Hiç şüphesiz güvenlik dendiğinde çok geniş bir çalışma alanını içine almakta ve güvenlik kapsamında çevre, sağlık, gıda, barınma, korunuma, savunma gibi konular önem kazanmaktadır. Güvenlik ve çevre arasındaki bağlantıyla ilgili tartışma, 1980’lerde Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun (World Commission on Environment and Development) bu bağlantıyı sürdürülebilir kalkınmanın önemli bir unsuru olarak ifade etmesinden bu yana gelişmiştir. Dünya Çevre ve Kakınma Komisyonu (WCED) ekonomik gelişmeyi yadsımayan, ancak dünya çevresini tehdit etmeyen çevre ve enerji politikalarının benimsenmesi gerektiğini savunan Brundtland Raporu’nu hazırlayan, Birleşmiş Milletler’in oluşturduğu bir komisyondur. Sürdürülebilirlik kavramı 1987’de Gro Harlem Brundtland’ın Başkanlığını yaptığı Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (WCED) tarafından hazırlanan ‘Ortak Geleceğimiz’ başlıklı raporda ilk kez küresel boyutta şöyle tanımlanmıştır; “Gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetlerinden ödün vermeden, bugünkü kuşağın ihtiyaçlarını giderebilmek”.[1]
Fakir ekonomilerde kaynaklar üzerine çatışma durumunda şiddet ve çevre arasında ortaya çıkan bağlantının genellikle görece bol olan kaynakların denetimine yönelik siyasi bir mücadele meselesi olduğu artık açıktır. İnsanlık, ortak bir gelecekle yüzleşirken, fakir halklar için, küresel iklim bozukluklarının yerel nedenlerden kaynaklanan çevre sorunlarından daha zararlı olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca, kalkınma ve hâlâ kırsal olan alanların küresel ekonomi döngüsü içerisine hızla çekilmesinin de genel olarak çevresel değişimi içeren, çatışmaya eğilimli bir süreç olduğu anlaşılmıştır. Çevresel bozulmanın geniş ölçekli çatışmaya yol açma potansiyelinden ziyade birey güvenliği ve hassasiyetleri ile kaynak savaşlarının farklı etkilerine daha fazla odaklanmakla birlikte geniş ölçekli çatışma ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Çevresel bozulmanın fakirlik ve hatta birçok durumda çatışmaya yol açacağı iddiasının gerçek olduğu genel olarak kabul edilmekle birlikte, belli olmayan, güvensizliğin kendini nasıl göstereceği ve kurbanların kim olacağıydı. Çok az devletin bir nehrin suyuna, su yokluğu durumunda devletlerarası savaşın en uç dinamiklerini ortaya çıkartacak kadar bağlı olduğu düşünülmüştür zira her iki taraf için de gerekli olan ortak altyapıyı yok edebilecek bir çatışmanın tehlikeleri, savaşın muhtemel faydalarından çok daha fazladır. Su savaşları tartışması, hassasiyetlerin karmaşık bir mesele olduğunu, bununla birlikte çevresel değişikliklerin işbirliğini sağlamaya yönelik çok sayıda fırsat yarattığını da açıklığa kavuşturmuştur.
