Başbakan Erdoğan’ın Mart 2012 sonunda gerçekleştirdiği ve temelde Suriye’de yaşanan olaylar ile nükleer kriz odaklı görüşmeler ihtiva eden Tahran Ziyareti’nde hissedilen soğukluk, İran Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Alaaddin Burucerdi’nin yaptığı açıklama sonrası tam bir soğuk savaş mahiyetini kazanmıştır. Burucerdi, yaptığı açıklamada, Türkiye’nin Suriye meselesinde takındığı Esad karşıtı tutum nedeniyle İran ile bölgesel bir çatışmanın içerisine sürüklenebileceğini kaydederek, 13-14 Nisan 2012 tarihlerinde gerçekleştirilmesi beklenen ve İran’ın nükleer programı ile alakalı olarak toplanacak 5+1 görüşmelerine İstanbul’un ev sahipliği yapmasının mümkün olmadığını belirtmiştir. Burucerdi, Türkiye’de düzenlenen “Suriye’nin Dostları” toplantısını da eleştirmiş ve Avro-Atlantik dünyasından yana tavır aldığını kaydettiği Türkiye’nin, İran ile 5+1 ülkeleri (BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya’dan müteşekkildir) arasındaki kritik görüşmelerde tarafsız bir aracı ya da kolaylaştırıcı olma vasfını yitirdiğini belirtmiştir. İran Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı tarafından yapılan bu açıklama Türkiye’de ciddi bir tepkiyle karşılanınca, İran Dışişleri Sözcüsü Ramin Mihmanperest tarafından “suya sabuna dokunmayan” ve Türkiye-İran İlişkileri’nin önemini vurgulayan yatıştırıcı bir açıklama gelmiştir. Ne var ki, ikili ilişkiler bağlamında bir süredir sezilmekte olan rahatsızlığın nihayet açığa çıkmış olması, gerek İran, gerekse de Türkiye’nin mevcut konjonktürde birbirlerini nasıl algıladıklarını anlayabilmek açısından önemlidir.
2000 sonrası dönemde ivme kazanarak stratejik müttefiklik seviyesine yükselen Türkiye-İran ilişkilerinin bu denli gerilmesine neden olan en önemli mesele, Suriye Krizi üzerinden şekillenen bölgesel ve dolayısıyla uluslararası sistemik mücadeledir. ABD, İsrail ve AB’nin yoğun çabalarıyla uluslararası sistem ekseninde ciddi manada yalnızlaştırılmış olan İran, Rusya ile kurmuş olduğu stratejik müttefikliğin yanı sıra güçlü bir bölgesel blok oluşturarak nükleer kriz tabanlı olarak kendisine yöneltilmiş olan tehlikeyi bertaraf etmeye çalışmaktadır. İran, kurulacak olan bu blok sayesinde Ortadoğu’nun istikrarını ve güvenliğini denetleyecek bir aktör olmayı hedeflemektedir. Böylece dengelerin pamuk ipliğine bağlı olduğu Ortadoğu’da hiçbir aktör İran ile çatışmayı göze alamayacak hale gelecektir. Rusya’nın uluslararası sistemi çok kutupluluk yönünde yapılandırma arzusu içerisinde olması ve Ortadoğu’da nüfuz sahibi olmak istemesi, Çin’in de ihtiyaç duyduğu enerji kaynakları nedeniyle Ortadoğu’ya önem vermek zorunda olması, İran’ın kendisini savunma olanaklarını arttırmaktadır. Nihayetinde İran, Irak’taki Şii kökenli El Maliki Yönetimi, Suriye’deki Nusayri tabanlı Esad Yönetimi ile Lübnan’daki Şii radikalizmini içselleştirmiş Hizbullah üzerinden Avro-Atlantik dünyasının bölgedeki en önemli müttefikleri olan Türkiye ile güneydeki İsrail’i çevreleme şansına sahip olmakta ve Ortadoğu’da dinsel-mezhepsel ayrım çizgilerinden sonuna kadar yararlanmak istemektedir.
Suriye’de yaşanan olaylara bu gözle bakıldığında ve Türkiye’nin dahi Esad’ı gözden çıkardığı değerlendirildiğinde, kendi stratejik çıkarları ve güvenliği için oluşturmayı arzuladığı savunma çemberinin kırılmaya çalışıldığını hisseden İran’ın, gerek Türkiye’ye, gerekse de Suriye’nin Dostları Konferansı’na katılan diğer küresel ve bölgesel aktörlere tepki göstermesi doğal olarak karşılanabilir. Savunma hattını İran toprakları dışında konumlandırmaya çalışan ve etkin diplomasiyi kendisi için bir kalkan olarak gören İran, bu minvalde Türkiye’yi manipüle etmeye ve Türkiye’nin kendisine yönelik gerçek niyetini anlamaya çalışmaktadır. İran, “iyi polis-kötü polis” eksenli bu tarz diplomatik oyunları daha önce de Türkiye’ye karşı kullanmıştı. İran İslam Cumhuriyeti’nin çok katmanlı ve aktörlü bir siyasal sistemi içselleştirmiş olması, niyet okuyuculuğu yapabilme ve diplomatik manevralarda bulunabilme hususunda bu ülkenin eline önemli bir koz vermektedir. Nitekim İran Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Burucerdi üzerinden dillendirilen hoşnutsuzluk, Türkiye’den gelen tepki dalgası ve Başbakan Erdoğan’ın sert açıklamaları ile birleştiğinde, Türkiye’nin, İran ve 5+1 müzakerelerine ilişkin ne düşündüğü ve İran’ın tutumunu nasıl karşıladığı/karşılayacağı anlaşılmıştır. Bu manipülasyonun ardından ise İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mihmanperest, ilişkilerin kopmasını engelleyecek olan açıklamayı yaparak “iyi polis” rolünü oynamıştır. Binlerce yıllık devlet geleneği olan İran’ın bu tarz diplomatik oyunlar oynayabilme konusunda ne kadar yetkin olduğu da böylece anlaşılmıştır.
İran’ın 5+1 müzakerelerini İstanbul’da değil de Bağdat, Şam ya da Pekin’de yapmak istemesi, tıpkı Başbakan Erdoğan’ın da kaydettiği gibi, bu görüşmelerden önemli bir sonucun çıkmayacağını gösteren önemli bir delildir. Zira belirtilen şehirlerin hepsi, Avro-Atlantik dünyası ile sistemik, bölgesel ya da siyasal sorun yaşayan ya da kendi güvenliğini sağlamaktan dahi aciz olan ülkeleri işaret etmektedir. Aynı zamanda, bu şehirlerin bağlı olduğu ülkelerin Tahran’ın müttefiki olarak bilindiğine de işaret etmeden geçmeyelim. İran, bu açıklama ile ABD, AB, İsrail ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri, ülke dışında mevzilendirmeye çalıştığı savunma hattında çarpışmaya çağırır gibi bir görüntü oluşmuştur. 5+1 görüşmelerinin İstanbul’da yapılmak istenmemesi, İran’ın Türkiye’yi kendisine müttefik olarak görmediğini ve gerçekleştirilecek olan nükleer enerji müzakerelerinde (şehir bazında da olsa kendi isteğini kabul ettirmeye çalışarak) psikolojik üstünlüğü elde tutmak istediğini kanıtlamaktadır.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU