AMAZON ORMANLARINDA 30 GÜN

upa-admin 21 Mayıs 2013 9.319 Okunma 1
AMAZON ORMANLARINDA 30 GÜN

Bu sene Amazon ormanlarındaydım. Aslında bu, dünyanın en büyük yağmur ormanlarına Venezuela ve Brezilya’dan sonra üçüncü gidişim. Bu sefer Bolivya’yı seçtim. Başkent La Paz’ın kuzeyindeki Rurrenabaque (Rurre) kasabasından ormanın içine erişim sağlanabiliyor. Ben de Rurre’ye giderek biraz keşif, biraz da macerayla dolu otuz gün süren bir yolculuğa çıktım. Amazon gözlemlerimi sevgili okurlarla paylaşmak istiyorum.

Açıkçası buraya gelmemdeki amaç macera arıyor olmamın yanında farklı yaşamları da yakından tanıma isteğiydi. Bu yüzden kaldığım süre içerisinde mümkün olduğunca oradakiler gibi yaşamaya veya daha iyi tabirle onlar gibi hayatta kalmaya çalıştım. Vahşi doğanın ortasındaki köylerde insanlar barınak yapmaktan avlanmaya, karınca yemekten timsah peşinde koşmaya kadar ne yapıyorsa aynısını yaptım. Yerli arkadaşımla yanımıza yiyecek ve çadır almadan günlerce ormanda kaldık. Evimizi kendimiz inşa ettik, yiyeceğimizi kendimiz bulduk. Doğal olarak da orada kaldığım bir ayın sonunda bir sürü ilginç hikaye ortaya çıktı. Bunların ancak bir kısmını anlatabileceğim.

Önce burada kimlerin yaşadığından bahsedeyim. Bölgedeki yaşam, Amazon Nehri’nin kollarından birisi olan Beni Nehri’nin kıyılarında şekilleniyor. Beni çevresindeki toprakların koloni öncesi dönemde sahipleri Tacana, Moseten, Tsimane ve Esse Ejja adlı yerli grupları imiş. 16. yüzyıl itibariyle Avrupalıların altın aramak için ormanın derinliklerine kadar girmeleri sonucu bu bölgede koloni yerleşimleri kurulmaya başlanmış. Bunlardan birisi de, 1844 yılında kurulan, bugün 14 bin nüfusa sahip Rurrenabaque kasabası. Bölge yerlileri uzun yıllar işçi olarak çalıştırılmış ve koloni toplumuna kaynaştırılmışlar. Fakat bugün bu saydığımız yerliler Beni bölgesinde hala mevcutlar ve kültürlerini yaşatmaya çalışıyorlar.

Ben Tacanaların yaşadığı köylerden birisi olan Tres Hermanos köyünde kaldım. Daha doğrusu burası ana kampımız sayılırdı. Çünkü ormanın derinliklerine buradan hareket edecektik ve zamanımızın çoğu ormanda geçecekti. Rurre’den köye ulaşım sadece nehir yoluyla sağlanıyor. Beni Nehri üzerinde 3 saat süren yolculuğun ardından köye varılabiliyor.

Ormanda yaptıklarımıza gelmeden önce bu köyü biraz anlatayım. Köyde toplam kaç hane olduğunu tam olarak bilmiyorum çünkü ormanın içinde ikişerli üçerli evler halinde ayrılmış birkaç yerleşim yeri var. Sanırım her biri farklı ailelere ait. Evler tamamen orman işi. Saz ve ağaçlardan yapılmış ayrı birer mutfak, oturma alanı, yatma alanı mevcut. Bir de yine ağaç dallarından yapılmış son derece orijinal bir çocuk parkı ile tuğladan yapılmış bir okul var. Köyde elektrik yok. Geceleri aydınlatma fenerle veya ateşle yapılıyor.

Köylüler geçimlerini büyük oranda avcılık yaparak; sığır, tavuk, domuz gibi hayvanlar besleyerek ve muz, papaya, karpuz gibi ürünler yetiştirerek sağlıyorlar. Daha çok balık avlıyorlar ancak özellikle geçmişte maymun, timsah, yılan gibi canlıları da yediklerini söylüyorlar. Köylülerin bir kısmı şehirde, yani Rurre’de çalışarak para kazanıyor. Örneğin bana köyde rehberlik eden arkadaşım Amilkar aynı zamanda Rurre’de mototaksicilik yapıyor.