Ortak kader birliği durumlarında farklı veya zıt unsurların birbirlerini ilgilendiren hayati konularda fikir ve işbirliği içinde olması beklenen ve görülen bir durumdur. Çevresel kıtlık ve siyasi çatışma arasında kurulan nedensellik, su tartışmaları yoluyla gösterilir. Bu durum, özellikle küresel iklim değişikliği, yağış düzeni ve buharlaşma oranlarına yönelik kaygılara bağlanıldığı takdirde önem kazanır. Kıtlık ve düzensizlikler karşısında belirli nehirlerin denetimini ele geçirmek için rekabet eden devletlerin, temiz su kaynaklarına güvenli erişimi sağlamak için savaşa başvurabilecekleri varsayılmıştır. Bununla birlikte, deneysel araştırmalar, su savaşlarının çok nadir yaşandığını veya yaşanmasının genellikle muhtemel olmadığını göstermektedir.[2] Oysa, su savaşlarının çok nadir yaşanmış olması ileride yaşanmayacağı veya yaşanma potansiyelini görmemezlikten geleceğiz anlamına gelmez. Su ve gıda kaynakları ile ilgili kullanım veya mülkiyet haklarından kaynaklanan ve ihtiyaçlar sonucu ortaya çıkması muhtemel kaynak savaşları mevcuttur, geçmişte benzer çatışmalar, buhranlar olmuştur. İsveç’in başkenti Stockholm’de su konferansı gerçekleşmiştir. Toplantıda açıklanan rapor ise bir hayli ilgi çekiciydi. “Susuzluk tahmin oranı, daha şimdiden 2025’te beklenen seviyeye ulaşmıştı. Bundan daha korkuncu, bu orantısızlık böyle devam ederse 2025 yılında her üç kişiden iki kişi susuzlukla karşı karşıya kalacaktı. Uluslararası Su Yönetimi Enstitüsü’nün hazırladığı haritaya göre Ortadoğu, su yetersizliğini en ağır biçimde yaşayan bölgelerin başında geliyordu. Türkiye komşularına göre biraz daha şanslıydı. Ama yine de tehlike bölgesindeydi. İngiltere İçişleri Bakanı John Reid, Şubat ayı sonunda İngiltere merkezli bağımsız düşünce kuruluşu Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Chatham House’ta yaptığı bir konuşmada, paylaşılamayan su kaynaklarının ülkeler arasında çatışmalara yol açabileceğine dikkat çekiyordu. İngiltere’nin önde gelen gazetelerinden The Independent, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkileri göz önüne alarak, su savaşları çıkması açısından en riskli 10 bölge arasına bu iki sınır komşusunu da ekliyordu. The Independent, küresel ısınma nedeniyle başlayacak su sıkıntısının tetikleyeceği coğrafyamızdaki diğer potansiyel savaş bölgelerini ise şöyle sıralıyordu; İsrail, Ürdün ve Filistin. Ortadoğu’da dünya nüfusunun yüzde 5’inin dünya su kaynaklarının yüzde 1’iyle yaşadığını yazan gazete, 1967’deki Arap-İsrail savaşının nedenlerinden birinin de su olduğunu belirtiyordu. Dünyaya düzen vermeye kalkışan ülkeler, binlerce kilometre uzaktan bizim coğrafyamızdaki suyun yirmi sene, otuz sene, elli sene sonrasını ve su sebebiyle yaşanacak muhtemel gelişmeleri planlıyor. Bulunduğu bölgeye göre Türkiye zengin su kaynaklarına sahip. Yıllık 107,3 milyar ton tüketilebilir su miktarımız var. Bunun sadece 39,3 milyar tonu kullanılabiliyoruz. Yani yüzde 36,6’sını…”.[3]
Burada sanırım önemli olan su politikası geliştirmek ve bir an önce uygulamaktır. Eğer kent ölçeğinde karbon yoğunluğunu azaltacak önlemler alınmazsa, kaynaklar nüfus artışıyla gelen talebi karşılayamaz, iklim değişikliği ile mücadelede istenilen seviyeye ulaşılamaz ise ve kentler yeterli çabayı ortaya koyamaz ise sorunlar iplik yumağı gibi karmaşık durumlar alabilir. Bush yönetiminin Kyoto Protokolü’nü reddettiği bir ortamda, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında Amerikan dış siyasetinin önceliklerini belirleyen 2002 Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Stratejisi bile Amerikan ekonomisinden kaynaklanan sera gazı emisyonlarının azaltılmasının önemine yönelik kısa bir tartışmayı içermektedir. Ancak, bu belge yakından incelendiğinde, emisyonların düşürülmesinin muhtemel olmadığının öngörüldüğü de görülebilir. Güvenlik Stratejisi’nde şu ifade yer alır; “Ekonomik büyüme, bu büyümeyle bağlantılı olan sera gazı artışının küresel iklime insan müdahalesinin tehdit olmasını önleyecek bir düzeyde tutulması suretiyle önlenmesine yönelik küresel çabalarla bir arada yürütülmelidir. Bütün hedefimiz, Amerika’nın sera gazı emisyonlarını, önümüzdeki 10 yıl boyunca 2012’ye kadar ekonomimizin ölçeği ile orantılı biçimde ekonomik sektör başına yüzde 18’e kadar keserek azaltmaktır”. Fakat, belgenin geri kalan kısmına yansıyan ekonomik büyüme beklentisi göz önüne alındığında, belgeyi kaleme alanların genel olarak emisyon artışının devam edeceğini temin edercesine, bu dönem boyunca yüzde 18’in üzerinde bir ekonomik büyüme bekledikleri de açık olarak görülür.
