Bugün dünya genelinde milyonlarca insan, savaştan ve yoksulluktan kaçmak ve daha iyi bir yaşam ve gelecek uğruna başka ülkelere göç etmektedir. Dünya genelinde göç hareketlerine baktığımızda, göçlerin birtakım muhtelif gerekçelerden kaynaklandığı görülmektedir. Genel olarak göçleri etkileyen unsurlara baktığımızda, ekonomik faktörler ilk sırada yer almaktadır. Tarihten güncele göç hareketlerinin rotasına baktığımızda ise, insanların daha çok refah seviyesi yüksek olan ülkeleri tercih ettikleri görülmüştür. Çünkü her bir sığınmacının tahayyülünde “daha iyi bir yaşam istenci” hakim bir düşünce olarak yer almış ve almaktadır. Nitekim göçmenlerle ilgili sözlü tarih çalışmalarında ve son yıllarda farklı ülkelerde mültecilerle yapılan röportajlarda da, bu düşüncenin baskın bir şekilde zihinlerde yer aldığı görülür. Arap Baharı sonrası süreçte ise, özellikle Suriye iç savaşından sonra, Avrupa’ya olan göçler farklı bir boyut kazanmıştır. Bu dönemdeki kitsel göçün gerekçelerine baktığımızda; sığınmacıların/mültecilerin daha güvenlikli ve refah seviyesi yüksek bir ülkede yaşama isteğinin ön planda olduğunu görmekteyiz.
Suriye iç savaşından sonra, Avrupa, bu göç krizinin kesif boyutta etkilendiği bir kıta oldu. Avrupa’ya göç akınını tetikleyen unsurların başında, Arap Baharı sonrası Ortadoğu coğrafyasının destabilize olması, özellikle de Suriye’de yaşanan iç savaş etkili olmuştur. Avrupa kıtası, Suriye iç savaşından kaynaklanan göç akınına hazırlıksız bir şekilde yakalanmıştır. Göçler, Avrupa’da şok etkisi yaratmış; bu durum karşısında çoğu Avrupalı kendi ülkelerinden daha fazla mülteci kabul etmelerine karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkış düşüncesi, aslında Avrupa’da daima vardı. Yabancı/göçmen fobisi (zenofobi), Avrupa’nın toplumsal belleğinde yıllarca yer almış ve yeni kuşaklara da aktarılmıştır. Bu durum, Avrupa politikasında da etkisini kısa sürede hissettirmiş ve yıllar sonra önceleri küresel gündemde yer almayan aşırı sağcı, göçmen karşıtı siyasi lider ve haberler Avrupa’da popüler hale gelmeye başlamışlardır.
Avrupa’daki mülteciler, son yıllarda Avrupa’da aşırı sağcı ve popülist partilerin politik ajandasında başat bir problem olarak yer almıştır. Her ne kadar son zamanlarda Avrupa siyasetinde aşırı sağ ve popülist partilerin etkisi kesif bir şekilde hissedilmese de, bu partilerin politikaları her zaman yaşarlığını korumuş ve aktif oldukları ülke sınırları içinde taraftar bulmuştur. 2017 Fransa seçimlerinde aşırı sağcı Ulusal Cephe (FN) lideri Marine Le Pen ‘in Macron’un karşısında ikinci tura kalması ve Almanya’da İslam karşıtı aşırı sağcı “Almanya için Alternatif ” (AfD) partisi kurulduktan sonra girdiği her seçimde oylarını yükseltmeye devam etmesi buna birkaç somut örnek olarak gösterilebilir.
Avrupa siyasetinde ulusal kimliğin savunucuları konumunda olup, kendini ön planda gösteren aşırı sağ ve popülist partilerin, mültecileri kabul etmeme konusunda çok istekli oldukları görülmüştür. Aşırı sağ ve popülist partilerin politik ajandasında mültecilerin ekonomide ve iş hayatında kitlesel bir baskı oluşturduklarına yönelik endişeler yer almaktadır. Bu endişeler, politik arenada faaliyet gösteren yukarıda ismini zikrettiğim partilerin mültecilere yönelik dışlayıcı/ötekileştirici diskuruna sirayet etmiş ve mültecilerin Avrupa’da içinde bulundukları toplumlarla tarafından kabullenişi yönünde bir handikap oluşturmuştur. Bu durum, Avrupa’da mültecilerin entegrasyon sorununu doğurmuştur.
Çoğu Avrupa ülkesinde mülteciler artık kötülüklerin kaynağı olarak görülmektedir. Özellikle Avrupa’ya akan göçlerin etkisiyle giderek daha dışlayıcı bir veçheye bürünen Avrupa siyasetinin artık yaralı olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle 2008 sonrası Avrupa ekonomisindeki resesyon, bunun topluma akisleri, mültecilere yönelik kötücül algının hasıl olmasında önemli bir faktör olmuştur. Avrupa’daki göçmen karşıtlığını da bu bağlamda düşündüğümüzde, Avrupa demokrasisinin son yıllarda bir krizin içinde olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü şunu biliyoruz ki, bugün, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kalkınan, demokrasiyle, refahla anılan ve bir rüya olarak görülen Avrupa artık yok. Bilakis kendi içinde kriz yaşayan, demokrasi açısından geleceği muğlak bir Avrupa var. Avrupa siyasetinin içine düşmüş olduğu bu kriz, Avrupa demokrasisinin geleceği açısından riskleri düşündürtmektedir.