Köyü “corregidor” (korrehidor) adında bir şef yönetiyor. Corregidor, İspanyolların kurdukları siyasi yapı dâhilinde getirdikleri bir kavram. Köyün bütçesi, dış ilişkileri gibi işlere bakıyor. Bu yönetici, köyün belirli yaşın üstündeki bireylerinden seçiliyor. Sosyal yaşamda biraz ataerkil bir yapı var. Erkekler ava giderken kadınlar daha çok yemek ve temizlik yapıyor.

Köyde tek sınıflı bir okul var. Her sabah öğretmen zili çaldıktan sonra okulun önünde toplanan çocuklar sıraya girip üstlerini başlarını düzeltiyor ve öyle içeri giriyorlar. Üniforma yok. Dersler İspanyolca anlatılıyor. Sınıfın bir köşesinde Bolivya’nın bağımsızlık kahramanı Simon Bolivar’ın fotoğrafı var. Çocuklar neşeli ve cin gibiler. Bir ara dersten sonra büyükler köydeki geniş alanda futbol oynarken ben de meraklı çocuklarla sohbet ediyorum.

Köyde kaldığımız birkaç gün boyunca köy merkezine yakın bir noktada ağaç dalları, naylon muşamba ve cibinlikten ibaret bir barınağın altında, yerde yatıyoruz. Etraftaki böcek ve hayvan seslerinin verdiği heyecan tarifsiz. Başucumdaysa zehirli bir kurbağa bana sabaha kadar eşlik ediyor.

İlk üç gün yanımızda iki Polonyalı daha vardı; üçüncü günün sonunda onlar “daha önce böyle şey görmedik, bize bu kadar macera yeterli” diyerek Rurre’ye geri döndüler. Hayatlarının en zor ama en keyifli anlarını yaşadıklarını söylemişlerdi. Fakat biz daha Amilkar’la köyden uzaklaşıp ormanın içinde vahşi yaşamı keşfedecektik.

Polonyalıların ayrılacağı akşam mutfakta yemek yerken duvarda bir hareketlilik görülüyor. Gece karanlığında ilk başta tam seçemesek de daha sonra tencerenin arkasında yürüyen şeyin bir tarantula yavrusu olduğunu fark ediyoruz. Yavru derken avuç içi kadar. Tarantulayı Amilkar’ın omzunda gezerken görünce onu hemen başımın üstünde dolaştırmasını söylüyorum. Amilkar tarantulanın üzerine biraz duman üfledikten sonra alnıma yerleştiriyor. Bacakları göz kapaklarıma basarken hafif bir yanma hissediyorum. Geriye kalanı, eşsiz bir an. Bir ara Rurre’ye geri dönsem mi diye düşünürken tarantula eğlencesinden sonra kararım kesindi: ben burada kalacağım! Ertesi sabah Polonyalıları yolladıktan sonra biz de orman için hazırlıklarımızı tamamlamaya koyulduk.

Yanımda kendim için bir çift bot, terlik, kamera, fener ve sinek ilacı vardı. Yağmur ormanları için pek yeterli bir ekipman sayılmaz. İlk üç gün sinek ilacını hiç kullanmadım. Bilançoyu saydık: Tüm vücutta 189 ısırık. Fakat Amazon turu boyunca asıl sorun sinekler değildi. Burada ısırdığında dayanılmaz acı veren karıncalar var. Bir tanesi paraponera, halk arasındaki adıyla “yirmi dört”. Bu isimle anılmasının sebebi, ısırdığında verdiği acının 24 saat sürüyor olması. Bu karıncaların ısırığıyla üç kez karşılaştım. Birisi toplu halde gerçekleşti. Bir gün meyve toplamaya gittiğimizde farkında olmadan yirmi dörtlerin geçiş yolu üzerinde durmuşum. İlk acıyı boynumda hissettim. Fakat sonra baktığımda baştan ayağa vücudumun her yerini sarmışlardı. Bunlar sizi çorabınızın, gömleğinizin üzerinden de ısırabiliyorlar. Kıyafetlerimi çıkarmaya başladım ama o bile yeterli değildi. Bir yerimi temizlemeye çalışırken öbür yerimden ısırıyorlardı. Uzun süren bir çabanın ardından ancak kurtulabildim. Yine de yaptığım işten keyif alıyor muydum? Cevabı evet.

Her zaman da insanlar karıncalara yem olmuyor. Burada köylüler termit diye bilinen ve büyük koloniler halinde yaşayan beyaz karıncaları yiyorlar. Termitlerin ağaçlarda oluşturduğu kaya parçası büyüklüğündeki yuvaları evlerine getirip içindeki sakinlerini canlı canlı yiyorlar. Özellikle vücutlarının güçlenmesi ve derilerinin sertleşebilmesi için küçük yaştan itibaren çocuklarına yediriyorlarmış. Biz de yedik mi o termitleri? Aksini bekleyebilir miydiniz!

