TÜRKİYE İLE AB ARASINDA YÖNETİLEMEYEN KRİZ HALLERİ

upa-admin 21 Temmuz 2019 1.871 Okunma 0
TÜRKİYE İLE AB ARASINDA YÖNETİLEMEYEN KRİZ HALLERİ

Türkiye-AB ilişkileri yeni bir gerginlik konusu daha edinmiş durumda ya da zaten varolan gerginlik konuları başka şekillerde yeniden ilişkileri tartışmalı kılıyor. 15 Temmuz’da Brüksel’de gerçekleştirilen AB üyesi ülkelerin Dışişleri Bakanları toplantısında, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz aramasına yönelik sondaj faaliyetlerinden dolayı 5 maddelik bir karar açıklandı. Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu, kararları Türk kamuoyuna şu şekilde duyurdu:

  1. …Konsey, Doğu Akdeniz’deki yasadışı faaliyetlerini durdurması yönünde Avrupa Birliği tarafından defalarca yapılan çağrılara rağmen Türkiye’nin Kıbrıs’ın batısındaki sondaj faaliyetlerini sürdürmesini ve Kıbrıs karasuları dâhilinde Kıbrıs’ın kuzeydoğusunda ikinci bir sondaj faaliyeti başlatmasını esefle karşılar. …Konsey, Türkiye’yi bir defa daha bu tür adımlardan kaçınmaya, iyi komşuluk ruhuyla hareket etmeye ve uluslararası hukuk uyarınca Kıbrıs’ın egemenliğine ve egemen haklarına saygı göstermeye çağırır.
  2. Türkiye ile müzakere yapılması doğrultusunda, Kıbrıs Hükümeti tarafından yapılan daveti memnuniyetle karşılayan Konsey, münhasır ekonomik bölgelerin ve kıta sahanlığının kısıtlanmasının diyalog ve iyi niyetli müzakereler yoluyla; uluslararası hukuka tam riayet edilerek ve iyi komşuluk ilişkileri ilkesi uyarınca ele alınması gerektiğini kaydeder.
  3. AB, Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması doğrultusunda müzakerelerin yeniden başlamasına imkân verecek koşulların oluşturulması amacıyla, taraflarla birlikte çalışmak üzere BM önderliğindeki çabalara destek verme hususundaki kararlılığını korumaktadır. Çözüm konusunda Türkiye’nin kararlılığının ve katkısının taşıdığı yaşamsal önemi hatırlatır.
  4. Türkiye’nin devam etmekte olan yeni yasadışı sondaj faaliyetleri ışığında, Konsey Kapsamlı Hava Ulaştırma Anlaşması’na ilişkin müzakereleri askıya alma ve Ortaklık Konseyi ile AB-Türkiye yüksek düzeyli diyalog toplantılarını şimdilik yapmama kararı alır. Konsey, Komisyon’un 2020 için Türkiye’ye yönelik katılım öncesi yardımların azaltılması teklifini onaylar ve Avrupa Yatırım Bankası’nı, başta ülke destekli krediler olmak üzere Türkiye’deki kredi faaliyetlerini gözden geçirmeye davet eder.
  5. …Konsey gelişmeleri yakından takip edecek ve gerektiğinde bu meseleye yeniden dönecektir.

Bu maddeleri tam olarak görmekte fayda var. Maddelerden birkaç anahtar kelimeyi öne çıkaralım ki, mevzunun neden “yeni”den ziyade, zaten var olan bir gerginlik olduğu daha net anlaşılabilsin. İlk maddede, ilişkilerin seyriyle ilgili anahtar kelime, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinin AB tarafından yasadışı olarak kabul edilmesi, bir başka deyişle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin resmen egemen sayılmasının beklenmesidir. İkinci maddede, iyi komşuluk ilişkileri vurgulanmıştır. Üçüncü maddede, Kıbrıs sorunu ve çözümü ifade edilmektedir. Dördüncü maddede, müzakere ve toplantıların askıya alınması, yardımların azaltılması ve kredilerin gözden geçirilmesi belirtilmiştir. Beşinci maddede ise, bu konuların AB tarafından takip edileceği ilan edilmiştir. Bu anahtar kelimeler, aslında yıllardır Türkiye-AB-Yunanistan-Kıbrıs ilişkilerinin gündemini etkileyen konuları işaret etmektedir. Yeni olan husus ise, Akdeniz’in merkez haline geldiği ve uluslararası enerji stratejilerini etkileyen yeni bir enerji rotasının oluşmasıdır. Burada da, 2000’lerin başından itibaren Güney Kıbrıs tarafından yürütülen bir sürecin olduğu bilinmelidir.