Atmosfere sera gazı salımı konusunda liderliği kaptırmayan sanayi devletlerinin çevre hassasiyetleri hususunda iyi niyetli beyanları ile gerçekte uygulamaları tezat oluşturabiliyor, bu ise dünya ve insanlık için çanların çalmaya başladığı, daha da vahim doğa olaylarının, küresel ısınma, barınma, açlık, beslenme, sağlık problemlerini, atmosfer kirliliği, temiz içme suyuna erişim kıtlığı, hatta canlılar için gerekli suyun kuraklık dolayısı ile azalması, canlı neslinin sonunu hazırlayan karamsar tablo çiziyor gözümüzün önünde. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu verilerine göre 31 Ekim 2011 tarihinde dünya nüfusu 7 milyar kişiye ulaşacaktır. 2050 yılında dünya nüfusunun 10 milyar kişi olacağı, bu sayının gıda güvenliği, su ve diğer doğal kaynakların sürdürülebilirliği açısından büyük tehdit oluşturduğu öngörülüyor. Bu nüfusun 6,4 milyarının şehirlerde yaşayacak olması da şehirlerin üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor. Nüfus artışı ile birlikte iklim değişikliğinin hızla ağırlaşan etkileri olarak görülen seller, kuraklık, sıcak hava dalgası ve deniz suyu seviyesindeki yükselmeler gibi sonuçlar, nüfus artışı ile birlikte önümüzdeki yıllarda insanoğlu için varolma ile ilgili daha ciddi sorunları beraberinde getirecek. NASA’nın verilerine göre, küresel deniz suyu seviyesinde son 100 yıl içinde 17 cm yükselme saptandı. 50 milyon yıldır bu kadar kısa bir süre içinde zarfında, bu denli büyük bir sıcaklık artışına rastlanmazken, 1981-2001 yılları arasındaki dönem, dünya tarihindeki ‘en sıcak 20 yıl’ olarak kayıtlara geçti. Rusya, Avrupa ve Asya’da sıcak hava yaşandı. Rusya’da 15.000 kişi kuraklık ve yangınlar nedeniyle hayatını kaybetti ve milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı. 2010 yılının ilk yarısında Çin’in Yunnan bölgesinde yaşanan kuraklık nedeniyle tarımsal üretim büyük ölçüde düştü, içme suyu sıkıntısı yaşandı. Küresel iklim değişikliği ve bunlara bağlı olarak iklimsel aşırılıklar, kuraklık, sel, gıda yetersizliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, türlerin yok olmasını, kitlesel göçler ve sosyal patlamaların ortaya çıkmasına neden oluyor. Bilim dünyasının elindeki veriler, sıcaklıktaki 2oC’lik artışın, iklim değişikliğinin etkilerinin geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiğini işaret ediyor. Bu artışın altında kalmak için gereken karbondioksit miktarının 350 ppm olması gerekirken, bugün 391 ppm düzeyine gelmiş durumdayız.
Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı kentlerde yaşıyor. Birleşmiş Milletler Habitat verilerine göre kentler, dünyadaki enerji tüketiminin yaklaşık % 75’inden ve küresel sera gazı salınımlarının da % 80’inden sorumlu. 2030 yılında dünya nüfusunun yaklaşık % 70’i kentlerde yaşayacak. 2050 yılında dünya nüfusunun % 85’inin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayacağı öngörülüyor. Eğer dengeli bir gelir dağılımı hedefi ile düşük karbonlu kalkınma modeline geçiş sağlanmaz ise dünya kaynaklarının hızla artan dünya nüfusunu kaldırabilmesi mümkün olmayacaktır. Bunun en önemli sebebi özellikle Çin ve Hindistan olmak üzere benzeri ülkelerde yükselen orta sınıfın tüketiminin artması, doğal kaynakların beklenenden çok daha hızlı ve erken tüketilmesi”.[4] Kentlerin yaşam avantajları bir yana, dezavantajları ile gelecek on yıllarda çok büyük sorunlara neden olabilecek. Hizmetlerin daha kolay verilmesi, toplu güvenlik, kümelenme ve eğitim, sağlık gibi hizmetlere kolay erişim bir yana madalyonun diğer tarafında tarımdan ve hayvancılıktan uzaklaşmış, üretici iken tüketim topluma haline gelmiş, milyonlarca kitleler arası çatışmalar, yağmalar, karışıklık, kaos, anarşi ise başta adaletsiz gelir dağılımı, işsizlik, barınma, salgın hastalıklar, adalet, beslenme gibi konularda sosyal devletin zamanla sorumluluğunu yerine getirememesi nedeniyle baş etmek zorunda kalacağı sorunları meydana getirebilir. Savaş, sefalet, kıtlık dönemlerinde insanlar önce kendi ve ailesi dışındaki unsurlara karşı ve durum vahim derecesine ve süresine göre de birçoğu kendinden olmayan tüm unsurlara karşı en yakınları dahil beklenmeyen hareketleri gösterebiliyor, açlık ve güvenlik konusunda farklı bir içgüdüye bürünerek, hassas, korumacı, acımasız ve vahşi olabiliyor. Bu dönemde en büyük güç ise atalarından kalma bilgilerle insanoğlu arasında tarım ve hayvancılık, el sanatları alanlarında yeterliliği olanların diğerlerine liderlik edeceğidir. Silah yapmayı bilen, ev ve el aletleri üretebilen, kendi toprağını süren ve tarım yaparak mahsul elde edebilen, hayvan besleyip bunun etinden, sütünden, derisinden ve yününden yararlanmasını bilen yeni bir lider rolü.
1903 Nobel Kimya Ödüllü İsveç’li bilim insanı Svante Arrhenius’a (1859-1927) göre “Eğer atmosferdeki karbonik asit oranı geometrik şekilde artarsa, sıcaklık da aritmetik şekilde artar. Havadaki karbondioksit oranı iki kat artırılırsa sıcaklıklar 5-6 oC artacaktır”. Arrhenius, Sanayi Devrimi’nin ardından yaşanan gelişmeleri inceleyerek sera etkisini ilk kez bilimsel olarak araştırıp formüle eden ve raporlayan kişi olmuştur. Modern uygarlık bu ciddi tehlikeyi resmi olarak ilk kez Arrhenius’un uyarılarından 83 yıl sonra konuşmaya başladı. 1979 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü, 1. Dünya İklim Konferansı’nı düzenleyerek fosil yakıtlar ve karbondioksit birikiminden kaynaklanan küresel iklim değişikliğine ilk kez vurgu yaptı. Sanayi Devrimi’nden beri, özellikle de son altmış yıldaki hızlı ve enerji-yoğun büyüme sürecinde gezegenin soğurabildiğinden daha fazla ve her yıl artan miktarda sera gazı üretiyoruz. Gazlar dünyadan yansıyan güneş ısısını hapsederek küresel ısınmaya sebep oluyor. Bu da yaşamımızı doğrudan etkileyecek şekilde iklim değişikliğine yol açıyor.[5]
Kalkınma bozukluklarının ve modern devletlerle ekonomilerin neden olduğu ekonomik düzensizliklerin, gelişmekte olan devletlerde birçok güvensizliğin kaynağını oluşturduğu kabul edilmiştir. Gunther Bachler tarafından yürütülen ENCOP (Çevre ve Çatışmaları – Environment and Conflicts Project) çalışmaları, çevresel çatışmaların, küresel ekonomiye dahil olma sürecindeki, fakirliğin hüküm sürdüğü dağlık kesimlerde ve Afrika’nın büyük ekolojik bölgelerinin kıyısında yer alan uzak alanlarda ortaya çıkmasının çok daha muhtemel olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte, çevre ve çatışma ilişkisinin, büyük kalkınma projelerinin belirli çevrelere ve yerel halklara verdiği zarar dışında diğer boyutları da bulunmaktadır. Yerli halkların, yağmur ormanlarını ve diğer alanları, petrol kuyularından ve maden şirketlerinden koruma mücadelesi, bu geniş eğilimin bir parçasını oluşturmaktadır.
