BATI’DA İSLAM DÜŞMANLIĞI: GERÇEK SEBEPLER VE AMAÇLAR

upa-admin 27 Şubat 2015 3.884 Okunma 0
BATI’DA İSLAM DÜŞMANLIĞI: GERÇEK SEBEPLER VE AMAÇLAR

Maalesef, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı günümüzde artık en gelişmiş ve güvenli toplumlarda bile günlük hayatın acı gerçeğine dönüşmüştür. Bu korkutucu eğilim devletlerin sınırları dışına çıkar ve günlük hayatımıza girer. Bu tehlikeli eğilimlerden biri de İslam düşmanlığıdır. Ne kadar şaşırtıcı olsa da, bu daha çok liberal Batı’da görülüyor.

Siyasi Terminolojide “İslam Düşmanlığı”

İlk kez “İslam düşmanlığı” terimini Haçlı Seferleri’nden sömürgecilik devrine kadar Avrupa ve Müslüman dünyası arasında mevcut olan sayısız çatışmalar sebebiyle, bu dine karşı olan olumsuz yaklaşımı anlatmak amacıyla, 1922 yılında Oryantalist Etienne Dine “Batı’nın Gözünde Doğu” makalesinde kullanır.

Uzun yıllar hatırlanmayan bu ifade, 20. yüzyılın sonlarında geniş şekilde kullanılmaya başladı. 1997 yılında, nüfusun tüm tabakalarına mantıksızca, İslam’a karşı anlaşılmaz korku ve nefret aşılayan “Runnymede Trust” adlı Birleşik Krallık’taki araştırma merkezinin “İslam Düşmanlığı: Herkes için Çağrı” adlı raporuyla siyasi terminolojiye dâhil oldu. Söz konusu belgede İslam, Batı’dan farklı değil, onun gerisinde kalan bir kültür olarak açıklandı. İslam kültürü ise alternatif fikre düşman, diğer kültürlere tehlike olarak gösterildi.

11 Eylül 2001 saldırıları bir dönüm noktası oldu. Bu andan itibaren İslam düşmanlığı kavramı dünya basınının ve siyasetçilerin diline düştü. Sonraki yıllarda bu terim Batı toplumunun onulmaz hastalığına dönüştü. Şimdilerde İslam düşmanlığı, İslam dininin kabul edilmemesi, Müslümanlara karşı ayrımcılığı takdir eden, korku üzerine kurulu düşünceyi tecessüm ettirse de, birçok uzman bunu “düşman” arayışında olan Batı kültürünün “başarılı” bir uydurması olarak yorumluyor. Tesadüfi değil ki, “Medeniyetlerin Çatışması” adlı ünlü makalesinde Huntington yazıyor ki; İslam düşmanlığı İslam devletlerinin siyasi, askeri, ekonomik zayıflığını sürdürmek için oluşturulan propagandanın aracı olarak geliştirilecek. “Haçlı Seferi 2.0: Batı’nın İslam’a Karşı Yeni Savaşı” adlı kitabın yazarı John Feffer ise düşünür ki, Haçlı Seferleri’nden başlayarak günümüze kadar Batı’nın temsilcileri İslam dinini farklı tarihi dönemlerde yaşanan askeri çatışmalar bağlamında ele almıştır.

11 Eylül terör olayından sonra aslında yeni bir durum oluştu. Batılı devletlerde işsizlik, ekonomik durgunluk, nüfusun yaşlanması gibi sorunlardan dikkati uzaklaştırmak için, Müslümanlara karşı korku propagandasının aletine dönüşür. SSCB’nin dağılmasından sonra Batı dünyasında toplumun dikkatini gündemdeki problemlerden uzaklaştırmak için yeni bir “düşman” karakteri isteniyordu. Bu “rol”, Müslümanlara biçildi. SSCB’nin dağılmasından sonra Batılı devletler içinde, öncelikle sosyal sorunların güçlenmesi, reel olarak tehlike kaynağı olmayan, fakat iç politika için uygun “yeni hedef” kim olacak sorusunu gündeme getirdi. Çin ve Rusya’nın gücü dikkate alınarak, sonuçta bir zamanlar “Hıristiyan” Batı’nın varlığına tehlike olan, eski tarihi rakibin yani günümüzün “dişsiz” Arap-Müslüman dünyasının yönünde bir seçim yapıldı. Son yıllarda laik Arap devletlerindeki mevcut iktidarları devirerek, bölgeye yönlendirilebilir kaos getiren Batı, öncelikle ABD, böylelikle niyetine ulaşmış oldu.

