Bulunduğu coğrafyanın büyük ülkelerinden biri olarak Türkiye, çevre ve enerjiyle ilgili ve de işbirliği çabalarında büyük bir potansiyel rol oynama şansına sahiptir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türkiye, bazı bölgesel işbirliği mekanizmaları geliştirmiş ve diğer girişimlere de aktif olarak katılmıştır. Fakat tıpkı bağımsızlığını yeni kazanan ülkeler gibi, Türkiye, ekonomik kalkınma ve enerji politikalarına yoğunlaşmış ve bölgesel çatışmaların bir parçası haline gelmiştir.[1] Karadeniz bölgesi özelinde Türkiye bölgedeki çevresel bozulmanın ana kurbanlarından birisi olmasına rağmen çevresel endişeler bir tarafa bırakılmıştır. Karadeniz’deki kirliliğin olumsuz etkileri ve biyolojik çeşitlilikteki azalma Türkiye’yi ekonomik ve sosyal açılardan etkilemiştir. Bundan daha önemlisi, 2009 yılı itibariyle günde 2,9 milyon varile ulaşmış olan Marmara ve Çanakkale Boğazlarındaki tanker trafiği İstanbul ve bölgedeki diğer sanayi şehirleri için yüksek bir risk oluşturmaktadır. Bu çerçevede, Ankara enerji üreticisi bölge ülkelerinden Avrupa’ya (özellikle Akdeniz) petrol ve doğal gaz taşınması için alternatif yollar aramaya başlamıştır. Bu noktada AB ülkelerine yönelik enerji ithalatlarındaki artış ekonomik büyümesini desteklemek için Türkiye’ye yeni ve karlı bir fırsatın kapılarını açmıştır. Enerji üreticisi ve tüketicisi ülkelerin ortasında doğru bir konumda bulunan Türkiye bu jeopolitik pozisyonu bir fırsat penceresi olarak algılamış ve daha liberal bir enerji pazarı yaratmayı hedeflemek suretiyle güvenilir, çeşitliliğe dayanan ve verimlilik temelinde enerji politikaları geliştirmeye yoğunlaşmıştır.
Hazar ve Orta Doğu’daki enerji kaynakları dünyadaki kanıtlanmış petrol ve doğal gaz rezervlerinin %73’üne ve doğal gaz rezervlerinin %72’sine denk gelmektedir. Coğrafi konumundan dolayı Türkiye’nin bu kaynaklara yakın durumu ülkenin Soğuk Savaş ertesi beynelmilel sahadaki rolü bağlamında yeni dinamiklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 2000’li yılların büyük bir kısmında Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol ve Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal gaz boru hatlarının devreye alınmasına karşın Ankara’nın Güney Kafkasya politikası ülke içinde ortaya konulan stratejilerden daha çok Batılı devletlerin enerji nakillerinde Rus varlığının kısıtlanmasına yönelik girişimler bağlamında biçimlendirildiği görülmektedir. Bu durum 2008’de Moskova ile Tiflis arasında cereyan eden gerginliğin ertesinde yeni bir boyut kazanarak Ankara’yı bölge konusunda uzun dönemli hedeflerinin güvenliğini de göz önünde bulundurarak bölgedeki gelişmeleri daha dikkatli takip etmeye yöneltmiştir.[2] Bu kapsamda Türkiye, Rusya ve üç Kafkasya devletini ortak bir platformda buluşturmayı amaçlayan Kafkasya İstikrar ve Ekonomik İşbirliği Platformu gündeme gelmiştir. Ancak bunun ertesinde Ankara’nın Kafkasya politikası Erivan ile başlatılan girişimlerden bir netice alınamamasından ötürü yeni bir durgunluk dönemine girmiştir.
2008 ertesi dönemde Moskova, Hazar enerji kaynakları üzerinde elinde bulundurduğu gücü bir yandan Tiflis’e saldırı gerçekleştirerek ortaya koyarken, öte yandan Astana ve Aşkabat gibi petrol ve gaz açısından zengin ülkelerle uzun dönemli enerji taşıma anlaşmalarına imza koymuştu.[3] Enerji gereksinimi giderek artan Ankara bu gereksiniminin büyük bir bölümünü Moskova’dan tedarik ederken, bu gelişmelere kayıtsız durumda kalamazdı.
Kaynak: http://www.presseurop.eu/files/images/article/carte-pipelines-EN_4.jpg?1254388107
Buna ek olarak Ankara-Brüksel münasebetlerinde cereyan eden olumsuz gelişmeler de Ankara’nın Kremlin ile münasebetlerinde işbirliğini ön plana çıkaran bir politika geliştirilmesine yol açmıştır. Üyelik müzakereleri esnasında yaşanan kilitlenmeye ilaveten Kıbrıslı Rumların Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge tespit etme ve doğal gaz arama faaliyetlerine girişmelerinden ötürü gerilimi giderek artmasına sebebiyet vermişti.[4] Bundan ötürü Ankara’nın içinde yer aldığı milletlerarası politik durum, Brüksel’in Akdeniz’deki gelişmeler hususunda sessizliğini korumasıyla birleşince Türk dış politikasının enerji politikaları boyutu bağlamında yeniden değerlendirmeler yapıldığı görülmektedir.
Buna verilebilecek en iyi örnek Aralık 2011’de Ankara ile Moskova arasında imza konulan Güney Akım Boru Hattı’nın Karadeniz’de Türk karasularından geçişine izin veren anlaşmadır.[5] Bu anlaşmanın imzalanmasının ertesinde Ankara’nın Nabucco projesine darbe vurduğu gibi görüşler ortaya atılsa da Moskova ile akdedilen bu anlaşmadan önce 26 Aralık 2011’de Bakü ile imza konulan Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Anlaşması Türkiye’nin enerjide kilit ülke olmaya yönelik ortaya koyduğu hedefi hala koruduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Trans-Anadolu boru hattı rotasından dolayı Nabucco’ya dönüştürülebilme olasılığı söz konusudur. Ankara ve Bakü’deki yetkililer bu boru hattının yapımına Nabucco’dan farklı olarak alıcı garantisi şartı bulunmadan başlayacaklarını ilan etmişlerdir.[6] Bu kapsamda, bu yeni girişim ile bir yandan Kremlin ile enerji görüşmelerinde elini kuvvetlendirmeyi hedefleyen Türkiye öte yandan da Brüksel ile yürüttüğü enerji işbirliğini sürdürüp Doğu-Batı Enerji Koridoru’na faal olmasına yönelik çabalarına da ara vermemiştir.
Enerji üreticisi ülkelere olan bağımlılık bağlamında tartışılan konulardan birisi de nükleer enerji konusudur. Artan nüfus, gelişen ekonomiler ve yükselen enerji ihtiyaçları ülkeleri verimli enerji kaynaklarına yöneltmektedir. Bu çerçevede, diğer ülkeler gibi, Türkiye, enerji üreticisi ülkelere olan bağımlılığı azaltmak amacıyla nükleer enerji güç santrallerini değerlendirmeye almaya başlamıştır.[7]
Ankara ülke içindeki yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirmenin yanı sıra nükleerden enerji üretme yolunu da tercih etmiştir.[8] Enerji çeşitliliği ve arz güvenliği için 2023 senesine kadar toplam 15,000 megawatt (MW) kapasiteye sahip üç nükleer santralin faaliyete geçirilmesi hedeflenmektedir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın tahminine göre, “2023 senesine kadar Akkuyu ve Sinop Nükleer Santrallerinin devreye alınması halinde, hâlihazırdaki kurulu gücümüzün %20’si nükleer santrallerden elde edilecek elektrikten meydana gelecektir.” Sinop ve Mersin’e yapılacak olan nükleer güç santralleri, Türkiye’de uzun zamandan beri tartışılmaktadır. Fakat Sinop ile ilgili lisanslama problemleri, Mersin-Akkuyu’yu bir nükleer santral için biricik alternatif olarak bırakmıştır. Mersin Akkuyu’da inşa edilecek ilk nükleer santral için Rus devlet şirketi Rosatom’la kilowatt saati 14 cent’e anlaşılmıştır. Bu güç santralinin enerji olarak 5000 megawatt üreteceği tahmin edilmekte ve yatırım 20 milyar dolar olacak şekilde Rusya ile ortak olarak yapılacaktır.[9] Bu proje, bir yandan Türkiye için nemli bir enerji kaynağı yaratırken diğer yandan Ankara ve Moskova arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri de arttıracaktır. İkinci santralin ise Sinop’ta inşa edilmesi öngörülmektedir. Üçüncü nükleer santralin yapılacağı yer olarak ise Trakya bölgesindeki İğneada’nın adı ön plana çıkmaktadır.
