TERRY EAGLETON’DAN ‘KÜLTÜR’

upa-admin 19 Mart 2020 4.475 Okunma 0
TERRY EAGLETON’DAN ‘KÜLTÜR’

Kitabın Künyesi: Terry Eagleton (2019), Kültür, Çeviren: Berrak Göçer, İstanbul: Can Yayınları.

Giriş

Terry Eagleton’ın kaleme aldığı Kültür adlı eser (Culture adlı 2016 basımı eserin Türkçe çevirisidir), gerek gündelik yaşamda, gerekse de politik arenada sıklıkla gündeme gelen ve herkesin üzerinde mutabık kaldığı ortak bir tanıma sahip olmayan “kültür” mefhumunu teorik bir çerçeve içinde anlamlandırmaya çalışan kıymetli bir kitap olma özelliğine sahiptir. Berrak Göçer’in çevirisiyle Can Yayınları’nın yayımladığı bu değerli eserin bir hülasası, bu yazıda, siz değerli okurlarımıza takdim edilmiştir. Ancak şüphesiz ki, son derece karmaşık bir kavram olan kültürü tüm boyutlarıyla kavrayabilmek için, bu eserin tamamının okunması gerekmektedir.

Yazar Hakkında

Terence ‘Terry’ Eagleton (d. 22 Şubat 1943, İngiltere), İrlanda asıllı İngiliz akademisyen ve yazardır. Edebiyat ve kültür teorileri uzmanı olan Eagleton, özellikle Marksist edebiyat kuramı üzerine çalışmaları ile tanınır. Şu anda Manchester Üniversitesi’nde görevlidir. Eagleton, doktorasını Cambridge Üniversitesi Trinity Koleji’nde yapmıştır. Kendisi, Marksist edebiyat eleştirmeni Raymond Williams’ın öğrencisidir. Kariyerine 19. ve 20. yüzyıl edebiyatları üzerine çalışarak başlamıştır. Sonradan Williams’ın Marksist edebiyat kuramına yönelmiştir. Oxford Üniversitesi’nin Wadham, Linacre ve St. Catherine’s Kolejleri’nde görev almıştır. Ayrıca, 1960’larda Slant etrafında toplanan sol eğilimli bir Katolik gruba katılmış ve birkaç teolojik makale ve bir de kitap yazmıştır: Towards a New Left Theology (Yeni Bir Sol Teolojiye Doğru). Bu eserin Türkçe çevirisi bulunmamaktadır. Daha yakın bir zamanda, Eagleton, kültürel çalışmaları daha geleneksel edebiyat teorisiyle birleştirdi. Son zamanlardaki yayınları teolojik alanlara tekrar ilgi duyduğunu gösteriyor. Eagleton üzerindeki önemli bir diğer etki de Psikanaliz oldu; Eagleton, İngiltere’de Slavoj Zizek çalışmalarının önemli bir savunucusudur. Halen New Statesman, Red Pepper ve The Guardian gibi önde gelen İngiliz yayınlarında politik olaylar üzerine yorum yazıları yayınlanmaktadır.

Kitabın Özeti

Kitabın “Önsöz” kısmında, kültürün çok yönlü bir mefhum olduğuna vurgu yapılarak, onun üzerine bütünlükçü bir iddia sunmanın güç bir iş olduğuna değinilmektedir. Ne var ki, bahsi geçen kitabın, kültüre farklı perspektiflerden yaklaşarak bütünlükçü bir sav öne sürme riskini göze aldığı belirtilmektedir. İlk olarak, son derece karmaşık bir kavram olarak atfedilen kültürün, başlıca öne çıkan 4 anlamına ilişkin tanımlamalar okuyucuya aktarılmaktadır. Sanatsal ve fikirsel anlamıyla kültürün yenilikler içerebileceğine değinen yazar, yaşam tarzı olarak kültürün ekseriyetle bir itiyat meselesi olduğunu vurgulamaktadır. Bilahare, kültür ve uygarlık mefhumlarına dair mukayeseli bir çözümleme ortaya konulmaktadır. Nitekim her iki kavramın modern çağda salt anlamlarının ayrışmakla kalmadığına değinilerek, aynı zamanda birbirlerinin zıttı olarak da anlaşıldıklarına atıfta bulunulmaktadır. Bu durumu Almanya ve Fransa üzerinden örneklendiren yazar, modern tarihin sayfalarında Almanların ekseriyetle kültürü, Fransızların ise uygarlığı temsil ettiğini ifade etmektedir. Tüm bu tartışmaların odağında, kültürün ne yaptığımızdan ziyade nasıl yaptığımızla ilişkili olduğunu belirten yazar, kültürün; tarzlar, yerleşik izlekler ve teknikler anlamına gelebileceğine işaret etmektedir. Bütün bir yaşam tarzı olarak kültür mefhumunun olası bir şekilde modern öncesi toplumlara, modern toplumlardan daha fazla uyduğunu belirten yazar, bu durumun sebebinin modern öncesi toplumların organik bir bütün oluşturmalarıyla alakalı olmadığını vurgulamaktadır. Zira modern öncesi koşullarda, simgesel pratiklerle içtimai ve iktisadi faaliyetler arasında bariz bir çizgi çizmenin zor olduğuna yer verilmektedir.