Bugün artık sır değil ki, “Charlie Hebdo” dergisinde yayımlanan karikatürler, “Müslümanların Masumiyeti” filmi ve bu gibi kışkırtmalar, Batı’da İslam düşmanlığının yükselmesini sağlamak için gündeme getiriliyor. Birçok uzman düşünüyor ki; ifade özgürlüğü arkasına saklanıp dini değerlere hakaret edenleri savunarak, Batılı yayınlar insanları şiddete tahrik ediyor.

2004 yılında BM Genel Sekreteri’nin yönetiminde “İslam Düşmanlığı ile Mücadele” uluslararası konferansının yapılmasına ve Avrupa Konseyi’nin üst düzey görüşmelerinin birinde İslam düşmanlığını kınamasına rağmen, Batı toplumunda ırkçı ve radikal milliyetçi çevrelerin çabası sonucunda bu eğilim her geçen gün daha da güçleniyor.

Ayrımcılık ve Sosyal Mahrumiyetler

Daha geniş anlamda “İslam düşmanlığı” kavramı, İslam dinine yönelmiş ve Müslümanların olumsuz tepki verdiği tüm davranış ve ifadeleri içeriyor. Bu durumda bu terim bazı çevrelerde “geleneksel” sınırlarının dışına çıkarak, “İslam dinine yaklaşıma”  yönelik uyarının eşanlamlısı olarak yorumlanıyor. Bu nedenledir ki, birçok düşünür İslam düşmanlığını ırk ayrımcılığı, Yahudi düşmanlığı (anti-semitizm), yabancı düşmanlığı gibi kavramlarla beraber gündeme getirir.

Bu yaklaşımın tezahürüdür ki, Batı’da yaşayan Müslümanlar iş yerlerinden tutun, eğitim sürecine ve kitle iletişim araçlarındaki haberlere kadar hayatın çeşitli alanlarında kendilerine karşı ayrımcı yaklaşımı hissediyorlar. Avrupa izleme merkezinin yayınladığı “Avrupa Birliği’nde Müslümanlar” raporunda şu sonuca varılıyor ki; önyargılı tutum, Müslümanların topluma uyum sağlaması ve kendilerini toplumun eşit birer üyesi olarak hissetmesinin önündeki temel engel olmaya devam ediyor.

Raporda kaydedilir ki, İngiltere’de ülke çapında genel işsizlik % 6 olsa da, göçmenler arasında bu oran % 11, Müslüman ülkelerin temsilcileri arasında ise % 20 olmaktadır. Almanya’da Türkler arasında işsizlik % 21 olduğu halde, ülke genelinde % 8 olarak seyretmesi haklı sorular doğurur. Ne sebeptense, liberal Batı’da gelecek işçilerin adaylığını gözden geçiren işverenler Müslüman işçilerden sakınır. Söz konusu eğilim eğitim alanında da görülmektedir. Müslümanların yüksek eğitime katılmasının önünde ciddi engeller oluşturulur. Bu ise onların gelecek sosyal statülerini etkiler. Ayrıca Müslümanlar kural olarak koşulları daha düşük seviyede olan yerlerde yaşamaya mecbur olurlar. Bu da onların daha yüksek seviyeli okullara gitme imkânlarını kısıtlamaktadır.

Müslümanlara karşı olumsuz tutum tüm göçmen ve ulusal azınlıklara bakıldığında, kendini daha kabarık şekilde gösterir. Yukarıda belirtilen raporda Rotterdam’da yaşayan genç Müslüman kadının başına gelen olaydan bahsediliyor. Sık sık sorulan; ” Geldiğiniz yere ne zaman dönmek niyetindesiniz?” sorusuna cevap olarak Müslüman Hanım;” Benim gidecek bir yerim yok, çünkü ben burada, Rotterdam’da doğdum” cevabını verir. Bu cevap birçoklarının hoşuna gitmemektedir. Sürekli olarak sorulan bu tür sorular ise Müslümanların vatandaşı oldukları devlette kendilerini yabancı gibi hissetmelerine neden olur.

Güdümlü “Korku Paradigmaları”

Müslümanlarla ilgili Batı’da oluşan bir başka yanılgı ise Müslümanların şiddete eğilimli olmasına dairdir. Bu propagandanın neticesidir ki, aşağıdaki cümle İslam düşmanlığı paradigmasının en korkunç resmini göstermiş olur: “Bütün Müslümanlar terörist değil, ama tüm teröristler Müslüman’dır”. Bu “kamuoyu görüşü”nün tam zıddı olarak, Europol’un 2013 raporunda, AB’de yaşanan 152 terör saldırısının sadece ikisinin “dini motivasyon” içerikli olduğu kaydedilir. Son 5 yılın istatistiklerine baktığımızda AB devletlerinde sözde “İslamcı teröristlerin” işledikleri suçların sadece % 2 seviyesinde olduğu yer alır.