Ortalama senelik enerji talebi %7-8 artan ve elektrik talep artışında Pekin’den sonra dünyada ikinci sırada bulunan Türkiye’nin enerji alanındaki kısa dönemli hedefi, nükleer santralin Türkiye’nin elektrik üretimindeki payını, 2020 itibariyle en azından %5 seviyesine çıkarmaktı. Enerji ihtiyacı hesaplarına göre Rusya Federasyonu’na Mersin Akkuyu’da bir nükleer santral inşa ettirilmesi kararı AKP iktidarı tarafından alındı.[10] Mersin-Akkuyu’da kurulması düşünülen Türkiye’nin ilk nükleer santrali için 2004’te başlatılan çalışmalar neticesinde, Eylül 2008’de açılan ihaleye teklif sunan tek şirket devlet destekli bir Rus firması oldu. Teklifin yüksekliği ve başka bir şirketin ihaleye katılmaması kamuoyunda tartışmalara neden olduysa da, Rusya Federasyonu’nun 18-20 milyar dolarlık bu projeye 7 milyar dolarlık bir finansman tedarik etmeyi taahhüt etmesi sonucunda teklif kabul edildi. Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin açtığı dava neticesinde Danıştay, 10 Kasım 2009’da ihalenin temellendirildiği yönetmeliğin üç maddesinin yürürlüğünün durdurulması kararını aldı. Bu maddeler, nükleer santrala yer tahsisi ve aktif elektrik enerjisi birim satış fiyatını oluşturma usul ve esasları” ile ilintiliydi.
Başbakan Erdoğan, Ocak 2010’daki Moskova ziyareti esnasında, bu engelin kısa zamanda aşılacağını ve Kremlin’in nükleer santral ihalesinde öncelikli ülke olarak değerlendirildiğini ifade etti. Bunun ertesinde hükümet, iç hukuk yargı denetimini aşmak için, Ankara ve Moskova arasında nükleer enerji konusunda hükümetler arası bir işbirliği çerçeve anlaşması imzalanması kararını aldı. Bu anlaşmaya 12 Mayıs 2010’da imza konuldu ve TBMM tarafından 15 Temmuz’da onaylanmak suretiyle 6 Ekim 2010’da yürürlüğe girdi. Rusya Federasyonu Konseyi tarafından da anlaşma 24 Kasım 2010’da onandı. Böylelikle ihale yapılmadan, nükleer santral yapımında “hükümetten hükümete” formülünün uygulamaya geçirilmesi sağlanmış oldu. Öte yandan, Türkiye’nin nükleer enerji sürecinde yeni ve çok tartışmalı, hatta bazılarına göre şaibeli; çevre, enerji ve iktisat politikaları açısından da sıkıntılı bir aşamaya geçilmiş oldu.
Santral, her biri 1,2 GW kapasiteye sahip 4 reaktörden meydana gelecek ve toplamda 4,8 GW güce sahip olacaktı. 10 senelik bir sürede bitirilmesi ve 2020’ye kadar tam kapasiteyle faaliyete geçmesi öngörülmekteydi. Rosatom sadece kendi inşa ettiği santrallere değil, dünyadaki çeşitli santrallere de nükleer yakıt tedarik etmektedir (ABD ve Fransa’da kullanılan yakıtın %30’unu, İsviçre’de kullanılanların tamamı Moskova tarafından sağlanmaktadır) ve dünya uranyum zenginleştirme kapasitesinin %40’ına sahip bulunmaktadır.