Ormana girmeden önce yapmam gereken son şey machete kullanmayı öğrenmekti. Ormanda sık bitki örtüsünün içinde ilerleyebilmenin tek yolu bu olduğu gibi köylüler de macheteyi pek çok şey için kullanıyorlar. Önce onu bilemek gerekiyordu. Bu işlem yaklaşık 3 saat sürdü. Sonra Amilkar birkaç kullanma tekniği gösterdi ama uzun süre kullanınca yoruluyorsunuz.

Sonunda köye veda ederek yola çıktık. Artık sadece Amilkar, ben ve dünyanın en büyük yağmur ormanları vardı. Günde ortalama 6-7 saat yürüyecek ve hava kararmadan barınak yapmaya koyulacaktık. Her gün farklı bir noktada sabahlayacağımızdan her gün yeni bir barınak yapmak zorundaydık. Ormanda yürümekse şehirde yürümeye benzemiyor. Aşırı sıcak ve aşırı nem, bazen yağan şiddetli yağmur, işi epey zorlaştırıyordu. Karnınız acıktığında oturup bir şey yiyemiyorsunuz, yiyecek bulmak zorundasınız. Susuzluk ise en büyük problem.

Tur boyunca normalde yerde yatacaktık. Fakat ilk gün A şeklinde bir barınak yaptık. Bunu ben önerdim çünkü gece yağmur beklediğimizden yerden yüksek bir yatak yapmak yerinde olacaktı. Bu barınağı yapmak bizi epey uğraştırdı. Akşam saat 5’te başlayıp 9’da ancak bitirebildik. Hava ise 7’den önce kararıyor. Bunun için birkaç ufak ağacı da kesmek zorunda kaldık. Çok istediğim bir şey değil ama orada yaşam böyle. Ağaçları yine macheteyle kesiyoruz. Amilkar çok güçlü. Benim beş hamlede kestiğim dalı o tek darbede indirebiliyor. Amilkar doğadayken çok vahşi olabiliyor. Çocukluğu ormanda geçmiş. Hatta bir hikayesini anlatıyor. Küçükken bir gün ormana çıkmış; birkaç saat dolaştıktan sonra kaybolmuş. Ne yapsa ne etse köye dönemiyor. Birkaç gün ormanda meyve ve böcek yiyerek hayatta kalmaya çalışmış. En sonunda aklına bir ağacın tepesine çıkıp etrafa bakmak gelebilmiş ve nihayetinde günler sonra gideceği yönü bulup evine geri dönmüş. Amilkar’ın ağaca bir tırmanışı var ki küçükken ona arkadaşlarının maymun lakabını takmasının hakkını fazlasıyla veriyor. Ama ben de o ne yapıyorsa aynısını yapmaya çalışıyorum.

Su bulmak da meseleydi. Nehre yakın olmadığımız zamanlarda ağaç dallarından su çıkarmaya çalışıyorduk. Amilkar bunun nasıl yapılacağını da gösterdi. Bazen de imdadımıza Amazon’un sulu tropikal meyveleri yetişiyordu. Burada gerçekten çok fazla su kaybediliyor.

Yemek konusuna gelince. Birinci besin kaynağımız meyvelerdi. Yolda çok nadir gerçekleşen meyveyle karşılaşma anlarında onları görür görmez saldırıyorduk. Çürük veya taze olmasının pek bir önemi yok. Bazen meyvelerin içinden larvalar çıkıyordu. Bu bizim en sevdiğimiz anlardı; çünkü enerji seviyenizi artırmanızda size çok yardımcı oluyorlar. Larva klasik bir protein kaynağı. Pişirmek gibi bir derdiniz de yok. Tadının neye benzediğini soracak olursanız, Amilkar da ben de hindistan cevizi olduğuna hemfikiriz.

Menümüzde sıcak yemek olarak sadece pirana yer alıyordu. Nehir kenarına varabildiğimiz zamanlar pirana avlıyorduk. En bildik balık pişirme şekli yaprak yöntemi. Doğada hayatta kalmanız gerektiğinde bulacağınız birkaç balık ve dışına sarmak için genişçe bir yaprak işi kurtarabilir. Ateş yakmak için kullandığımız yöntem ise bizlere tanıdık: çakmak. Pirana benim şimdiye kadar yediğim en lezzetli balıklardan birisi. Hele yaprakla yapıldığında tadı muhteşem. Ancak balık da her an bulabildiğimiz bir yiyecek değildi.

