DÜŞÜRÜLEN RUS UÇAĞININ GÖLGESİNDE KALAN GERÇEKLER

upa-admin 26 Kasım 2015 2.347 Okunma 0
DÜŞÜRÜLEN RUS UÇAĞININ GÖLGESİNDE KALAN GERÇEKLER

Türkiye, 2012 yılında “Suriye tarafından vurulduğu” ifade edilen ancak Moskova’nın olaydaki rolünün her daim “karanlıklar içerisinde” kaldığı bir jetinin düşürülmesi sonrası, angajman kurallarını değiştirmiş ve kendi sınırlarına çok yaklaşan “yabancı savaş uçaklarını” vurabileceğine dair bir politika uygulamasına girişmiştir. Bu uygulama, 2012’den bu yana birçok kez gündeme gelmiş ve Suriye Ordusu’na ait Rusya yapımı savaş uçakları ve helikopterlerin, özellikle Hatay’ın güney bölgesinde gerçekleştirebilecekleri “hava sahası ihlallerine” karşı caydırıcı bir taktik olarak görülmüştür. Ne var ki, Rusya’nın Suriye’ye doğrudan askeri müdahalede bulunması ve Türkiye sınırına yaklaşık 45 km. mesafede bulunan Lazkiye’yi operasyon merkezi olarak seçerek, IŞİD ile mücadele bağlamında Türkiye sınırına paralel uzanan Cerablus-Mare Hattı ile Türkmendağı bölgesinde konumlanmış, önemli bir bölümü “El Nusra ve Selefi eğilimli Fetih Ordusu”na da angaje olan Esad karşıtlarıyla mücadele etmeye başlaması Ankara’da ciddi bir tedirginlik yaratmıştır. Zira bu grupların içerisinde Türkiye’ye çok yakın duran ve Suriyeli Türkmenler tarafından kurulmuş “Sultan Abdülhamid Han” ve “Sultan Selim” adlı birlikler de bulunmakta, Türkmenler ağırlıklı olarak bu bölgede yaşamakta ve Özgür Suriye Ordusu içerisinde telakki edilen aktörlerden bazıları da Fetih Ordusu ile ittifak içerisinde Rusya ve Esad’a karşı işbirliği yapmaktadır. Üstelik bu gruplar, Selefi olmalarına ve El Nusra örneğinde olduğu üzere El Kaide şemsiyesi altında dahi görülmelerine karşın, IŞİD’e karşı çıkmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’nin, Cerablus-Mare Hattı’nı ne PYD (YPG)’ye ne de Esad yönetimine bırakmak istemediği ve hatta bu bölgeyi “askerden arındırılmış bir güvenli bölge” olarak kontrolünde tutmak istediği de bilinmektedir. Rusya’nın IŞİD ile mücadele hedefi çerçevesinde Lazkiye’ye yerleşmesi ve IŞİD’in yanı sıra Esad muhaliflerinin konuşlandığı Türkiye sınırına paralel Suriye topraklarını da vurmaya başlaması, Türkiye’nin bölgedeki denetimi Rusya’ya kaptırdığına dair bir görünüm yaratmıştır. Üstelik Moskova, Türkiye’ye mesaj verebilmek ve Suriye’ye yönelik bir askeri hamlesine karşılık vereceğini göstermek için yakın zaman önce Türk hava sahasına yönelik ihlaller gerçekleştirmiştir. Rusya, bu hamlesinin üstünü örtebilmek için Rus savaş uçaklarının navigasyon sistemlerinden ve Hatay-Lazkiye arasındaki bölgenin coğrafi şartlarından dem vurmuş ve Ankara’yı yatıştırmıştır. Ne var ki, Rusya Hava Kuvvetlerine bağlı 2 adet SU-24 savaş uçağının Türk hava sahasını bir kez daha ihlal etmeleri, Rusya’nın “iyi niyeti” konusunda zaten oldukça şüpheli olan ve daha önce belirttiğimiz hususlardan dolayı bölgeden “izole edilmeye” çalışıldığını hisseden Türkiye’nin 2012 yılında ilan ettiği “angajman kurallarına” dayanarak defalarca uyardığı Rus jetlerinden birini düşürmesi ile sonuçlanmıştır.