Taner Yıldız, Akkuyu nükleer güç santralinin inşaatının 2014 yılında başlayabileceğini umduklarını ifade etmektedir. Lisans, Çevresel Etki Değerlendirme ve yeni şartlar 2013’ün sonuna kadar tamamlanabilecektir. Enerji Bakanlığı’nın yönetimi altında ilgili kurumlar Dışişleri Bakanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile işbirliği yapacaktır. Bu, süreci kolaylaştıracaktır. İlgili yasal altyapı hakkındaki taslaklar da 2013’ün sonuna kadar tamamlanacaktır. Yıldız, 2012’in sonuna kadar ikinci nükleer santralin karar vereceklerini belirtmektedir.[11]
Ankara’nın nükleerden enerji üretme yönündeki girişimi enerjide kaynak çeşitlendirmesine gitmek bakımından – uranyum ithalatını bir yana bırakacak olursak – olumlu bir adım olarak nitelendirilebilirse de nükleer enerjinin zaten enerjide yüksek oranda bağımlı olunan Moskova’ya verilmesi Ankara’nın kaynak ülke çeşitlendirmesi amacıyla ters düşmektedir.[12] Bu noktada ifade edilmelidir ki Türkiye’nin nükleer ihaledeki ülke tercihi yalnızca enerji güvenliği sorunsalı yaratmamakta, bunun ötesinde Ankara’nın Kafkasya’daki dış politika seçeneklerini özellikle Moskova’ya olan yüksek orandaki enerji bağımlılığı göz önünde bulundurulduğunda kısıtlamaktadır. Santralle alakalı tüm mal ve hizmetin Rus orijinli olması koşulu bulunmaktadır. Yapım ve işletme için gereksinim duyulan nitelikli iş gücü de Rusya’dan sağlanacaktır. Anlaşma, Türkiyeli çalışanların da istihdamı hususunda bir iyi niyet maddesi içermesine rağmen, bunların sayısı, oranı ve nitelikleri hususunda herhangi bir koşul yoktur. Buna ek olarak santralin yapımı ve işletilmesi safhalarında ticari değeri olan bilgi ve teknoloji Rusatom’a ait olup bunun paylaşılması hususu Rus tarafının yetkisi altındadır. Bu sırada, teknoloji transferinden söz etmek olası değildir.
Ankara’da nükleer enerji kullanılmasına yönelik bir diğer çekince ise güvenlik risklerinden ileri gelmektedir.[13] Akkuyu deprem kuşağında ve terör tehlikesinin yüksek olduğu bölgelerin yakınında bulunmaktadır. Bunun yanı sıra yapılması öngörülen nükleer santralin bölgedeki turizm potansiyelini ve tarımı bitireceğine yönelik uzman görüşleri bulunmaktadır. Moskova’nın nükleer alanda yararlandığı teknolojinin kalitesi ve güvenirliği şüphelidir. Şu ana kadar dünyada, hatalı tasarım ve işletim hatalarından ötürü infilak eden tek nükleer santral, eski SSCB’deki Çernobil olmuşken, Kremlin’in VVER-1200 olarak adlandırılan, dünyada ilk defa uygulanacak bir teknolojiyi Türkiye’de kullanacak olması birtakım soru işaretlerine neden olmaktadır. Santralın yakıt ve atıklarının temin edilmesi, işlenmesi ve muhafazası endişe verici başka bir konudur. Yararlanılacak yakıtın tek tedarikçisi yine bir Rus şirketidir. Bilahare, bu yakıtın VVER 1200 türü yeni nesil santralde kullanılması ertesinde ortaya çıkacak atıkları işleyecek tesisler henüz yapılmamıştır. Öte yandan, atıklar işlenmek için Rusya Federasyonu’na götürülecektir, ancak geri getirildikten sonra Türkiye’de depolanacaktır. Bunların hangi biçimde ve nerede depolanacağı, hangi yöntemlerle saklanacağı ve taşınması esnasında güvenliğin nasıl tesis edileceği konuları da muallaktadır.
Japonya’da Mart 2011’de meydana gelen depremden sonra, nükleer tehdit enerji tartışmalarında bir numaralı konu haline gelmiştir. Aynı zamanda bu durum AB üye devletlerini nükleer enerji politikalarını yeniden gözden geçirmeye zorlamıştır. Bu çerçevede, muhalefetin nükleer santraller karşısında eli daha da güçlenmiştir.[14] Çernobil gibi vakalarda yaşanan kazalar ve Japonya’daki gibi doğal felaketlerin radyoaktiviteden ötürü insanların hayatını tehlikeye sokması tartışmaları nükleer enerjiden çok yenilenebilir kaynaklarının kullanımına yoğunlaştırmıştır. Bu kapsamda, AB-Sofya üyelik görüşmelerinde tartışılan ve son zamanlarda yeniden gündeme gelen konu Bulgaristan’daki Kozloduy nükleer güç santralinin durumudur. 2009 yılı itibariyle bu nükleer santralin dört ünitesinin kapatılması üzerinde anlaşılmasına rağmen bu süreç sonuçlandırılmamış ve Bulgaristan’a 2013 yılının sonuna kadar daha uzun bir zaman verilmiştir. Fakat Sofya, Belene nükleer güç santralindeki çalışmalarını sürdürmektedir. Diğer bir tartışmalı nükleer santral ise Ermenistan’daki Metzamor güç santrali olmuştur ki uygun çevreleme yapılarının eksikliğinden ötürü en tehlikeli santrallerden birisi olarak algılanmaktadır. Fakat yine Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve Ermeni yetkililer bu planlarda bir başarısızlığa uğrama olasılığını dışarıda bırakmışlardır.[15] Sonuçta, bölge devletlerinin değişen gündemleri, ilişkileri ve öncelikleri şu anda nükleer enerji santrallerinin geleceği için öngörüde bulunmayı engellemektedir.
