkiye’yi bir “stratejik orta boy devlet” olarak ifade etmesi de, bizi benzer bir sonuca götürüyor (Baskın Oran, Türk Dış Politikası Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, 8. Baskı). Adına ister “post-kolonyal”, ister “stratejik orta boy devlet” deyin, Türkiye’nin durumunda olan ülkeler, ekonomik, siyasal ve askeri anlamda, dış politika zemininde, uluslararası sistemin kendisine uygun gördüğü bir “oyun alanı” içerisinde hareket etmek durumundadırlar. Bu alan zorlandığında, Kıbrıs Barış Harekatı sonrasındaki ambargolar akla geldiğinde, ya da İran ve Afganistan’dan sonra, Türkiye’yi Batı açısından “kaybetme” riski doğduğunda, emir komuta zincirinde yapılan müdahaleler akıllara gelmektedir. 12 Eylül öncesinde, Demirel ve Ecevit hükümetlerinin, Yunanistan NATO’nun “askeri kanadı”ndan çıktıktan sonra, ittifaka dönme isteği çerçevesinde “veto” yetkilerini fiilen kullanmaları, Kıbrıs konusunda kalıcı ödün talep etmeleri, ABD’nin Soğuk Savaş koşullarında, NATO’nun “güneydoğu kanadı”nda “stratejik boşluk” hissetmesi ve rahatsız olması, değindiğimiz tavırlar ve sınırları hakkında biraz da olsa fikir vermektedir.

Günümüze gelindiğinde, siyasal iktidarın zorlandığı alan, gerçekten de ülkemizin içinde bulunduğu “değerler sistemi”, NATO ittifakı üyeliği, ABD müttefikliği ve AB giriş süreci içindeki konumu mudur? Bu soruya, günlük politikanın duygularına kapılmadan verilecek yanıt, “değerler sistemi” dışında elbette “hayır”dır. Değerler sistemini ayırt etmemizin nedeni, Cumhuriyetçi Bush ve Demokrat Obama döneminde kotarılan “ılımlı İslam” modelinin işlevini yitirmesi, “Arap Uyanışı”ndan sonra, tamamen kitlenmesi, bu bağlamda, piyasa ekonomisi, biçimsel demokrasi ve İslamcılık arasında kurulmaya çalışılan sentezin, yaşamdaki karşılığını kaybetmesidir. AB katılım sürecinde, Türkiye’nin Cumhuriyet’in “kurucu değerleri”yle değil, neo-liberalizmle yoğrulmuş bir İslamcılık’la  “AB hedefi”ni gerçekleştireceği propagandası, bu günlerde, siyasal iktidarla başı dertte olan neo-liberal entelektüeller için ibret vericidir.

Sağ iktidarların 1950’lerde Bayar-Menderes öncülüğündeki “Küçük Amerika”sı, 1980’lerde Özal’ın öncülüğündeki “bölgesel süper güç”ü, 2000’lerde AKP ile “Osmanlıcı” siyasetleri, bir bakıma ABD’nin Ortadoğu’ya yön ve ayar verme stratejilerinin uzantılarıydı. Ancak söz konusu lider ve iktidarların arası, daha sonra ABD’yle bozuldu, dramatik siyasal değişimler yaşandı.

Ergin Yıldızoğlu’nun yazısında, ABD’li uzmanlara atıfta bulunarak, Türkiye’nin ABD siyasaları ve Batı ittifakı yüzeyinde “yönetilemez” bulunduğu algısını değerlendirmesi, otoriter müdahaleleri çağrıştıran dış uzman görüşleri, içinde bulunulan durumun, günlük bir rekabetten çok, yapısal bir krize dönüştüğünün, şimdilik pasif işaretleridir. Başka bir parantezde, ABD’li uzmanların yorumları elbetteki kendilerini bağlar, ancak içinde görev aldıkları kuruluşlar akıllara geldiğinde, “bir aba altından sopa gösterme” reaksiyonunu da tespit etmek mümkündür.

