DR. ALTAY ATLI MÜLAKATI

upa-admin 18 Şubat 2020 8.564 Okunma 0
DR. ALTAY ATLI MÜLAKATI

Murat Çiçek: Hocam öncelikle mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için Uluslararası Politika Akademisi (UPA) ve onun değerli takipçileri adına teşekkür ederim. UPA takipçilerinin sizi yakından tanıyabilmesi açısından kısaca kendinizden ve kariyerinizden bahsedebilir misiniz?

Dr. Altay Atlı: Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim görevlisiyim. İki ders veriyorum. Birisi “Asya-Pasifik’te Uluslararası İlişkiler”, diğeri de iş dünyasının dış politika ile olan karşılıklı ilişkisi üzerine olan “Business, Policy and International Relations” adlı bir ders. Bunun dışında kendi kurduğum Atlı Global adındaki danışmanlık firmasında gerek özel sektör, gerekse de kamuya danışmanlık hizmetlerini sunmaya devam ediyorum. Lisansım Boğaziçi Üniversitesi İktisat bölümünden, yüksek lisansımı ise Avustralya’da Deakin Üniversitesi Uluslararası İşletme alanında yaptım. Yüksek lisanstan sonra bir dönem Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nda (DEİK) araştırma koordinatörü olarak çalıştım. Ondan sonra akademiye geri döndüm. Boğaziçi Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler bölümünde doktoramı yaptım. Farklı yerlerde ders verdim. Şu an Koç Üniversitesi’nde bir yandan akademik hayatımı sürdürüyorum, bir yandan da kendi şirketimde iş hayatımı devam ettiriyorum..

Murat Çiçek: Siz genellikle Asya-Pasifik üzerine mi yoksa Çin üzerine mi çalışmalarınızı yürütüyorsunuz?

Dr. Altay Atlı: Benim verdiğim ders Asya-Pasifik üzerine, fakat hem akademide, hem de iş anlamında ilgi alanım sadece bunlarla kısıtlı değil. Ağırlıklı çalışma konum Asya-Pasifik; onun içerisinde de öncelikli olarak Çin üzerine çalışmalarımı yürütüyorum.

Murat Çiçek: Son zamanlarda ABD-Çin arasındaki ilişkilerle ilgili yorumunuz nedir? Bu ilişkilerdeki rekabette galip gelecek bir taraf görüyor musunuz? ABD ve Çin ekonomileri birbirlerine bağımlı, fakat son zamanlarda yaşanan ticaret savaşları sizce her iki gücü de yıpratmıyor mu?