Tüm bu kalıplaşmış önyargılar bir araya toplanarak, “Müslümanların çoğalması Avrupa’nın varlığına tehdittir” temelinde kolektif korku paradigması tebliğ edilir. Birçok uzman düşünür ki, İslam düşmanlığının gündeme gelmesi öncelikle Avrupa’da Müslüman nüfusun artması ile ilgili “korku”dandır. Avrupalıların yaşlandığı, nüfusun artışının durduğu gerçekleri dikkate alınırsa, bu çevrelerde İslam taraftarlarının üstünlük kazanacağı fikri hâkim olur. 2014’te yapılan sosyolojik anket sonuçlarına göre Fransızlar ülke vatandaşlarının % 31’inin, Almanlar % 19’unun, İngilizler ise her 5 kişiden birinin Müslüman olduğunu düşünüyor. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, gerçekten de Avrupa’da Müslümanların sayısı arttı, fakat iddia edilen yüksek oranlarda değildir. PEW Araştırma Merkezi’nin yaptığı tahlile göre Avrupalı Müslüman nüfus 1990 yılında % 4,1 iken, 2010 yılında sadece % 6’ya yükseldi. Bu fikri teyit etmek için birkaç örneğe dikkat etmek yeterlidir: en çok Müslüman nüfusun yaşadığı Fransa’da Müslümanların gerçekte oranı % 7,5’dir ki, bu toplumda oluşmuş görüşün dörtte birinden az yapıyor. Bu eğilim Almanya (% 5,8) ve B. Krallık’ta (% 4,8) da tekrarlanır. Hatta mevcut demografik büyüme göstergeleri bile 2030 yılında Avrupa kıtasındaki tüm Müslümanların, nüfusun % 8’ini teşkil edeceğini gösteriyor. Bu oranlar “Müslümanların yakın gelecekte Avrupa’yı ele geçireceği” ideolojisinin asılsız olduğunu gösterir.

Avrupa toplumunda Müslümanların entegrasyonuna ilişkin olarak da aynı durum tekrarlanır. Araştırma sonuçlarına göre Fransa vatandaşı olan Müslüman için Fransa’ya bağlılık, onun milli ve dini kimliğinin önünde gelir. Bu ve yukarıda sayılan diğer olgular Avrupa toplumunda gerçeklikle kamuoyu görüşleri arasında ne kadar derin uçurumun mevcut olduğunu göstermiş olur. Bu ise Müslümanlara karşı ayrımcılığın arkasında amaçlı yönlendirim (manipülasyon) olduğu sonucuna armaya esas verir.

“Bu kimin işine yarıyor” sorusunu yanıtlarken, son yıllarda Avrupa’da faşist politikaları yürüten radikal sağın yükselişini görmemek imkânsızdır. Avrupa’da radikal sağın yükselişi Charlie Hebdo saldırısından çok önce başladı. Bu eğilime 2008 yılındaki ekonomik durgunluk çok güçlü bir ivme oldu. Kıta çapında işsizliğin artması, radikal sağı güçlendirdi. Bu da göçmenlere karşı nefret ve ırkçılık dalgasının tüm Avrupa’yı sarmasıyla sonuçlandı. Avrupa’da İslam düşmanlığının yükselişini teyit eden bir diğer olgu ise geçen yıl Avrupa Parlamentosu’nda yapılan seçimlerin sonuçları oldu. Seçimlerde % 25 oy toplayan Marine Le Pen’in “Milli Cephe”si, % 28 oy kazanan İngiltere Bağımsızlık Partisi gibi güçler radikal sağın destekçilerinin hızla arttığını göstermektedir.

Bu ayrımcılığın sonucu olarak, cami ve İslam merkezlerine karşı şiddet eylemleri çoğalıyor, başörtüsü örten kadınlara yönelik hakaretler ve havaalanlarında ek denetimler artıyor.

Maalesef, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı günümüzde artık en gelişmiş ve güvenli toplumlarda bile günlük hayatın acı gerçeğine dönüşmüştür. Bu korkutucu eğilim, devletlerin sınırları dışına çıkar ve günlük hayatımıza girer. Bu tehlikeli eğilimlerden biri, İslam düşmanlığıdır. Ne kadar şaşırtıcı olsa da bu, daha çok liberal Batı’da görülür.