Öyle ki, pratik ve simgesel olanın modern öncesi çağlarda, modernliğe nazaran daha yakın bir ilişki içinde olduğuna değinilerek, modern dönemde, iktidarın kendisini manevi yetke perdesiyle kolay kolay gizleyemediğine dikkat çekilmektedir. Bu durumu okuyucunun zihninde somutlaştırmak isteyen yazar, 19. yüzyıldaki bir köylüyle modern bir fabrika işçisi arasındaki farklılığı ayrıntılı bir şekilde incelemektedir. Bu durumla birlikte düşünüldüğünde, geleneksel aile çiftliğinde, emek ve hane hayatının iç içe geçtiğine vurgu yapılırken; bilakis bir fabrika şehrinde, sanayi ile ev hayatının ayrı şeyler olduğunun altı çizilmektedir. Ayrıca bu durumun çocuk sahibi olma özelinde de farklılaştığına dair tafsilatlı bilgi paylaşımında bulunulmaktadır. Kültür ile uygarlık arasındaki ayrımdan sonra kültürün bir başka antitezi olarak barbarlık kavramına yönelik açıklamalarda bulunan yazar, bilahare kültür ile doğa karşıtlığına mercek tutmaktadır. Yağmur suyunun doğal olduğunu söylemenin bir olguyu tasvir etmek olduğuna dikkat çekilmektedir; ancak müşterilerini dolandırmanın bankacılığın doğal bir unsuru olduğunu öne sürmenin bir değer yargısı inşa etmek olduğu aktarılmaktadır. Kültür ile uygarlık arasındaki ayrımı çözümlemeyi sürdüren yazar, uygarlık gibi kültürün de maddi kurumları kapsadığını; fakat herşeyden önce manevi bir olgu olduğunu ifade etmektedir. Kültürün uygarlık kadar faydacı olmak zorunda olmadığına yer verilirken, kültürün salt varlığıyla bile araçsal aklın bir eleştirisi olduğuna dikkat çekilmektedir. Bilahare, kültüre yönelik post-modern önyargılara odaklanılmaktadır. Çeşitliliğin kendi içinde bir değer taşımadığına vurgu yapan yazar, bir şeyden bir tane yerine elli tane olmasını istemenin tartışmasız bir hakikat olmadığını belirtmektedir. Öyle ki, bazen gereksinim duyulan şeyin çeşitlilikten ziyade dayanışma olduğuna işaret edilmektedir. Etnik açıdan bakıldığında, muhtelif olmanın müspet olduğuna değinilse de, bunun tüketim ideolojisindeki rolünün ihmal edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bu bakımdan, farklılık ya da çeşitliliğin kimi zaman yararlı, kimi zaman da zararlı olabileceği belirtilmektedir. Dolayısıyla, tektipçiliğin her türü zararlı olarak görülmemelidir. Aynı zamanda her birlik ve mutabakat da “özcü” olarak kötülenmemelidir. Bu doğrultuda, yazar Eagleton, dünyada daha fazla birlik veya mutabakat olması gerektiği yönündeki temennisini okurlara aksettirmektedir. Dayanışmanın farklılıkları yok etmek manasına gelmeyeceğine değinilmekte ve farklı perspektiflere sırf farklı oldukları için değer verilmemesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Bu durumdan ötürü, dışlayıcılıkta, ilkesel düzeyde yanlış hiçbir şeyin olmadığını belirten yazar, kadınların araba kullanmasını yasaklamanın rezil bir durum olduğunu; fakat Nazilerin öğretmen olmasını engellemenin rezalet içermediğini vurgulamaktadır. Bu minvalde düşünüldüğünde, kültürel çalışmalar söyleminin bizatihi kendisinin dışlayıcı olduğuna yer verilerek, ekseriyetle cinsellikle ilgilendiklerine; ancak sosyalizmle ilgilenmediklerine vurgu yapılmaktadır.

Aynı şekilde kültürel çalışmaların ihlali içerip devrimi içermediğine veya kimliği inceleyip yoksulluk kültürünü analiz etmediğine dikkat çekilmektedir. Öyle ki, birtakım çevrelerde kültürün kapitalizmden bahsetmemenin bir aracı haline geldiği vurgulanmaktadır. Nitekim çoğulculuğu, farklılığı ve marjinalliği savunmanın insanlığa birçok değerli kazanım eklediğine değinen Eagleton, öte taraftan bu savununun dikkatleri bazı maddi sorunlardan başka noktalar çekme konusunda da son derece işlevsel olduğunu ifade etmektedir. Kültürel göreceliğin mantıksal hiçbir tarafı bulunmadığını vurgulayan Eagleton, herşeyi kültüre nispi şekilde değerlendirmenin kültürün kendisini mutlak bir değere dönüştürdüğünü belirtmektedir. Öyle ki, daha derine inilemeyecek olan şey eskiden Tanrı, doğa veya benlik iken, artık kültür olduğuna değinilerek, kültürden daha derin bir noktaya da ancak kültürel araçlarla inilebileceği belirtilmektedir. Fakat hem kültürden daha derinlere yerleşmiş olan, hem de kültürü mümkün ve mecburi kılan maddi koşullara da atıfta bulunulmaktadır. Bu bakımdan, kültürü, insanlığın referans çizgisi olarak görmenin yanlış olduğuna dikkat çekilmektedir. Diğer bir ifadeyle, kültürün maddi koşulları olduğu ve bu yüzden söylenecek son sözün kültür olmadığına işaret edilmektedir. Böylelikle kültürün, emeğin olduğu kadar sömürü ve mutsuzluğun da bir ürünü olduğuna dikkat çekilmektedir. Bir toplumsal bilinçdışı olarak kültürü ele alan yazar, önce kavramı tanımlamaktadır. Sahip olduğumuz inançların büyük bir kısmının varlıklarını yarı dağınık bir şekilde sürdürmesini toplumsal bilinçdışı mefhumuyla açıklayan Eagleton, bunların gündelik faaliyetlerimizin temelini oluşturduğunu belirtmektedir. Nadiren sorguladığımız içgüdüler, önyargılar, inançlar ve hassasiyetlerin bu kapsamda yer aldığının altı çizilmektedir. Bu durumun işleyişinden insanların ekseriyetle habersiz olduğuna da dikkat çekilmektedir. Kendini görememe halinin sınıflı toplumlarda da geçerli olduğuna vurgu yapan yazar, bunun politik bilinçdışı olarak adlandırılabileceğini belirtmektedir. Bu durumu ideolojiyle bağlantılı bir şekilde çözümleyen yazar, ideoloji dolayımı ile davranışlarımıza onların gerçek anlamlarını saptıran veya gizleyen yorumlar getirdiğimizi vurgulamaktadır. Öyle ki, bir kültürdeki herşeyin ideolojik olmadığı; fakat bunlardan herhangi birisinin ideolojik bir niteliğe bürünebileceğine dikkat çekilmektedir. Bilahare, toplumsal bilinçdışı olarak kültür düşüncesine yönelik 18. yüzyıl yazarı ve politikacısı Edmund Burke’ün fikriyatı kapsamlı bir şekilde okurlara aktarılmaktadır. Burke, politik iktidarın, ancak kültüre hassasiyetle yaklaşılırsa güçlenebileceğine değinmektedir. İnsanların yöneticilere değil, yöneticilerin insanlara uyum sağlaması gerektiğini belirten yazar, İngiltere ile Hindistan ve İngiltere’yle Amerika arasındaki ilişkiyi bu çerçevede çözümlemektedir. Bu minvalde uygarlığın alkışlanacak bir muvaffakiyet olduğu; ancak bedelinin insanların sefaletinde saklı olduğuna vurgu yapılmaktadır.