Dr. Altay Atlı: Antik çağlardan bir Çinli düşünürün sözü vardır; “Herhangi bir savaşın kazananı yoktur” diye. Çünkü savaşa giren de o kadar çok şey kaybediyor ki, kağıt üzerinde galip olsa bile… Aslında günümüzdeki en güzel yansıması ticaret savaşlarıdır. Kazananı yoktur. Niye yok? Çünkü ticaret savaşı dediğimiz karşılıklı olarak korumacılığın arttırılması, bununla beraber de yaptırımlar uygulanması (ticaret savaşının içerisinde bunu da görüyoruz)… Bunlar benim kanaatimce artık eskimiş; 20. yüzyıldan ve Soğuk Savaş döneminden kalma uygulamalardır. Başka bir dünyada uygulanabilirliliği olan, bugünkü dünyaya uymayan bir durum; ama bunları halen yaşıyoruz… Demek istediğim, Soğuk Savaş dönemini düşünecek olursak, bu dönemde iki kutuplu bir dünya düzeni vardı. Ülkelerin yerleri belliydi ve bu ülkeler kendi içlerinde bir dünyaydı. Günümüzde böyle bir şey yok. 21. yüzyılda çift kutuplu düzen yerine ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz, çok kutuplu ya da kutupsuz da diyebileceğimiz (bu konu ile ilgili çeşitli tartışmaların olduğu) bir düzen içerisindeyiz. Gerçek şu ki; gücün daha fazla yayıldığı/yaygınlaştığı ve farklı kutupların/güç odaklarının oluştuğu, güç tanımının da değiştiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyada Uluslararası İlişkiler (büyük ölçüde) karşılık bağımlılık üzerinden şekillenmektedir. Karşılıklı bağımlılık üzerinden şekillenen bir dünyada korumacılık veya yaptırımın ne kazandıracağı sorusu, açıkcası cevabı olan bir soru değil. Çünkü ben size bağımlıysam, sizin gördüğünüz zarardan ben de zarar görürüm. Ben niye o zaman size zarar vermeye çalışıyorum? ABD açısından bir örnek vermek gerekirse; Çin’e yapılan ilk yaptırım konusu çelik ürünleri ile ilgili tarifeleri arttırmasıydı. Bundan tabii ki Amerikalı çelik üreticisi ondan korunduğu için memnundur. Ancak aynı zamanda, ABD’de Çin’den gelen çeliği satın alarak maliyeti düşüren, çeliği kullanan herhangi bir üretici de, bu durumda masrafları arttığından dolayı kaybetmiş oluyor. Bu masraflar da tüketicinin cebinden çıkmaktadır. Bu konu Çin için de geçerlidir. ABD ile ilgili diğer bir örnek ise tarım üreticisi olabilir. Birçok alanda en büyük alıcıları Çin’di, ama şimdi Çin de ona karşı engeller getirdi. Bundan peki kim zarar gördü? Malı elinde kalan çiftçi zarar gördü. Bu savaşı herhangi bir taraf kazandı diyebilir miyiz? Donald Trump kazandı mı? Çin kazandı mı? Ben herhangi bir kazanan göremiyorum. Zarar gören herkes, kazanan ise yok… Belki de bu işin başındaki düşünce şuydu; Donald Trump şunu diyordu; “Ticaret savaşları güzeldir ve kolay kazanılır”. Belki de bunları öngöremediler ya da öngörmekle birlikte her iki tarafın da zarar göreceği ile ilgili Uluslararası İlişkilerde “relative güç” kavramı vardır. Benim ne kadar güçlü olduğum değil, benim sana nispeten ne kadar güçlü olduğum önemlidir. Diğer bir durum, mutlak gücün artıyor fakat rakibin gücü de seninle aynı oranda artıyor. Relative güçte ise mutlak gücün artıyor, ama rakibinin gücü senden daha az artıyor. Donald Trump’ın şu gibi bir düşüncesi vardı; “Belki de ikimiz de zarar göreceğiz ama o daha çok zarar göreceği için bir noktada dediğime gelecek”. Ama iki yıldır kimse bir yere gelemedi…

Dr. Altay Atlı ve Murat Çiçek

Murat Çiçek: ABD Başkanı Donald Trump’ın başlattığı bu ticaret savaşlarındaki amaç sizce ABD’nin dünyadaki tek büyük güç olma isteğinden mi kaynaklanmaktadır? Kendisinin seçim zamanındaki propagandası da bu yöndeydi.

Dr. Altay Atlı: Ben ABD’nin böyle bir düşüncesinin olduğunu düşünmüyorum. Trump’ın söylemi “Önce ABD” veya “Önce Amerika” (America First) idi. Tek güç olmaktan ziyade önce ABD gelir diyordu. Ama tek güç olmak, süpergüç olmak veya hegemon güç olmak, beraberinde büyük sorumlulukları da getirmektedir. Trump dönemi ABD, bu sorumluluklar ile ilgili sıkıntısı olan bir ABD’dir. Kendisinin şu gibi bir söylemi vardır; “Küresel bir hegemon olmak çok masraflı bir şey, eğer isteyen varsa bunun parasını ödesin benim için artık ‘Önce ABD’ (America First)“. Dolayısıyla, bunlar tek güç olmak değil de, “Önce ABD” söyleminin bir yansıması olabilir. 

Murat Çiçek: ABD’nin Kuzey Kore hamlesi Çin’e karşı mı? Yüksek lisans tezimi yazdığım zaman yaptığım okumalarda Kuzey Kore’ye karşı Güney Kore’ye THAAD (Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması) füzeleri yerleştirilecekti. Fakat şu an Washington Kuzey Kore’ye karşı daha farklı bir politika izlemektedir.