Nükleer enerji ile ilgili başka bir konu ise, aynı BHES yatırımlarında olduğu gibi politik iradenin nükleer enerji hususunda samimi bir uzlaşı içerisinde olup nükleer tartışmaları yalnızca teknik konular olmanın ötesine taşımalarından geçmektedir. Bölgeden yükselen eleştiriler dikkate alınarak teknik konularla sosyal kapsamın birleştirilip “sosyal kabulün” tesis edilmesi ve böylelikle daha etkin ve katılımcı süreçlerin yaratılması şarttır.[16]
1950’li senelerde Ankara’yla aynı zamanda nükleer enerji politikasını oluşturmaya başlayan ve günümüzde nükleer enerji teknolojisi ihraç eden bir ülke pozisyonuna gelmiş olan Seul’un tecrübelerinin ülke için yol gösterici olacağı ileri sürülebilir. Seul örneğinin Ankara’da başarılı bir nükleer enerji siyasetini idare etmek için ne ölçüde faydalı olacağı hususu iç dinamiklerin seyri kadar, İran Nükleer Krizi gibi bölgesel istikrar kapsamında son derece kilit olan dış dinamiklere de bağlıdır. İran Nükleer Krizi’nin çözümüne yönelik olarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nda (NPT) ilerleyen zamanlarda ne gibi bir düzenleme yapılabileceği konusu Ankara’nın nükleer güçten elektrik üretme planlarının geleceğiyle doğrudan alakalıdır.[17]
Türkiye’nin enerji politikalarında ortaya çıkan bir başka önemli konu da kömür sahalarının özelleştirilmesidir. Taner Yıldız, devlet mülkiyetindeki kömür sahalarının bir termal güç santrali inşa edilmesi özel sektöre devretme çalışmalarına başladıklarını ifade etmektedir. 600 megavatlık bir termal güç santrali kurulabilme kapasitesine sahip Tufanbeyli sahasının ihalesinin yapıldığını belirten Enerji Bakanı 450 megavatlık kapasiteye sahip Soma sahasının da özel sektöre devredileceğini ifade etmektedir.[18] Bursa-Keleş’te bulunan Harmanalan-Davutlar’da bir termal güç santrali inşa etmeye yönelik olarak bir açık arttırma 2012 yılı itibariyle tamamlanmıştır. Burada 270 megavatlık bir termal güç santrali inşa edilecektir. 4,38 milyar ton rezerve sahip olan Afşin-Elbistan sahası, Türkiye’nin linyit rezervlerinin yaklaşık %38’ini oluşturmaktadır. Mevcut durumda bu sahada toplam güç olarak 2795 megavata sahip faal durumda iki adet termal güç santrali bulunmaktadır. Bu sahanın 11,000 megavatlık toplam termal potansiyeline ulaşmak için, 8200 megavatlık toplam güce sahip yeni santraller inşa etme potansiyeli söz konusudur. Yıldız, esas olarak kaynak çeşitliliğini arttırmak suretiyle yerel kaynaklara öncelik vererek Elbistan sahasındaki kömür rezervlerini kullanmaya başlamayı ve bunları ekonomiye kazandırmayı hedeflediklerinin altını çizmektedir.
Bu çerçevede Ağustos 2012’de Türk Elektrik Üretim Anonim Şirketi ve Abu Dabi Ulusal Enerji firması arasında Afşin-Elbistan kömür sahaları konusundaki yatırımlarla ilgili olarak bir mutabakat muhtırası akdedildi. Bu mutabakat, Afşin-Elbistan sahasındaki B, C, D ve E sahalarını içermektedir. Mutabakat elektrik güç santralini ve onun yönetimini modernleştirme, yeni elektrik güç santralleri inşa etme ve Afşin-Elbistan B sahasındaki kömür sahalarının geliştirilmesini amaçlamaktadır. Yıldız, üç milyar ton civarında bir rezervin ve bu rezerve dayanan potansiyel olarak 7,000 megavatlık termal gücün yatırım için hazır olduğuna işaret etmektedir. Sahanın gündeminde C,D,E projelerinin her birinde 17 milyon ton civarındaki yıllık üretimi de içermekte ve her bir güç santrali yılda yaklaşık 9 milyar kilovat saat elektrik üretecektir. Enerji Bakanı Taner Yıldız bu projelerin yatırımlara dönüştükçe bölgede toplam olarak yaklaşık 10 milyar dolarlık yatırım olacağını vurgulamaktadır. Bu yatırımlar tamamlandığında Türkiye’deki mevcut elektrik üretiminin %20sini karşılayacaktır. Bu projede yaklaşık 15,000 kişi istihdam edilecektir. Bu projeler tamamlandığında ve faaliyete geçtiğinde takriben 8,500 kişi doğrudan istihdam edilecektir.
Türkiye’nin enerji politikaları çerçevesinde yenilenebilir enerji kaynakları ön planda yer almaktadır. 1990lardan sonra Türkiye’de yenilenebilir enerji kaynaklarına olan ilgi artış göstermiştir.[19] Fakat 2001 sonrasında yatırımcı sayısında bir artış gözlemlenmiş olmasına rağmen yatırımcı sayısı sınırlı kalmıştır. 2010 yılında çıkarılan yeni bir Yenilenebilir Enerji Kanunu ve 2011 yılında bu kanunda yapılan değişikliklerin hem yatırımcı sayısında hem de yatırım miktarı artış yaratması beklenmektedir. Türkiye’de yapılan bir araştırma göstermiştir ki sadece yenilenebilir enerji güç santrallerinin yapılmasında değil aynı zamanda rüzgâr ve güneş enerjisinin iletilmesinde de yatırıma ihtiyaç vardır. Rüzgâr tribünleri ve güneş enerjisi tarafından üretilen enerjinin tam ölçekli entegrasyonu yapılmadığı sürece bu enerji kaynaklarına talep asgari seviyelerde tutulacaktır. Aynı durum Türkiye’deki jeotermal su kaynakları için de geçerlidir. Ege bölgesindeki bazı köyler ve büyük şehirlerin bazı bölgeleri ve Orta Anadolu’daki daha küçük köyler ısınma amacıyla jeotermal kaynakları kullanmaktadır. Fakat bu tür enerji için yatırım ve altyapı eksikliği jeotermal enerjinin daha geniş ölçekte kullanımını sınırlandırmaktadır. Türkiye’de 1962’den beri yapılan bir araştırmanın gösterdiği gibi elektrik gücü üretimi için 550 megavatlık kullanılabilir jeotermal enerji var olabileceğinin ortaya konulmasına rağmen daha geniş sivil ölçekte kullanılabilecek bu miktardaki enerji için yeni altyapı yatırımlarına ihtiyaç duyulmaktadır.
Türkiye, yenilenebilir enerji kaynakları bakımından zengindir. Mesela jeotermal enerji kaynakları kurulu kapasite 2002 yılında 17,5 megavat iken, günümüzde 114 megavata yükselmiştir.[20] Rüzgâr enerjisi alanında kurulu güç bağlamında hızlı bir artış meydana gelmiştir (2002’de 20 megavat iken bu oran günümüzde 2, 105 megavattır). 2002’de kurulu hidroelektrik kapasitesi 12,241 megavat iken, günümüzde 18,747 megavata ulaşmıştır. Güneş enerjisi için Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na lisans başvuruları Haziran 2013’de başlayacaktır. Taner Yıldız, yenilenebilir enerjinin hem dünya hem de Türkiye için en önemli kaynak olacağını düşünmektedir. Bu bağlamda Yıldız, rüzgâr için 20,000 megavat, güneş enerjisi için 3,000 megavat, hidroelektrik için 20,000 megavat ve jeotermal için 600 megavatlık toplam kurulu güç hedeflediklerinin altını çizmektedir. 2023 itibariyle enerji birleşiminde yenilenebilir enerjinin payını %30’a yükseltme de Türkiye’nin enerji alanındaki hedefleri arasında yer almaktadır.