Küresel Çevre Değişikliği ve Hassasiyet
2004’ün başında, Amerikan medyasının dikkati, Küresel İş Ortaklığı (Global Business Association-GBA) tarafındanABD Savunma Bakanlığı için hazırlanan ve ani bir iklim değişikliğinin muhtemel bir güvenlik tehdidi olarak önemine dikkat çeken senaryo uygulamasına çevrilmişti. Bu tema üzerine gelişen tartışma, hızlı iklim değişikliklerinin Kuzey Amerika’nın büyük bir kısmında sebep olduğu taşkınları ve ani donmaları konu alan 2004 Hollywood yapımı “Yarından Sonra” filmine odaklanmıştı. Hızlı iklim değişiklikleri konusunda yürütülen araştırmalar, hangi muhtemel senaryonun gerçekleşeceği konusunda sonuca varamamış olsa da, bu konuya yönelik kaygıları artıran nedenler de çoğalmaktadır. “The Day After Tomorrow” orijinal başlıklı filmde küresel ısınma sonucu yeni bir buz devrinin başlangıcının ilk belirtilerini görülmeye başladığında, tornadolar Los Angeles şehrini vurur. Gelgit dalgası tüm New York şehrini kaplar ve tüm kuzey yarımküre donmaya başlar. Gittikçe büyüyen fırtınalar, şehirlerin üzerinde oluşan hortumlar, ani su sıcaklığı değişimleri, yükselen su seviyesi, çatlayan kırılan ve erimeye başlayan buzullar, bunun sonucu eriyen tatlı suların şelale gibi deniz ve okyanuslarda ki tuzlu su ile karışmasının atmosferde oluşturduğu inanılmaz iklim değişimleri, buz kütlelerinin gökten dolu gibi yağması, haftalarca dinmeyen yağmur ve seller, daha önce hiç kar görmemiş bölgelere kar yağışı, aşırı buzlanma ve soğuma sonucu barınma, beslenme ve korunma sorunları peş peşe meydana gelmektedir. Bunun tabii sonucu olarak ise zorunlu yer değiştirme ve büyük göç dalgaları ve anarşi… Buna benzer binlerce doğa olayı ve felaketi verilebilir. Geçtiğimiz yıllarda ABD’nin New Orleans şehrini etkileyen sel felaketi gibi.
Dünyayı en çok kirleten ülkeler, 2010 İklim Koruma Endeksi enerji üretimine bağlı en önemli sera gazı üreticisi 10 ülke ve dünya çapındaki karbondioksit salınımındaki paylarını açıkladı. Raporda, dünyayı en çok kirleten ülke ABD ve Çin olurken, dünyayı en çok kirleten halk ise Avustralyalılar çıktı. Araştırma için, karbon salınımında ülkelere düşen pay yüzde olarak hesaplandı. Karbon emisyon oranına göre ülke sıralaması şöyle: Çin 20,96 / ABD 19,92 / Rusya 5,48 / Hindistan 4,57 / Japonya 4,27 / Almanya 2,76 / Kanada 1,98 / İngiltere 1,81 / İran 1,61 ve Kore 1,69.[6]
Enerji Güvenliği, NABUCCO, Nükleer Santraller
20. yüzyıla nükleer çağ veya sömürge sonrası kurulan ulus devletlerin sayısının artması bağlamında hangi isim verilirse verilsin, bu dönemde nüfusun hızla artması ve kentsel alanlara hareket etmesi dikkate değer gelişmelerdir. Artık kentsel bir türe dönüşmüş durumdayız. Bu ise, yiyecek, kereste, petrol, elektrik, mineraller ve her tür ürünün kırsal kesimlerden gelişen şehirlere taşınmasına neden olmuştur. “Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), 2011 Dünya Enerji Görünümü (World Energy Outlook) raporunu açıkladı. Raporda dünya enerji talebinin önümüzdeki 25 yılda üçte bir oranında artacağı uyarısı yapıldı. Raporda Enerji politikalarında cesur önlemler alınmadığı takdirde, dünyanın güvenli ve etkili olmayan, yüksek karbon içeren enerji ile kendi geleceğini adeta kirleteceği yorumu yapıldı. Raporda, 2010 ve 2035 yılları arasında, dünyada enerji talebinin üçte bir oranında artacağı ve bu talep artışının önemli