“Liberal” Batı’da İslam Karşıtlığı Dalgasının Nedenleri

Bazı uzmanlar Batı’da İslam düşmanlığının kök salmasının başlıca nedeni olarak, sosyal düşünceyi etkileyen tarihsel bellek ve kültürel önyargılara dikkat çekmeyi önemli görür. Rönesans döneminden sonra Batı dünyasında öz kültürün üstünlüğü duygusu oluşur ve diğer kültürlere ilgisizlik başlar. Birçok uzmana göre, işte tarihsel olan bu toplumsal düşünce, Avrupalıların İslam’a karşı hor gören ilişkisinin temelindedir.

İslam düşmanlığından konuşurken, çoğunlukla onun siyasi ve sosyal biçimde tezahür ettiğini unutuyoruz. Bugün ABD’de İslam düşmanlığı siyasi bağlamda kendini gösterirken, Avrupa’da sosyal faktörler daha kabarıktır. ABD’de İslam düşmanlığının siyasi bağlamda tezahür etmesinin örneği olarak, 2012 yılı başkanlık seçimleri gösterilebilir. Demokratik ve liberal değerleri çoğu zaman araç olarak gören Cumhuriyetçiler, İslam düşmanlığını kendi amaçları için kullanmaya çalıştı. “Zogby Analiz” merkezinin raporuna göre, Cumhuriyetçi Parti taraftarlarının % 47’si Müslümanları ülke için gerçek bir tehlike olarak gördüğü halde, Demokratların % 23’ü İslam’ı ve Müslümanları tehlikeli olarak kabul eder. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, ABD vatandaşlarının % 48’i İslam dinini ülke için gerçek tehlike ve radikal bir din olarak kabul ederler. Bu ise dünya devletlerini her daim hoşgörüye ve demokratik değerlere uymaya davet eden ABD için oldukça kötü bir göstergedir. Bu da bir gerçektir ki, 2011-2012 yıllarında ABD Kongresi’ne Müslümanların dini özgürlüklerini kısıtlayan 78 yasa tasarısı sunulmuş, onlardan 73’ü Cumhuriyetçiler tarafından onaylanmıştır. “Gallup İnternational” uluslararası araştırma merkezinin 2011 yılında sunduğu sonuçlara göre, ABD’de yaşayan Müslümanların % 48’i dini ayrımcılık kurbanıdır. Onu da hatırlatmak gerekir ki, Müslüman ülkelerdeki çatışma bölgeleri hariç, hiçbir Müslüman ülkede kiliselere zarar verilmediği takdirde, ABD’de 2009 yılında 13, 2010 yılında 53, 2011 yılında 22, 2012 yılında 29 camiye zarar verilmiştir.

Amerikalı analist John Feffer düşünür ki, İslam düşmanlığı ABD’ye, Ortadoğu’daki petrol üretimini kontrol altında tutmak, bu bölgede İsrail’in üstünlüğünü sağlamak, İslam dininin anlamını tahrif ederek Müslüman devletlerin etkisinin güçlenmesinin önüne geçmek için gereklidir.

Avrupa’nın yakın geçmişine baktığımızda ise, Batı toplumunun din, dil ve ırk çeşitliliğin tanınması alanında ciddi sorunlarının olduğunu görmüş oluyoruz. Doğu devletlerinden farklı olarak Batı’da dini ve ırki çeşitlilik birleştirici değil, bölücü etken olarak kullanılır. Yirminci yüzyılın ortalarında Avrupa’da Yahudilere karşı olan tutum bunun bariz örneği olarak kendini göstermiş oldu.

Günümüzde Avrupa’da Müslümanlarla ilgili en büyük problem dini etkenle bağlıdır ki, bu faktörün sürekli gündeme getirilmesi Müslümanların siyasi, sosyal ve hukuki sorunlarını ikinci plana atmaktadır.

Suç Mu, “İfade Özgürlüğü” Mü?