G-20 ülkeleri arasında önemli bir konumda bulunan Türkiye’nin enerji ihtiyacı büyüme trendine paralel olarak her geçen gün giderek artmaktadır. Petrol ve doğal gaz bağlamında büyük ölçüde dışarıya bağımlı olan Ankara bu alanlarda tedarikçi çeşitliliğine gitmek suretiyle yeni politikalar oluşturmakta ve buna uygun stratejiler geliştirmektedir. Türkiye’nin enerji politikasının en önemli ayaklarından birisini bölgesel çerçevede bir enerji terminali (hub) olmak oluşturmaktadır. Doğusundaki bulunan zengin hidrokarbon kaynaklarının Avrupa’ya ulaştırılmasında Doğu-Batı Enerji Koridoru ve Güney Gaz Koridoru çerçevesinde anahtar bir transit bir ülke konumuna sahiptir. BTC, Güney Kafkasya Doğal Gaz Boru Hattı, TANAP bu kapsamda ön planda yer alan kilit projelerdir.
Türkiye’nin enerji alanında çok yakında ilişkilere sahip olduğu ülkelerden birisi de Rusya Federasyonu’dur. 1987 yılından özellikle doğal gaz bağlamında en hayati tedarikçi konumunda bulunan Moskova ile bu alandaki Güney Akım projesinin Türk topraklarından geçen bölümüne izin verilmesi hususunda Aralık 2011’in sonundaki anlaşmayla yeni bir aşmaya geçmiştir. 2010 senesinde Rusya’ya Türkiye’nin ilk nükleer santral yapma konusunda izin verilmesi bu alandaki ilişkileri bambaşka bir boyuta taşımıştır. Türk yetkililer tarafından enerji kaynakları çeşitlendirme hayati bir proje olarak nitelendirilse de Moskova’ya enerji alanında olan bağımlılığı giderek arttığı da basında yapılan yorumlardan anlaşılmaktadır. Bu bağımlılığın özellikle dış politika alanında elini kolunu bağlayacak etkiler yaratabileceği düşünülmektedir Ayrıca Japonya’da 2011 yılında Fukuşima’da deprem sonrası cereyan eden sızıntı bu teknoloji konusunda dünya genelinde tartışmaları yeniden alevlendirmiştir.
Yenilenebilir enerji konusunda ise Türkiye, bu alanda kayda değer bir potansiyele sahip olmasına bu alandaki altyapı ve yatırım eksiklikleri bu konuda ilerleme kaydedilmesi engellemektedir. Yukarıda da bahsedildiği gibi Ankara, bu alanda birtakım hedefler ortaya koymuştur. Fakat bu hedeflere ulaşmak için gerçekçi ve somut projeler geliştirilmelidir.
Sonuçta, Türkiye’nin enerji terminali olma, büyümesi için gerekli enerjiyi hem fosil yakıtlar hem de yenilenebilir enerji kaynaklardan sağlaması için çok ciddi stratejiler geliştirmesi gerekmektedir. Ayrıca bu alanda çalışan düşünce kuruluşları, enstitüler, üniversiteler her anlamda desteklenmeli ve bunlar arasında sıkı bir işbirliği sağlanmasına yönelik çalışmalar da yapılmalıdır.
Sina KISACIK
[1] Çiğdem Üstün, “Turkey between Environmental Protection and Energy Security: A Regional Perspective”, Insight Turkey, Cilt: 14, Sayı:2, 2012, s. 183.
[2] Mustafa Aydın, Turkey’s Caucasus Policies”, UNISCI Discussion Papers, No. 23, Mayıs 2010, s. 182.
[3] “Central Asia: Russian, Turkmen, Kazakh Leaders Agree On Caspian Pipeline”, Radio Free Europe/Radio Liberty, 12 Mayıs 2007, http://www.rferl.org/content/article/1076429.html (Erişim Tarihi: 05 Eylül 2013).
[4] Bu konu hakkında Uluslararası Politika Akademisi’nde yayınlanan çalışmam için bakınız, Sina Kısacık, “Doğu Akdeniz’de Hidrokarbon Yatakları: Yeni Bir Jeopolitik Mücadele Sahası mı?”, Uluslararası Politika Akademisi, 16 Ağustos 2013, http://politikaakademisi.org/dogu-akdenizde-hidrokarbon-yataklari-yeni-bir-jeopolitik-mucadele-sahasi-mi/, (Erişim Tarihi: 11 Eylül 2013). Ayrıca bakınız, George Stravris, “The New Energy Triangle of Cyprus-Greece-Israel: Casting A Net for Turkey?”, Turkish Policy Quarterly, Cilt:11, Sayı:2, 2012, ss.87-102, http://turkishpolicy.com/dosyalar/files/2012-02stavris.pdf, (Erişim Tarihi: 11 Eylül 2013).