Doğu Akdeniz konusuna geçmeden, anahtar kelimeleri göz önünde tutarak, Türkiye-AB ilişkileriyle ilgili güncel gelişmelere istinaden çıkarımlar yapmak gerekirse, buna birkaç gerçekliği hatırlatarak başlamakta yarar vardır. Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı AB’dir. Ticaretinin yaklaşık yüzde 40’ını AB ile gerçekleştirmektedir. 2018’de Türkiye’ye doğrudan yabancı yatırımların yüzde 60’ı AB’den gelmiştir. 2014-2020 için çeşitli sektörlere 3,4 milyar avroluk AB desteği öngörülmüştür. Konsey kararlarının dördüncü maddesi, tanımlanan destek koşullarında değişim yaratacak gibi görünmektedir. Beşinci madde ise, Konsey’in gelişmeleri takip edeceğini vurgulayarak, hem olumlu, hem de olumsuz bir tutumu yansıtmıştır. Demek istenen, uzlaşı olduğunda kısıtlama kararlarının değişebileceği, uzlaşmazlıkta ise devam edebileceğidir. Maddelerden en kritiği birincisidir. Çünkü bu madde, AB’nin Güney Kıbrıs’ın Türkiye tarafından resmen tanınması beklentisini, yani ilişkilerdeki çıkmazı doğrudan yansıtmaktadır.

2012’den itibaren, AB ve Türkiye, mülteci krizi, terörle mücadele gibi işbirliği gerektiren sorunlar karşısında, müzakere sürecinin kopukluğunu gidermeye yönelik diyalog arayışındaydılar. Pozitif Gündem, bu arayışın bir sonucuydu. Devamında, Ortaklık Konseyi ve AB-Türkiye Yüksek Düzeyli Diyalog Toplantıları’nın yapıldığını da görmüştük. Örneğin, en son Mart 2019’da Ortaklık Konseyi toplantısı yapılmıştı. Müzakeresizliğin aralarında yarattığı gerginliği, bu şekilde azaltmaya çalışıyorlardı. Artık bu toplantıların yapılmamasına yönelik bir karar var. Bu karar elbette değişebilir; fakat mevcut hali AB’nin bir tutumunu göstermesi açısından önemlidir. 2016 tarihli Küresel Stratejisi kapsamında, AB, bir yandan çok-taraflılığa vurgu yaparak, uluslararası sorunların diplomasiye ve diyaloğa dayalı olarak çözülmesi doğrultusunda taraflarla masada bir araya gelme çabasına işaret etmiştir. Diğer yandan da, Polonya ve Macaristan gibi üyelerine, yakın bir geçmişte normatif uyumsuzluklar konusunda yaptırım uygulama niyeti taşıdığını üst perdeden hissettirmiştir. Türkiye, ilgili kararda ağırlıklı olarak ikinci hususa yakın bir AB profilini yansıtmıştır. Kısacası, Türkiye-AB ilişkileri, yine rasyonel-normatif değerlendirmeler eşiğinde gidip gelmektedir. Rasyonel hassasiyetler öne çıktığında anlık ya da krizlerin çözümüne odaklı işbirlikleri görülebilmekte, normatif hassasiyetler öne çıktığında ise ilişkilerde uzun vadeli yapılandırmalara ağırlık verilebilmektedir. İdeali ikisinin de olduğu durumlardır; ama bu da pek görülür değildir. Bugün ise, Türkiye ile AB açısından ikisinde de yıpratıcı aşınmaların olduğu açıktır. Hukuki meseleler, temel haklarla ilgili konular ve siyasi sistem değişikliği nedeniyle Türkiye’nin kendisinden iyice uzaklaştığını düşünen AB, Haziran 2018’de Türkiye ile varolan müzakerelerin fiilen durma noktasına geldiğini ve başka fasılların açılması veya kapatılmasının söz konusu olamayacağını karara bağlamasıyla aşınmayı tescillemiştir.

Doğu Akdeniz’de yaşananlar bu aşınmayı pek giderecekmiş gibi görünmemektedir. Yaşananların mazisi 20 yıla yakın bir süreyi kapsamaktadır. Güney Kıbrıs, 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan, 2011’de de İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlama anlaşmaları imzalayarak süreci başlatmış, yabancı şirketlere arama-tarama faaliyetleri için ruhsat vermiştir. İsrail ve Mısır ile ilişkilerin gerilmesiyle de, bu süreç, iyice Türkiye ve KKTC’nin hakları aleyhinde gelişir olmuştur. Halbuki BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, ada devletlerinin MEB belirlemesinin kısıtlarını tanımlar. MEB için kıyıdaş ülkelerin mutlaka uzlaşısı gereklidir. Avrupa Komisyonu’nun Mayıs ayında açıkladığı Türkiye 2019 Raporu’nda ve yukarıda bahsedilen son Konsey kararlarında ise, Türkiye’nin faaliyetleri “hukukun dışında” olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla, uzlaşmazlıkların çözümünde temel referans olması beklenen hukuk kuralları, Doğu Akdeniz’de adeta etkisiz hale gelmiştir. Bunda tarafların egemenlikler konusundaki uzlaşmazlıkları temel etkendir.

Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), karşılarındaki dirence rağmen önerileriyle ilişkilerde aşınmayı gidermeyi ve hukuki ortaklığa yakınlaşmayı amaçlamaktadır. Örneğin, KKTC, Güney Kıbrıs’a, Kıbrıs etrafındaki hidrokarbon kaynaklarının araştırılması ve işletilmesine yönelik ortak komisyon kurulması yönünde öneride bulunmuş, ancak olumlu bir karşılık alamamıştır. Gerek bunda, gerekse de son Konsey kararlarında, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın AB üyelikleri ve Güney Kıbrıs’ın tanınırlığı belirleyici olmuştur. Türkiye, mevcut durumda bu gerçekliğin adadaki ve Akdeniz’deki “ayrıştırıcı” yüzüyle karşı karşıya kalmaktadır. Halbuki AB’den beklenen, “birleştirici” olmasıdır.

Kıbrıs meselesi, Avrupa ülkelerinin, ABD’nin, Ortadoğu ülkelerinin ve Rusya’nın Akdeniz politikalarına açıkça yansımaya başlamıştır. Bu yansıma, Türkiye’nin ve KKTC’nin çıkarlarını yakından etkilemeye başlamıştır. Kıbrıs Adası’ndaki Türklerin egemenlik haklarının tanınması gerektiği bir kez daha kendisini göstermiştir. KKTC Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay’ın da bir röportajında ifade ettiği gibi, Akdeniz’de hem savaş gemilerinin, hem de İtalya, Fransa, ABD gibi Güney Kıbrıs’la işbirliği anlaşmaları yapan ülke sayısının artması, denizde doğal kaynak ağırlıklı görünen, ama ekonomik, askeri, siyasi rekabet ve nüfuz arayışını da barındıran bir eylem dizisinin olduğunu göstermektedir. Ardı ardına enerji politikası hamleleri yapılmış ve Güney Kıbrıs aktif bir profil sergilemiştir. AB de, Orta Doğu etkinliği için bunu zemin olarak görmüş ve Güney Kıbrıs’ı desteklemiştir. Aynı zamanda, Fransa gibi üye ülkeler de benzer bir etkinlik arayışıyla aynı desteği sergilemiştir. Türkiye ve KKTC ise, başta bu hamleler karşısında savunmacı konumda kalmış, ardından da aktif politikaya geçmeye başlamıştır.

Bu koşullarda, Mısır ve İsrail gibi Doğu Akdeniz’e kıyıdaş olan ülkelerle diyalog zemininin oluşturulmasına daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Akdeniz’de Türkiye’nin aktif varlığını hissettirmesi önemlidir ve sürdürülebilir olmalıdır. Bu, hem sondaj gemileri, hem de donanma üzerinden olabilir. Bu, sahada olmanın bir gereğidir. Eşzamanlı olarak diplomatik atakların yapılması da elzemdir. Diplomatik ataklar, AB içinde ve üye ülkelerde Türkiye’nin tezlerine yakın duruş sergileyen siyasetçiler ve bürokratlarla diyalogdan geçmektedir. Örneğin, İspanya Dışişleri Bakanı ve AB’nin müstakbel Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Türkiye’ye yönelik son Konsey kararlarının anlamsızlığına işaret etmiş ve Türkiye için AB içinde diyalog kanallarının olduğunu göstermiştir. Türkiye, benzer görüşlere sahip ve kendi tezlerine yakın AB temsilcileriyle birlikte çalışarak Avrupa kamuoyunu etkileyebilir. Konjonktürün pek de Türkiye ve KKTC lehine olmadığı ve koşulların tarihsel birikimlerle zorlaştığı açıktır. Yine de, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve askeri işbirlikleri ve diplomatik inceliklerle taraflar için caydırıcılığını arttırdığı koşullarda, zorlukların aşılması ya da en azından ilerlemelerinin durdurulması imkânı bulunmaktadır. Akdeniz enerji politikası açısından bölge ülkelerine yönelik önerileri, caydırıcılığın ve bölgede oyun kuruculuğun ilk adımlarını oluşturabilecektir.

Dr. Öğr. Üyesi Sezgin Mercan

Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.