Amilkar işi idare etmenin yolunu bulmuş: koka. Koka yaprağı Bolivya kültüründe önemli bir yer tutuyor. Daha çok And dağlarının yükseklerinde kullanılıyor. Birkaç koka yaprağını ağzınıza koyup çiğnediğinizde özellikle 4.000 – 5.000 metrelerde yükseklik hastalığına yakalanmanızı engelliyor. Fakat Amazon’da daha çok enerji vericiliği ve canlı tutması sebebiyle kullanılıyor. Amilkar sırf koka çiğneyerek yemek yemeden günlerce idare edebileceğini söylüyor. Koka yaprağı kokainin ve ilk yapılan kolanın da ham maddesi. Eskiden ABD Bolivya’dan kola üretimi için tonlarca koka alıyorken şimdi uyuşturucu sebebiyle buna karşı büyük savaş veriyor.

Yol boyunca çok çeşitli canlılarla karşılaştık. Maymun, koati, yılan, timsah, tarantula, dev örümcekler, kurbağalar, bin bir çeşit böcek, sürüngen ve kuş. Fakat bizim için veya en azından benim için en sürpriz olan hayvanın hikayesini anlatayım. Biz genelde gündüz yürüyorduk. Bir akşam gece yürüyüşüne çıkmaya karar verdik. Kampımızdan yaklaşık bir buçuk saat mesafe uzaklığa kadar ilerledik. Kampa dönerken bir yerde Amilkar birdenbire hareketsiz kalmamı söyledi. Eline feneri aldı ve karşıya tuttu. Çalıların arkasında bir puma vardı. Sapsarı gözleri bize bakıyordu. Aramızdaki mesafeyse beş metreden azdı. Bütün vücudunu olmasa da kafasını görebiliyordum. Belki bir iki dakika orada durduktan sonra ortadan kayboldu. Bunun beni en heyecanlandıran anlardan biri olduğu itiraf etmeliyim. Çünkü bu gerçekten herkesin karşısına çıkan bir şans değil.

Amilkar’ın ormandaki hayvanları hissetme konusunda inanılmaz bir yeteneği var. Yüzlerce metre ötedeki bir hayvanın sesini işitebiliyor, kokusunu alabiliyor veya karanlıkta yürürken yerdeki saklanmış ufacık bir kurbağayı fark edebiliyor. Fakat bu kadarla da değil. Onlarla iletişime de geçebiliyor. Uzaktaki bir kuşla veya bir maymunla dakikalarca onunla aynı sesi çıkartarak konuşabiliyor. Herhalde ondan öğrenemeyeceğim tek şey bu olurdu.

Ama tur boyunca karşılaştığımız en güzel canlı bana denk gelmişti. Ağaçların arasında yürürken sarı bir yılan gördüm.  Boyu iki metreden biraz kısaydı. Hemen peşine takıldık. Tam bir ağaca saklanacakken kuyruğundan tutup dışarı çıkardım. Elime alır almaz kakasını yapması garip bir andı. Amilkarın söylediğine göre öfkelenince zehrini kullanan ve tehlikeli olabilen bir yılanmış. Günlerdir elimizden defalarca kaçırdığımız yılanlardan sonra bu en güzeliydi. O anki mutluluğumuzu anlatamam.

Açıkçası bütün bu heyecanı ve macerayı bırakıp köye dönmek istemiyordum. Ama bir yerde bitirmeliydik. Günler süren bu yolculuğun beni biraz yorduğunu da itiraf etmeliyim. Köye vardığımızda bizi karşılayan köylülerle kucaklaştık. Onları özlediğimizi fark ettim. İlk işimiz taptaze bir papaya yemek oldu. Açlıkla geçirdiğimiz onca zamandan sonra bu, cennetten gelen bir meyve gibiydi. Geceyi köyde yerlilerle sohbet ederek ve müzik çalarımdan İbrahim Tatlıses şarkıları dinleyerek geçirdikten sonra ertesi gün sabah başka bir maceraya atılmak üzere Rurrenabaque’ye geri döndük.

Amazon’da yaşam böyleydi. Farklı yaşamları, dilleri ve kültürleri tanımak insana keyif verdiği kadar onlara saygı göstermeyi de öğretiyor. Bence bu çeşitliliğin devamı için çaba göstermek her insan için önemli bir sorumluluk olabilir. Çünkü dünya renkleriyle güzel.

Köyde birinci günümüz

Köyün okulu ve çocuklar

Tarantulalar

Amazon turunun diğer videoları için; http://www.youtube.com/user/ksagir/videos

Kıvanç SAĞIR

One Comment »

  1. emre 07 Kasım 2019 at 07:38 - Reply

    güzel bir gezi olmuş

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.