Bütün Avrupa ülkelerine teşmil etmemekle birlikte, Avrupa ülkelerinin mülteciler karşısında verdiği sınavın başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Avrupa ülkeleri, yaşadıkları ülkelerde savaş ve çatışma ortamından kaçan mültecileri yasal olarak korumaları gerekirken, bu durumun arzulanan bir seviyeye ulaşmadığını, kıta Avrupası’nın bu göç dalgasından etkilenen tek bölge olmadığını söyleyebiliriz. Avrupa ülkelerinin mülteci politikaları farklılık arz etmiş; kimi Avrupa ülkesi mültecileri alma konusunda sınırlamalara gitmiş, mültecileri kendi toplumlarına entegre etme yönünde başarılı bir sınav vermiştir. Örneğin, AB içinde güçlü bir konumda olan Almanya, mültecilere yönelik politikalarında Viktor Orban Macaristan’ı ile kıyaslandığında, daha insancıl ve başarılı bir politika sergilediği görülmüştür. Ama genel olarak söylememiz gereken bir şey varsa, o da, kimi Ortadoğu ülkesinin mültecileri kabul etme konusunda “açık kapı” politikası izleyerek Avrupa ülkelerine nazaran başarılı politikalar izledikleri olmuştur. Bugün Ürdün’deki Zaatari kampında 82.000, Lübnan’da 1.116’nin üstünde mülteci yaşamaktadır. Bir diğer örnek olarak, Türkiye, tam 3,5 milyon mülteciye ev sahipliği yaparak açık ara mültecileri kabul etme konusunda ilk sırada yer almaktadır.
Bugün Akdeniz’in toplu bir mezara dönüşmesinde Avrupa ülkelerinin sorumluluk payları da vardır. Avrupa liderlerinin Avrupa siyasetinin genelinde bir tehlike olarak boy gösteren aşırı sağ ve popülist partilerin mültecileri dışlayan onur kırıcı söylemlerine boyun eğmek yerine, Avrupa liderlerinin mültecilere yardım etmek için yasal ve ahlaki yükümlülüklerini yerine getirmelidir. Bugün, Avrupa, Suriye iç savaşından sonra giderek büyüyen bir mülteci akınına maruz kalmasa da, bu yükümlülüklerin neden önemli olduğunu siyasi parti liderleri kendi vatandaşlarına açıklamalıdır. Çünkü Avrupa ülkelerindeki “mülteci algısı” olumlu anlamda istenilen bir seviyede değildir. Bugün Avrupa’nın mülteci sorunsalı karşısında sergilemiş olduğu politikaların başında aslında bu algı başat bir konumdadır. Bunun dışında, Avrupa ülkelerinin mülteci krizini minimize edecek politikaları izlemeleri elzem görülmektedir. Krizi yönetmenin yanında, Avrupa ülkeleri, bu krizden etkilenen ülkelere yaşadıkları sorunların üstesinden gelmelerinde, vatandaşlarının refahını arttırmada, gelişen ekonomiler yaratmada destek çıkmalıdır.
Avrupa’nın kapısına dayanan mültecilerin amacı yaşadıkları topraklarda maruz kaldıkları çatışma ve savaş ortamından kaçmak, barış ve refah içinde yaşamlarını sürdürebilecekleri ülkelerde yaşamak olmuştur. Avrupa’da yaşamak, mülteciler için umut ve umuda yolcukta bir rüya olmuştur. Ülkelerinin gerek refah açısından, gerek demokrasi açısından gelişmiş olması sığınmacıların bu ülkelere yönelmesinde belirleyici faktör olmuştur. Avrupa’nın yakın tarihine baktığımızda Stefan Zweig’ın “Dünün Dünyası” adlı anı kitabında da anlattığı gibi, iki dünya savaşı arasında Avrupa topraklarının kanlı olduğunu, Avrupa coğrafyasının çatışmalı bölgelerden oluştuğunu görürüz. Özellikle Alman Nazi yayılmacılığı Avrupa’da bir tehlike olarak görülür. Bu tehlikenin yaşandığı muhtelif Avrupa ülkelerinde göçler vuku bulur, bazı ülkeler Avrupa’dan gelen sığınmacılara kapılarını açar. Bugün özellikle mültecileri kendi topraklarında istemeyen aşırı sağ ve popülist siyasi liderin kendi tarihini hatırlamaları, bellek yitimine uğramamaları bir sorumluluk olarak telakki edilmelidir.
Avrupa demokrasinin önündeki en büyük sorun, Kıta Avrupası’nda iktidara gelmeyen fakat sürekli bir mobilize halinde olan aşırı sağ ve popülist partilerin büyümesi ve giderek Avrupa’nın bütün ülkelerinde etkisini hissettirmesi olacaktır. Bu partilerin politik ajandasında mülteciler hep ön planda olmaya devam etmektedir. Bu durum, mültecilerin içinde yaşadıkları topluma entegrasyonu önünde bir engel oluşturmaktadır. Mültecileri kendi topraklarında istememe, kimi ülkelerde duvarlar örme, tel örgüler çekme gibi durumlar, Avrupa demokrasinin bir kriz içinde olduğunun göstergesi olmuştur. Krizden çıkmanın yolu; mültecilerin Avrupa’daki entegrasyonuna, mültecilerin Avrupa toplumları tarafından hoşgörülü bir şekilde karşılanmalarına ve Avrupa’daki aşırı sağ ve popülist partilerinin etkisini yitirmesine ve bağlı olacaktır.
Suat AYHAN