“Demokrasi”, “insan hakları”, “hoşgörü” ve “çokkültürlülük” kavramları ile örtbas edilmeye çalışılsa da, Avrupa’da dini faktörün şekillenmesine örnek olarak Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yaklaşımını göstermek yeterlidir. IPSOS Fransız şirketinin “Le Figaro” gazetesi için yaptığı araştırmaların sonuçlarına göre; Fransızların % 56’sı, Türkiye’nin sadece Müslüman bir ülke olduğu için Avrupa Birliği üyesi olmasını istemediklerini belirttiler. Bu, uzun süredir Müslüman devletlerini, Hıristiyanların haklarını ihlal etmekle ve artan radikalizmle itham eden ülke için oldukça olumsuz göstergedir. Bu arada özellikle belirtmek gerekir ki, Müslüman devletleri radikalizmle suçlayan Avrupa devletlerinde 2012 yılından 2014 yılının mart ayına kadar 78 camiye Molotof kokteyli atıldı, sadece İsveç’teki camilere 2014’te 12 saldırı kayda alındı. Batı kamuoyunda ırkçı örgütlere sempatinin artması, “PEGİDA” (Vatansever Avrupalılar İslam’a karşı) gibi popülist teşebbüslere rağbetin yükselmesi, Almanya’nın Dresden kentinde başlayan ırkçı dalganın Avrupa’nın diğer şehirlerine de yayılması oldukça tehlikeli eğilimin göstergesi olarak dikkat çekiyor.

Bugün Batılı yayınlarda sunulan önyargılı bilgi ve açıklamalarda her işlenen terör eylemi ve “Allah-u Ekber” nidası ile gerçekleşen katliamın dinle ilişkilendirilmesinin, somut politikaların bir parçası olduğu dikkatten kaçmıyor. Ancak çoğu durumda bu gibi haberler yazarlarının amaçlarına -İslam dinine ve Müslümanlara karşı olumsuz tutumun oluşmasına- maalesef hizmet eder. Dini ayrımcılık sebebiyle ABD ve Avrupa ülkelerinde katledilen genç Müslümanlar hakkında haberlerin gündeme gelmesinde çıkarı olmayan BBC, CNN gibi televizyon kanallarında, Suriye, Irak ve Afganistan’da “demokrasi çığırtkanları”nın bıraktıkları miras sebebiyle işlenen katliamlar İslam’ın bir parçası olarak sunuluyor, sonuçta ise bu propaganda dinin tahrif edilmesine ve İslam düşmanlığının artmasına ortam yaratmış oluyor. Batılı bir vatandaşın ölümü, adı geçen medya organlarında dünyanın en önemli olayı olarak sunulduğu halde, on binlerce Afrikalı veya Müslüman’ın ölümü hakkında haber yapılmamakla kalmaz, hatta bunlar gizlenir.

Maalesef, “demokrasi”den konuşmayı seven birçok Avrupa devleti ve ABD’de İslam düşmanlığı gün gün artıyor ve bu duruma, meşhur “ifade özgürlüğü” ile hak kazandırılıyor. Bu “demokrasi heveslileri” unutuyorlar ki, herkesin bazı hakları vardır ve bu hakların somut sınırları tespit edilmiştir.

Bugün Müslüman devletler İslam düşmanlığının suç olarak tanınmasına çalışsa da, Batı bu utanç verici hali önlemek için temel adımları bile atmamıştır. İslam düşmanlığı ne kadar “fikir özgürlüğü” olarak takdim edilse de, şüphesiz, radikalizmin artmasının temel unsuru olarak ortadadır. Birçok gözlemci düşünüyor ki, Yahudi düşmanlığı (anti-semitizm) gibi İslam düşmanlığının da suç olarak tanınması, öncelikle radikalizmi önleyerek, birçok sorunun çözümüne yardım etmiş olur.

Hoşgörünün Azerbaycan Modeli

Avrupa ve ABD’de artan İslam düşmanlığı ile; İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki ilişkilerin geleceğine dair karamsarlık aşırı derecede artsa da, Azerbaycan örneği bunun aksini gösteriyor. Uluslararası örgütler ve nüfuzlu siyasilerin Azerbaycan’da ülke yönetimi tarafından tüm dinlerin barış ve uyum ortamında mevcut olması için yarattığı elverişli ortamı takdir etmesi, diğer devletler için örnek göstermesi Azerbaycan devletinin büyük başarısıdır. Herhangi bir toplumda sosyal hoşgörünün oluşturulması ve geliştirilmesinde siyasi iktidarın iradesinin yeri doldurulamaz. Azerbaycan’ın devlet yönetimi daima ülkenin kadim hoşgörü geleneğini teşvik ederek, radikalliği, aşırılığı ve dinler arası nefreti reddetti. Başka ülkelerle karşılaştırıldığında Azerbaycan’ın hoşgörü açısından gerçekten bir model devlet olduğuna şüphe kalmıyor. Bu hem devletimizin hem de toplumumuzun gururla dünyaya sunabileceği geleneğidir.

Anar AKBAROV

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.