Dr. Altay Atlı: Son dönemde Kuzey Kore meselesindeki açılımlara baktığımız zaman, ABD ile Kuzey Kore yani Donald Trump ile Kim Jong-Un arasında iki büyük zirveyi gördük. Dolayısıyla, çözüm sanki bu ikisi arasında oluşacakmış gibi bir izlenim oluştu. Fakat Kuzey Kore konusunda bir çözüm olacaksa, bu, Çin olmadan asla olmaz. Kim Jong-Un, Donald Trump ile iki kere görüştü ama Şi Cinping ile daha fazla görüştü. Bu ise pek gündemde değil. Bu konuyu ABD açısından incelediğimizde, sadece tarihsel olarak bakmamak lazım. Ortada bitmemiş bir savaş var. Yapılan görüşmelerde de öncelikle bir barış anlaşması imzalanması gündemdeydi. Şöyle bir gerçek de var; Donald Trump’ın dış politikada bir başarı hikâyesine ihtiyacı var. Donald Trump’ın şu an dış politikada herhangi bir başarısı yok. Kuzey Kore meselesini çözen bir ABD Başkanı olarak tarihe geçmek, Trump açısından güzel olurdu. Bu seçimde kazanamazsa eğer, Trump dönemi ile aklımızda kalanlar, ticaret savaşları ve “herkes bundan zarar gördü” düşüncesi olacaktır. Kuzey Kore meselesinde Çin’i ekarte etmek ya da ona karşı hamle yapmak mümkün değil. Kuzey Kore meselesinde Çin olmadan herhangi bir çözüm olmayacağının ABD de farkında. Donald Trump’ın bu yüzden Çin tarafına “elinizi daha çok taşın altına koymalısınız” yaklaşımı mevcuttur. Kuzey Kore’deki en temel durum şudur; çok fazla dış aktör var ve bunların çıkarları örtüşmemektedir. 

Murat Çiçek: Sizce uzun vadede iki Kore birleşebilir mi?

Dr. Altay Atlı: Dünya hızla değişmektedir. Ama kısa ve orta vadede bunu öngörmüyorum. Çünkü dediğim gibi birçok aktör var ve bunlar ortak bir paydada buluşamıyorlar. Çin için Kuzey Kore’nin varlığını sürdürmesi çıkarlarına uygun bir durum. Kuzey Kore, Çin ile ABD müttefikleri arasında bir tampon bölgedir. Güney Kore’de tahminen 25 bin ABD askeri mevcut. Çin tarafından baktığımızda, arada tampon bölge ve senin anlaşabildiğin bir ülke olması çok önemli. Kuzey Kore, ekonomik olarak varlığını büyük ölçüde Çin’le yaptığı ticaretle sağlıyor. Kuzey Kore’de de aslında ekonomik varlıklar yok değil. Çok önemli yer altı zenginlikleri var, başta Çin’in çok ihtiyacı olan kömür olmak üzere. Ayrıca Japon Denizi’nde ve Sarı Deniz’de Kuzey Kore sınırında çıkan balıkların hepsi Çin’e satılıyor. Çin, dünyadaki deniz mahsullerinin dörtte birini tüketen bir ülke ve bunların fiyatları makul oluyor. Çünkü Kuzey Kore’nin satabileceği başka bir yer yok. Kuzey Kore’nin Çin’le derin bir ekonomik bağlantısı var. Bundan dolayı, Kuzey Kore varlığını sürdürmek için Çin’e muhtaç. Çin için de Kuzey Kore’nin orada varlığını sürdürmesi bir tampon bölge olma özelliği olduğu için önemlidir. Bugün iki Kore’nin birleştiğini varsayarsak, bu, kimin lehine bir birleşme olacak? Güney Kore hiçbir zaman “biz komünist olduk” demez. Ayrıca böyle bir durumda hem ABD askerleri Çin sınırına gelmiş olacak, hem de Kuzey Kore halkı eğer birleştikten sonra orada yaşamak istemezse yoğun göç olacağı ve tek sınır bağlantısı Çin olduğu için oradaki sınıra yığılacaklardır. Kuzey Kore, Güney Kore ve Japonya içinse varoluşsal bir tehdittir, nükleer silah denemeleri yüzünden. İki Kore’nin birleşmesi ayrıca maddi anlamda yükümlülükleri de beraberinde getirmektedir. Bununla ilgili çalışmalar var; Kore’nin birleşmesi durumunda bunun maliyeti ne kadar olur diye. Önümüzde bir Almanya örneği var. Almanya’da hala toplumsal meseleler var. Kore’deki ayrım ise daha derin. Dolayısıyla nasıl olacak? Maliyeti kim karşılayacak? Çünkü Almanya birleştiği zaman Batı Almanya’nın bayrağı altında birleşti doğunun batıya entegre edilmesi ekonomik anlamda da gerekliydi. Bunun maliyetini tabii ki Batı Almanya’daki vergi mükellefleri karşıladı. Aynı durumu Güney Koreliler de düşünüyor. Bu durum, Güney Koreliler açısından sadece vergilerle ilgili değil. Kore birleştiği zaman kuzeyden gelecek ucuz işgücü olacaktır. Bu durum da, Güney Korelileri mevcut işlerinde çalışamayacak bir duruma getirecektir. Kamuoyu yoklamalarına bakacak olursak, Güney Kore’de “Birleşmeyi ister misiniz?” sorusu sorulduğu zaman, dengeli bir sonuç çıkıyor. Fakat gençler birleşmeye karşıyken, yaşlılar birleşme taraftarı. Yaşlı nüfus o dönemi bildiği ve yaşadığı için konuya daha duygusal bakıyor. Genç nüfusta ise, yeni çalışmaya başlayacak olanlar konuya “Onların masraflarını da biz mi üstleneceğiz?” diye bakmaktadırlar. Dolayısıyla, Kore’nin birleşmesi halk arasında mutlak suretle istenen bir durum değil. Kuzey Kore açısından baktığımızda ise, Kim Jong-Un, hiçbir surette “Ben kenara çekiliyorum siz yönetin” demez. Bu durum sadece Kim Jong-Un ile ilgili de değil; Kuzey Kore’de bir ordu var, bir parti var. Elinde güç ve imtiyazları olan kişiler var. Onlar bu gücü ve imtiyazları birleşme olduğundan tekrar bulabilecekler mi? Bundan dolayı, onlar da direnç göstermekteler. 

Murat Çiçek: Brexit süreci görünen o ki tamamlanacak. Yüksek Lisans tezim için Australian National University’de (ANU) doktora öğrencisi olan Xiaoli Guo ile bir mülakat gerçekleştirmiştim. Kendisi bana “Çinli şirketler İngiltere’yi Avrupa pazarı için bir koridor olarak görüyorlar” demişti. Bundan dolayı, Brexit sürecinin Çin açısından herhangi bir zararı ya da faydası olur mu?

Dr. Altay Atlı: Çin’in herhangi bir ülkeyi Avrupa’ya açılış kapısı olarak gördüğüne katılmıyorum. 2014 yılında İtalya’da bir konferansa gitmiştik, Çin’in yatırımları ile ilgiliydi. Bir oturumda, ben, Atina Üniversitesi’nden bir arkadaş, bir İspanyol ve bir de İtalyan akademisyen vardı. Sunumlar yapıldıktan sonra bir dinleyici söz istedi şunu söyledi; “Farkında mısınız? Hepiniz biz Çin’in Avrupa’ya giriş kapısıyız dediniz”. Biz dahil tüm ülkeler böyle düşünüyor, fakat Çin için bütüncül bir Avrupa tahayyülü yok. Çin, tek tek Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini yürütmektedir. Bir Çinli olarak düşünürsek, Avrupa’ya gireceksem eğer niye İngiltere’ye, Türkiye’ye, Yunanistan’a ihtiyacım olsun? Yunanlılar diyor ki; “Pire Limanı ile Çin Avrupa’ya buradan açılacak”. Oysa Çin, Trieste Limanı’na da yatırım yapıyor. Haritadan baktığımızda, Adriyatik’te yer alan Trieste’nin yukarısında Avusturya ve İsviçre, sonrasında da Almanya var. Brexit’ten sonra İngiltere Çin için daha önemli olacaktır. Zira İngiltere artık tek başına bir Çin politikası sürdürmüş olacak. Bu durumda, Çin için İngiltere daha cazip bir hale gelecektir. Çin’in de tercihi Brüksel (Avrupa Birliği) ile değil, tek tek Avrupa ülkeleri ile muhatap olmaktır. AB’den ayrılan bir İngiltere ile Çin daha rahat ilişkiler kurulacaktır. O yüzden, iki ülke arasında ekonomik olarak rakamlara baktığımızda, bunlar hızla yükselmektedir. Bundan sonra da yükselecektir. Brexit sonrası İngiltere şu sorularla karşılaşacaktır: “Küresel ekonomi içerisinde nasıl konumlanacağız?”, “AB ile Gümrük Birliği yapacak mıyız?“, “AB ile bir serbest ticaret anlaşması mı yapacağız?“… Brexit sürecinin ne anlama geldiğinin İngilizler daha yeni farkına varmaktadır. Eğer bir kayıp varsa, İngiltere açısından var. Avrupa’da çalışan İngilizler bu durumdan olumsuz etkilenecektir. Ticaretin masrafı ve maliyeti de artacaktır. Çin de burada kendisini yeniden konumlayacaktır. 