Aslında böyle bir gelişmenin yaşanabileceğine dair sinyaller bir süreden beri alınıyordu. Rusya’nın havadan, Esad güçlerinin de karadan Türkmenlerin yaşadığı bölgeye saldırmaları hususu, Türk medyası tarafından en fazla işlenen ve toplumsal anlamda da en fazla hassasiyet uyandıran konulardan biri olarak gündemdeydi. Bunun yanı sıra, Rusya’nın geçtiğimiz günlerde Antalya’da düzenlenen G-20 Zirvesi’nde Ankara’yı ve muhaliflere destek veren ülkeleri “ima ederek” IŞİD’e destek veren ülkeler olduğunu ve bu konuda elinde belgeler olduğunu ifade etmesi de önemli bir gelişme olarak görülmelidir. Moskova’nın Cerablus-Mare Hattı’na doğru ilerleyen YPG (PYD) ile temas kurması ve bu örgütün temsilcilerini Moskova’ya davet etmesi de Türkiye’yi oldukça rahatsız eden bir husus olarak masadaydı. Rusya’nın Lazkiye’de kalıcı bir “hava üssü” inşa etmesi ve Suriye Ordusu’nu silahlandırmaya devam ediyor oluşu, Viyana’da sürdürülen “çözüm müzakerelerinin” de başarıya ulaşmayacağının anlaşılması gibi belirtiler de Suriye konusunda farklı kamplarda bulunan Türkiye ile Rusya arasındaki gerginliği daha da arttırmıştır.

Rus jetinin Türkiye tarafından düşürülmesine dair en ilginç detaylardan biri ise hem Türkiye’nin hem de ABD’nin bu olaya son derece hazırlıklı olduğunun görülmesidir. SU-24’ün düşmesinin hemen ardından, Türkiye’nin Bayırbucak Türkmenleri ve angajman kuralları bağlamlı bir savunma stratejisini etkin bir şekilde ortaya koyması, Türk tezinin medya aracılığıyla toplumsal bir meşruiyete yaslanır hale getirilmesi, Türk Genelkurmayı’nın yayınladığı ve Rus uçağının ihlalini açıkça belirten “radar izi” haritası ve Rus uçaklarının defalarca uyarıldığına dair “ses kayıtları” bu durumun açık bir göstergesidir. Yine Türkiye, olayın hemen ardından NATO’yu harekete geçirmiş, örgütün “söylem bazında da olsa” desteğini almış ve hemen ardından da yetkili kişiler üzerinden “sorunu büyütmek istemediklerine dair” açıklamalarda bulunmuştur. Bu tutarlı adımların yanı sıra, Obama’nın Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkı olduğunu ifade etmesi ve herhangi bir Rus saldırganlığına karşı, NATO aracılığıyla da olsa Türkiye’nin yanında olacaklarını ifade eder mahiyette açıklamalarda bulunması, Türkiye ve ABD’nin hazırlıklı olduklarını göstermektedir. Öyle ki, saldırının hemen ardından, Rusya Savunma Bakanlığı’ndan önce, Türkiye’nin Rusya’ya ait bir jeti düşürdüğünü “en yetkili kişinin ağzından” ifade etmesi (nitekim aynı uçakları kullanıyor olmalarından dolayı, düşen jet, Suriye Ordusu’na ait olarak gösterilebilir ve gerginlik azaltılabilirdi), Rusya’nın bir kriz çıkması noktasında daha “tedirgin” ve “çekimser” olduğunu, ancak Türkiye’nin bu sorumluluğu almaya hazır olduğunu kanıtlamaktadır.

Peki şimdi ne olacak? Hert şeyden önce şunu belirtmek gerekir. Rusya, Türkiye’ye “doğrudan” bir askeri saldırıda bulunmayacaktır. Her ne kadar, Rusya, Türkiye’den çok daha güçlü bir ülke olsa da, NATO üyesi, devlet geleneğine sahip ve alt etmesi çok zor bir ülke olan Türkiye’yi askeri bir müdahaleyle caydırmak Moskova için kullanışlı bir seçenek değildir. Nitekim Rusya, saldırının hemen ardından, Türkiye ile askeri ilişkileri kesmiş, donanmasında yer alan en büyük savaş gemilerinden birini Lazkiye açıklarına konumlandırmış, Suriye’ye S-400 hava savunma sistemleri gönderme kararı almış ve Rusya vatandaşlarına Türkiye’ye gitmeme çağrısında bulunmuştur. Ne var ki, olay bu kadar sıcak olmasına karşın, daha ileri bir adım atmamıştır. Putin ve Dışişleri Bakanı Lavrov’un “çok sert” açıklamaları ise yalnızca diplomatik gerginliği yansıtan bir hamle olarak görülebilir. Rusya’nın Türkiye’ye karşı ileri sürmeyi planladığı en önemli koz ise, IŞİD’in, Türkiye ile petrol ticareti yaptığı ve Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiğini iddia eden “belgeler” olacaktır. Zira böyle bir hamle, Türkiye’yi dünya kamuoyunda çok zor bir duruma düşürebileceği gibi, yönetim kademesinde bulunan isimlerin “insanlığa karşı suç”, “savaş suçu” ve “uluslararası teröre destek” gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmalarına ve Türkiye’nin BM başta olmak üzere uluslararası arenada diplomatik/siyasal anlamda köşeye sıkışmasına yol açabilecektir. Putin’in Türk Hükümeti’ni ülkeyi “İslamileştirmekle” suçlaması da, muhtemelen yapacağı suçlamanın öncesinde uluslararası kamuoyunda ve hatta Türkiye içerisinde dahi, Türkiye’ye yönelik farkındalık yaratma çabası olarak görülmelidir.