[5] Yigal Schleifer, “Turkey: In Pipeline Deal with Russia, Did Ankara Get a Bargain it can’t Afford?”, 11 Ocak 2012, http://www.eurasianet.org/node/64823, (Erişim Tarihi: 05 Eylül 2013).
[6] “Turkey’s Bold Move Shakes up the Southern Corridor”, Natural Gas Europe, 08 Ocak 2012, http://www.naturalgaseurope.com/turkeys-bold-move, ( Erişim Tarihi: 05 Eylül 2013). Ayrıca bakınız, Cenk Sidar ve Gareth Winrow, “Turkey& South Stream: Turco Russian Rapprochement and the Future of the Southern Corridor”, Turkish Policy Quarterly, Cilt:10, Sayı:2, Yaz 2011, ss. 51-61, http://www.turkishpolicy.com/dosyalar/files/cenk_garteh.pdf.
[7] Bu konu hakkında ayrıntılı bir çalışma için bakınız, R. Z. Yarbay1, A.Ş. Güler ve E. Yaman, “Renewable Energy Sources and Policies in Turkey”, 6th International Advanced Technologies Symposium (IATS’11), 16-18 May 2011, Elazığ, Turkey, ss. 185-190, http://storage.globalcitizen.net/data/topic/knowledge/uploads/20110920102033533.pdf.
[8] Emre İşeri, “Küresel Düzeyde Enerji Meseleleri ve Türk Dış Politikası”, Faruk Sönmezoğlu, Nurcan Özgür Baklacıoğlu, Özlem Terzi (Ed.) XXI. Yüzyılda Türk Dış Politikasının Analizi ( İstanbul: DER Yayınları, 2013), ss. 285-286.
[9] “Akkuyu Nükleer Santrali için geri sayım”, CNN Türk, 16 Mart 2011, http://www.cnnturk.com/2011/dunya/03/15/akkuyu.nukleer.santrali.icin.geri.sayim/610087.0/index.html, (Erişim Tarihi: 06 Eylül 2013).
[10] Mitat Çelikpala, “Rusya Federasyonuyla İlişkiler”, Baskın Oran (Ed.) Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt III (2001-2012), Birinci Baskı (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013), ss. 549-550.
[11] “Interview with Taner Yıldız”, Turkish Policy Quarterly, Cilt: 11, Sayı: 3, 2012, s. 30.
[12] Bu konu hakkında bakınız, Emre İşeri ve Oğuz Dilek, “The Limitations of Turkey’s New Foreign Policy Activism in the Caucasian Regional Security Complexity”, Turkish Studies, Cilt: 12, Sayı: 1, 2011, http://www.tandfonline.com/doi/pdf/10.1080/14683849.2011.563502, ss. 41-54.
[13] Nilay Vardar, “Prof. Yarman: Akkuyu’ya Bu Koşullarda Nükleer Santral Yapılamaz”, 15 Mart 2011, http://ww.bianet.org/bianet/bianet/128592-prof-yarman-akkuyuya-bu-kosullarda-nukleer-santral-yapilamaz, (Erişim Tarihi: 12 Haziran 2013).
[14] Üstün, “Turkey between Environmental Protection and Energy Security: A Regional Perspective”, s. 186.
[15] Lilly Torosyan, “Revisiting the Metsamor Nuclear Power Plant”, The Armenian Weekly, 07 Aralık 2012, http://www.armenianweekly.com/2012/12/07/revisiting-the-metsamor-nuclear-power-plant/, (Erişim Tarihi: 06 Eylül 2013).
[16] Hamit Palabıyık, Hikmet Yavaş ve Murat Aydın, Nükleer Enerji ve Sosyal Kabul, (Ankara: USAK Yayınları, 2010), ss. 238-239.
[17] Sinan Ülgen, “Preventing the Proliferation of Weapons of Mass Destruction: What Role for Turkey?”, Transatlantic Academy Paper Series, Haziran 2010, http://www.transatlanticacademy.org/sites/default/files/publications/GMF_TA_Ulgen_060710web.pdf, (Erişim Tarihi: 21 Ocak 2013).
[18] “Interview with Taner Yıldız”, Turkish Policy Quarterly, Sonbahar 2012, Cilt: 11, Sayı:3, s. 33.
[19] Üstün, “Turkey between Environmental Protection and Energy Security: A Regional Perspective”, s. 187.
[20] “Interview with Taner Yıldız”, s. 34.