Murat Çiçek: OBOR projesi ile Çin Yunanistan ile kapsamlı bir ortaklık içerisine girdi. Hatta İtalya ile de aynı durumda. Bu proje ile birlikte Çin’in etki alanını Avrupa’ya taşıdığını ve yeni bir güç merkezini oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?

Dr. Altay Atlı: Çin, ekonomik olarak bu kuşak yol projesini dünyanın her yerine götürüyor, kutuplar bile olmak üzere. Kutuplar için “Polar Silk Road”dan bahsediliyor. Bu, sadece Avrupa ile ilgili bir şey değil. Ama şu önemli; “Kuşak Yol Avrupa’da nasıl şekillenecek?”  ve “Avrupalılar bu projeye nasıl bakıyorlar?“… Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri dediğimiz 16 + 1, Yunanistan’ın katılımıyla 17 + 1 daha farklı bakmaktadırlar. Batı, biraz daha farklı bakmaktadır. Çünkü haklı olarak 17 + 1 bölgesinde çok ciddi Çin yatırımları var özellikle de altyapıda. 17 + 1’in büyük bir kısmına gittim ve Çin’in ne yaptığını gördüm. Baktığımızda, orası da Avrupa ama öyle altyapı yetersizlikleri var ki orada…  Çinliler de geldiler ve altyapıyı yaptılar. Budapeşte (Macaristan) ile Belgrad (Sırbistan) arasında toplu taşıma yoktu. Araba ile gidip gelmen gerekiyordu. Ama Çinliler şimdi buraya bir hızlı tren hattı yapıyorlar. Bu da AB’nin ayıbı o zaman. AB, Çin’i eleştirmeden önce buralara yatırımları önce kendisi yapmalıydı. Bu ülkelerin ihtiyaçları olduğu için Çin yatırımlarını kabul etmektedirler. AB daha iyi şartlarda yapsaydı eğer, bu ülkeler buna ihtiyaç duymazdı. Batı’ya baktığımız zaman, Çin’e karşı daha bir sert duruş var. Ama onların da farklı alanlarda Çin ile işbirliği yaptığını görüyoruz. İtalya, Çin ile bir anlaşma imzaladı. İngiltere, Fransa ve Almanya anlaşmadan dolayı İtalya’yı eleştirdiler. Hatta birileri, “İtalya bu yaptığıyla Avrupa’nın içerisinde bir Truva Atı olmuştur” bile dedi. Çin’in Almanya’daki yatırımları ve Almanya’nın Çin’deki yatırımlarına baktığımızda, İtalya ile kıyaslanamayacak düzeyde. Almanya’nın kendisi de bu ticareti yapıyor ama İtalya Çin’le anlaşma yaptı diye İtalya’yı suçlamaktadır. Dolayısıyla, bunlar serbest piyasa mantığı içerisinde açıklanmalıdır. Arz-talep meselesidir açıkçası. Talep varsa Çin de geliyor arzı alıyor. Gerisi siyasi söylem…

Murat Çiçek: Günümüzde NATO’ya karşılık bir güç merkezi olarak Şanghay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ) görebilir miyiz? Bunu şundan dolayı soruyorum, Çin’in Batı merkezli kuruluşlara alternatif yaratma çabası içerisinde olduğunu bildiğimizden dolayı NATO’ya karşılık ŞİÖ’yü görebilir miyiz?