Burada içine düşülecek yanlış, siyasal iktidarın gerçekten de ABD ile ters düştüğünü sanmaktır. 2011’den beri uygulanan “Suriye politikası”nın, cihadçı gruplarla var olduğu iddia edilen birtakım ilişkilerin, ABD’nin “Esad’ı devirme”, “İran’ı izole etme” siyasetinin yansıması olmadığını söyleyebilir miyiz? Aradaki fark, İran’la “nükleer uzlaşma” arayışı sürecinde, hem ABD hem de Batı’nın, şimdilik “Esad’lı geçiş”, belki de bir adım sonrasında “Esad’lı Suriye”ye hazır bir siyaset adına, dönüşüm içine girmesidir. Zira “Esad sonrası”nın olmayacağı, bununla birlikte “Suriye sonrası”nın olacağı, cihadçı grupların, “devlet yapılarını çökerterek”, bölgede topyekün bir kaosa neden olacağını görmektedirler.  IŞİD’in Suriye-Irak derinliğinde kurduğu “vahşet düzeni”, hem dünya kamuoyunun nefretini çekmiş, hem de beraberinde Avrupa’ya yönelen “mülteci göçleri”yle, uzaklarda bir yerlerde gözüken Ortadoğu’nun, birer iç sorun olma potansiyeli de ortaya çıkmıştır.

Rusya’nın 30 Eylül 2015’ten itibaren Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de kalıcı denilebilecek askeri varlığı, Suriye ve bölgedeki ezberleri bozmuş, IŞİD’e “nafile” hava harekatları yapan ABD ve müttefikleri, Suriye ordusuna, İran seçkin birliklerine ve Hizbullah militanlarına verdiği hava desteği ve kara harekatıyla, Rusya gerçeği ile muhatap olmak durumunda kalmışlardır. Suriye’deki “iç savaş” sırasında, günümüzde konuşulan, ileride somutlaşacak politik yaklaşımlar ve işbirlikleri, ülkemiz açısından pek te iyi bir görüntü sergilememektedir. Üstelik  Suriye’de sayıları “dört”e çıkan kantonlarla, PKK terör örgütünün uzantısı PYD, Batı’yla işbirliği yüzeyinde ele alınmakta, PKK bu antite üzerinden kendisine bir uluslararası meşruiyet kazanma çabası içine girmektedir. IŞİD’e karşı PYD’yle işbirliği yapan ABD ve Rusya, Türkiye ile bu konuda da ters düşmektedir.  Barzani’yle müttefik, PYD ile hasım olan siyasal yaklaşım, Hatay’dan Hakkari’ye uzanan sınırda yeni risklerle karşılaşmakta, aynı zamanda PKK terör örgütü, 7 Haziran 2015 öncesinde KCK kolu aracılığıyla ilan ettiği gibi, Temmuz 2015’ten bu yana, “öz yönetim” başlığı altında, sivil kalkışmalar hazırlamakta, ülkeyi kan gölüne çeviren bir terör kampanyası yürütmektedir. Suruç ve Ankara saldırılarında olduğu gibi, IŞİD terör örgütü, Türkiye’yi kana bulayan “intihar saldırıları” düzenlemekte, kutuplaştırıcı ve ötekileştirici söylem, terör eylemleri karşısında bile, “ortak acılara” engel olan bir atmosfer yaratmaktadır.

Ülkemiz bu koşullarda 1 Kasım’da “tekrar seçim”e gitmektedir. Hiç olmadığı kadar “seçim güvenliği” ve “kaotik eylemler” riski, Türkiye’de bir seçim arefesinde ele alınmaktadır. Hatta  “1 Kasım sonrası” başlığında, seçim ertesindeki olası karışıklıklar, Batı medyasında vurgulanmakta, “iç savaş” senaryolarına değinilmektedir.

Türkiye bunu hak edecek bir ülke değildir. 1 Kasım sonrasında, sağlıklı bir koalisyona, oydaşmaya, demokratik bir uzlaşmaya gereksinim vardır. Tüm bu felaket senaryolarının ilacı, daha fazla demokrasidir. Demokratik yaşamdan uzaklaşacak her görüntü, ne yazık ki, daha çok kan ve gözyaşı anlamına gelecektir.  Hiç olmazsa 2015 Kasım sonrasında, aklımızı başımıza toplayalım, demokratik çerçevede, ulusal birlik ve toplumsal barışı sağlayalım. Tarihin acımasız yüzü bizi daha zor duruma sokmadan…

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.