Rusya, “doğalgaz bağımlılığı” hususunu kullanmayacağını “şimdilik” kaydıyla ifade etmiştir. Moskova, gelişmelerin alacağı yöne göre bu konuda tavrını değiştirebilir. Türkiye’nin doğalgaz anlamında % 55, petrol anlamında % 35 bağımlı olduğu Rusya, Ankara’nın, Almanya’nın ardından ikinci büyük ticaret ortağıdır. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık 30 milyar doların üzerindedir. Türkiye, elektriğini de önemli oranda “doğalgaz çevrim santrallerinden” ürettiği için sanayi, aydınlatma ve ısınmada önemli sorunlarla karşı karşıya kalabilecektir. Yine Rusya, tıpkı ticaret hacminde olduğu gibi, turizmde de Almanya’nın ardından ikinci sırada yer almaktadır. Uçağın düşmesinin ardından gelen rezervasyon iptalleri ve Lavrov’un Türkiye’ye gidilmemesi yönlü uyarıları, bu sektörde işlerin kötüye gitmesine neden olabilir. Türk ve Rus yatırımcıların birbirlerinin ülkesinde karşılıklı olarak yaptıkları 20 milyar doların üzerinde hesaplanan “yatırımları” da, mevcut sorun çözülmediği ve tırmandırıldığı takdirde olumsuz etkilenecektir. Türkiye’nin Rusya’ya yaptığı ve dış ticaretinde önemli bir yeri olan “gıda ihracatı” ise daha şimdiden tehlike sinyalleri vermeye başlamıştır. En önemli hususlardan biri ise Rusya’nın Mersin-Akkuyu’da inşa ettiği Türkiye’nin ilk nükleer santralinin geleceği meselesi olacaktır. Bu konuda henüz “olumsuz” bir tavır takınılmamış olmasına karşın, iki ülke arasındaki gerginlik sürdüğü müddetçe Ankara’nın bu konuda Moskova’ya güvenmesi pek mümkün olmayacaktır. Benzer bir durum, Putin’in ısrarla gerçekleştirmek istediği ve Türkiye’nin de destek vereceğini belirttiği Karadeniz-Türkiye-Avrupa geçişli “Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı Projesi”nin geleceği için de söz konusudur. Rusya’nın, bundan sonraki süreçte Suriyeli Kürtler üzerinden PYD (YPG) eliyle Türkiye’nin tezlerine zarar verebilecek işbirliği olanaklarına daha sıcak bakması ihtimalinin kesinlik kazandığı da üzerinde durulması gereken bir diğer faktördür.

Rusya için Türkiye “oldukça karlı” bir pazardır ve an itibarıyla bu pazardan vazgeçmeyi düşünmemektedir. Ne var ki, Rus Hükümeti’nin, Türkiye’ye karşı “ekonomik ve ticari anlamda” değil ama toplumsal/siyasal ve diplomatik anlamda bir yıpratma stratejisi yürüteceği ve bu stratejinin en önemli unsurlarının ise “IŞİD’e yardım iddiası”, “artan İslamileşme” ve “turizm için güvenli olmayan ülke” gibi faktörler üzerinden şekillendirileceği anlaşılmaktadır. Rusya, bu strateji çerçevesinde eski Sovyet coğrafyası başta olmak üzere geniş bir alanda diplomatik, kültürel ve siyasal etkinliğini göstermeyi planlamaktadır. Bu olay, Türkiye açısından ise, şu hususların altını çizmektedir. Her şeyden önce, Türkiye bir “hava savunma sistemine” kavuşmalıdır. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin, gerektiği anda kullanılmak üzere, silah taşıyabilen insansız hava uçaklarından ve Rus donanmasının envanterinde bulunan ve Lazkiye’ye de gönderilen füze savunma sistemi taşıyabilecek büyük çaplı savaş gemilerinden (destroyer ve firkateynler) edinmesi gerekmektedir. Türkiye açısından üzerinde durulması gereken en önemli sonuç ise, dış politika yaklaşımının bir sorun, ülke ya da faktöre neredeyse tamamıyla entegre edilmemesi hususunun altının “oldukça kalın” çizgilerle yeniden çizilmiş olmasıdır.

Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.