Öyle ki, Burke’ün kültürü, yasalardan ve politikadan daha temel bir olgu olarak gördüğüne değinilerek, onun, kültürü, iktidarın yerleşip kök saldığı tortu olarak tanımladığına dikkat çekilmektedir. Nitekim iktidarın kültüre dönüştürülüp günlük davranışlarımızın dokusuna yedirildiğine vurgu yapan yazar, böylelikle iktidarın bir kenarda saklı tuttuğu baskı araçlarından insanların mutlulukla habersiz kaldığına yer vermektedir. İnsanlar emirlere kendiliğinden boyun eğdiğinde baskı araçlarını kullanma gereksinimi duyulmayacağına işaret edilmektedir. Bu bakımdan politik memnuniyetsizliği engellemenin en kesin yolunun insanların sevgisini ve desteğini kazanmak olduğuna değinilmektedir. Dolayısıyla bütün devletler için asıl tehlikenin ‘’halkın hoşnutsuzluğuna haklı gerekçeler sağlamak’’ olduğuna yer verilmektedir. Diğer bir deyişle sevginin hemen ardından itaatin geldiğine dikkat çekilmektedir. Bu bakımdan kültürün otoriteyi yumuşatıp tahammül edilebilir kılması onun politik iktidarın aracı haline geldiğinin işaretidir. Bu duruma binaen devletin muvaffak olması için kendisini bir sanat eserine dönüştürmesi gerektiğine yer verilse de kültürün bir iktidar aracı olmanın yanı sıra iktidara kafa tutabilecek bir alanda olduğuna işaret edilmektedir. Bu yönüyle kültürün, politikanın karşısında durduğuna değinen yazar, kültür ile politika arasındaki ilişkinin müsavi olmadığını belirtmektedir. Öyle ki, son kertede kültürün daha üstün olduğunun altı çizilmektedir. Daha sonra, Edmund Burke’ün çağdaşı olan Alman filozof Johann Gottfried Herder’in kültür kavramına ilişkin fikriyatı kapsamlı bir şekilde okurlarla paylaşılmaktadır. Mamafih kültür kavramına ilişkin Burke ve Herder arasında karşılaştırmalı bir çözümlemeye yer verilerek eserin muhtevası zenginleştirilmiştir. Tüm bu tartışmalara ek olarak, kitapta, yazarın bir kültür havarisi olarak tanımladığı Oscar Wilde’a yönelik derinlikli bir betimleme de sunulmaktadır. Birçok farklı vasfıyla öne çıkarılan Wilde’ın kültüre bakışı ilginç anekdotlarla okurlara aktarılmaktadır. Sonuç bölümüne gelindiğinde ise yazar Eagleton, kültürün, modern toplumlarda hiç de merkezi bir öneme sahip olmadığına yönelik iddiasının gerekçelerini sıralamaktadır. Öyle ki, kültürün etkisini tüm dünyaya yayma sebebinin kâr güdüsü olduğunu belirten yazar, kültür endüstrisini de kültürün merkezliğinden öte geç kapitalist sistemin yayılmacı hırsının bir işareti olarak değerlendirmektedir. Kapitalizmin bir zamanlar Kenya veya Filipinler’i sömürgeleştirdiği gibi, günümüzde de fantezileri ve eğlenceyi aynı yoğunlukta sömürgeleştirdiğine yer verilmektedir. Kapitalizmin kültürü asimile etmeye çalışmasının en iyi örneği olarak üniversitelerin küresel gerileyişi gösterilmektedir. Nitekim bir zamanlar eleştirel fikir alanları olan akademik kurumların gitgide ganyan bayileri veya fast food dükkânları gibi birer piyasa aracı haline getirildiğinin altı çizilmektedir.

Akademisyenlerden oluşan yeni bir entelektüel proletaryanın, verdikleri Platon veya Kopernik derslerinin ekonomiyi canlandırma derecesine göre değerlendirildiğine dikkat çeken Eagleton, işsiz mezunların ise bir tür lümpen entelijansiyayı meydana getirdiğini ifade etmektedir. Tüm bu parametrelere ek olarak, insan bilimlerinin ölümünün ufukta bizleri beklediğine dair bir saptamaya da yer verilmektedir. Hülasa savaş, açlık, uyuşturucu, soykırım, hastalık ve felaket gibi konuların hepsinin kültürel yanı olduğuna; fakat özlerini kültürün oluşturmadığına vurgu yapılarak kültürden bahsederken kavramın şişirilmeden konuşulması ya da en iyisi sessiz kalınması salık verilmektedir.

Sonuç

Terry Eagleton’ın kaleme aldığı Kültür adlı eser, kavramı farklı perspektifler üzerinden tanımlayan ve kültürün son derece derinlikli serüvenine dair muhtelif örneklerle içeriği zenginleşen titiz bir çalışmanın ürünüdür. Bahsi geçen kitap aynı zamanda, Sosyal Bilimlerin farklı alanlarında eğitim gören lisansüstü öğrenciler için rehber niteliğindedir. Bu bakımdan bu değerli eserin alınıp okunmasını tüm okurlarımıza tavsiye etmekteyim.

 

İsmail Uğur AKSOY

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.