Dr. Altay Atlı: Buna cevap için NATO’ya bakmamız lazım öncelikle. NATO, kurulduğu zaman, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş döneminde -o zamanki Batı Bloğu içerisinde- Transatlantik üzerinden bir güvenlik ittifakıydı. Yani herkes silahlı kuvvetler anlamında katkıda bulunacak, birisi saldırı altında olursa diğerleri de yardıma gelecek mantalitesi ile kuruldu. Geldiğimiz noktada Soğuk Savaş bitti ve farklı bir dünya var. Günümüzde artık NATO’nun işlevi tartışılmaktadır. NATO neye karşı var? SSBC dağıldı. Çin’e karşı mı var o zaman? Birkaç hafta önceki NATO zirvesindeki bildiride “Çin’i daha yakından takip etmeliyiz” gibi bir açıklama vardı. Öncelikle “NATO nedir?“, bunu tartışmamız gerekmektedir. Ama ŞİÖ’nün çıkış noktasında bu kadar güçlü bir temel yok. Evet, üye ülkelerin ortak tatbikat yaptıklarını görüyoruz. Fakat örgüt büyüdü. İçerisinde Hindistan ve Pakistan da var. Hindistan ve Çin, Çin ve Rusya, Hindistan ve Pakistan, bunların askeri anlamda müttefik olarak hareket edeceklerini düşünmüyorum. Bence ŞİÖ biraz farklı alanlara kayacaktır. Enerji Kulübü denildi ve Türkiye’ye Başkanlık verildi. Örgütün içerisinde Rusya, Çin ve Orta Asya var; bundan dolayı enerji konusu üzerinde çalışmaları doğal bir sonuçtur. Onun dışında, NATO’ya karşı ortak hareket eden bir güvenlik ittifakı olacağını düşünmüyorum. Üyelerin yapacağı en fazla şey, küçük çaplı (verdiği mesaj ön planda olan) bir askeri tatbikat olabilir. Orada da Rusya olacak, Çin olacak… Peki Çin’in olduğu yerde Hindistan gelip katılacak mı? Bence zor. Hindistan’ın olduğu yerde Pakistan gelip ortak bir şey yapacak mı? Bu da mümkün değil. Ama NATO öyle değildi. NATO, zaten olağan bir yapının Batı Bloğu’nun o iki kutuplu dünyanın bir kutbunu kendi içerisindeki güvenlik işbirliği olarak kuruldu. Ama ŞİÖ’de Hindistan farklı, Çin farklı, Rusya farklı ve bahsettiğimiz şey ekonomik işbirliği de değil, güvenlik işbirliği. Dolasıyla, derinleşmek kolay değil. O yüzden ŞİÖ biraz daha ekonomiye kayacaktır, biraz daha enerjiye kayacaktır. Örgüt, biraz daha “soft” hale gelecektir. Bunun örneğini birkaç zirve öncesinde gördük. Vladimir Putin ile Şi Cinping arasında bir görüşme gerçekleşti. Putin, “Avrasya Ekonomik Birliği ile Kuşak Yolu birleştirelim” önerisinde bulundu ve “burada ekonomik entegrasyon sağlayalım” dedi. Ortak güvenlik politikası yürütmektense, ortak ekonomik işbirliği yapmak o ülkeler için daha faydalı gözükmektedir. 

Murat Çiçek: Hocam, Çin sizce dış politikada “Orta Krallığın Merkezi” retoriği ile mi, yoksa “sosyalizm” retoriği ile mi ilerliyor? Yoksa bambaşka bir söylemle mi ilerlemektedir? Çin’in uluslararası ilişkilere bakışı bizim bildiğimiz kuramlarla ilerlememektedir. Bununla ilgili çalışmalarınızın da olduğunu biliyorum. Sizce biz Çin’i yorumlarken Batı kuramlarını kullanarak yanlış mı yapıyoruz?

Tianxia

Dr. Altay Atlı: Bu konuya net bir cevap vermek doğru değil. Çin, hem Orta Krallık, hem daha emperyal geçmişten kalan bir şey ve orada bir “Tianxia” (all-under-heaven) düşüncesi var. Amitav Acharya’nın yazılarında Çin’in uluslararası ilişkiler teorilerine katkısının Tianxia üzerinden olabileceğinden bahsetmektedir. Tabii ki, buna sadece buradan bakmak yanlış değil, ama kısmi olur. Diğer unsurlara (ekonomik olarak) da bakmakta fayda vardır. Maocu düşünce Soğuk Savaş döneminde belki etkiliydi, ama şu anda küreselleşen dünyada bence ekonomik karşılıklı bağımlılık kavramı daha çok ülkelerin (Çin de dahil olmak üzere) dış politika alanlarında belirleyici bir faktördür. Ama bu da tek başına açıklamaya yetmemektedir. Dolayısıyla, hiçbiri değil aslında ama hepsi birden. Şu önemli bir konu, Amitav Acharya da bundan bahsetmektedir; “Çin’i anlamak için değil sadece, bütün dünyayı anlamak için aslında biz daha iyi anlamalıyız” diyorlar ki haklılar. Çin’in dış politikasını Batı kuramları ile açıklarken yanlış yapıyoruz. Ama bu, şu demek de değil; Çin’i anlamak için Çin kuramlarını kullanalım. Aslında dünyayı anlamak için bizim Batı’dan da kuramları kullandığımız ama Çin’den de kuramları kullandığımız yeni bir araca (toolbox) ihtiyacımız var. Herşey için ayrı bir teori olmaz, teori zaten bir genelleme demektir. 

Murat Çiçek: Hocam bu keyifli mülakat için teşekkür ederim.

 

Tarih: 17.02.2020

 

 

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.