bir kısmının OECD üyesi olmayan ülkelerden geleceği vurgulandı. Raporda, 2035 yılında Çin’in ABD’den yüzde 75 daha fazla enerji tüketeceği aktarıldı. Ekonomik büyüme, refah ve nüfus artışının, önümüzdeki dönemde enerji talebinin daha fazla artmasına yol açacağı hatırlatılan raporda, bununla birlikte dünyanın, güvenli olmayan ve çevre faktörü gözetmeyen, sürdürülebilir olmayan enerji kullanımına artık daha fazla güvenemeyeceği uyarısı yapıldı. Hükümetlerin enerji yatırımlarında, daha etkili ve karbon salımı düşük teknolojilere öncelik vermesi istenen raporda, doğalgaz kaynaklarına yönelik artan talebin ise en çok Rusya’ya yarar sağlayacağı belirtildi”.[7]
Ülkemizde son zamanlarda enerji alanında Rusya’ya doğalgaz alanında bağımlı iken birde gündemde olan Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer güç santrali projesinde de bağımlı olacağı tartışılmaktadır. Ortada tartışmasız bir gerçek ise; Türkiye’nin sanayisinin ve üretiminin, gelir artışının bir sonucu olarak kentselleşen bir insan kitlesi, araç satışlarında artış ve konutlarda tüketilen ısınma ürünlerinin elektrik, gaz, doğalgaz, kömür gibi çeşitliliği sonucu kaynaklarımızın bunu karşılayamaması, enerji alanında ithale dayalı aşırı bağımlılık ve enerjinin karşılanması için uygulanan dış siyaset ve ekonomi politikası göstermektedir ki enerji verimliliği ve alternatif yenilenebilir, sürdürülebilir enerji kaynaklarına yönelik teşviklere rağmen, talebin karşılanmasında yaşanan sorunlar, darboğaz ve dışa bağımlılık sürecektir. Doğalgaza yapılan son zammın nedenini artan girdi maliyetleriyle açıklayan Taner Yıldız, Rusya’dan alınan ve Trakya’dan gelen Batı Hattı olarak isimlendirilen kontratın, dün BOTAŞ’ın yazdığı yazıyla istenilen indirim oranlarının oluşmaması nedeniyle sonlandırıldığını da vurguladı. Yıldız, “Çokça soruluyor; Rusya ile ilişkilerde sorun doğurur mu diye. Rusya bizim stratejik işbirliği yaptığımız son derece önemli, bir kaç kontrata dayanarak ilişkilerimizin bozulamayacağı kadar sağlam ve güçlü ilişkilerimizin olduğu bir ülkedir. O yüzden bu tür kontratların sonlandırılmış olması gaz girişinin sonlandırılmış olması anlamını taşımıyor”[8] diye cevaplandırdı.“Enerji üretiminde çok büyük oranda petrole bağımlıyız. Oysa dünya tarihinde hiçbir zaman enerji üretiminde tek bir metaya bu kadar bağımlı olmamıştık.”diyor Edison Electric Institute Başkanı Thomas Kuhn.[9]
Bugün dünyada enerji tüketimi, çok büyük oranda petrol, doğal gaz ve kömürle karşılanmaktadır. Dünyada fosil kaynaklı yakıtlara olan bağımlılık hat safhada olup, hiçbir kaynak sonsuz değildir. Alternatif kaynakların örneğin güneş, rüzgar, jeotermal, hidro, dalga gibi temiz, güvenli, sürdürülebilir, yenilenebilir enerjinin sisteme dahil edilmesi gerekmektedir. Petrol ve doğalgaz alanında başta olmak üzere enerjide dışarıya büyük oranda da Rusya’ya bağımlıyız. “Günümüzde özellikle Doğu Sibirya gaz sahalarının açılması planlamakta ve bu süreç hızlandırılmaktadır. Böylece mevcut Rus yerleşim bölgelerine enerji tedariki sağlanmak suretiyle, şiddetli Çin göçüne karşı bir savunma olarak yerleşim yoğunluğu arttırılarak ve iş sahaları yaratılacaktır. Henüz kısa bir süre önce Devlet Başkanı Vladimir Putin kapsamlı bir göç programını ilan etmiştir”.[10] “Avrupa’da kullanılan enerjinin yüzde 50’si ithal edilmek zorunda olduğu için ve uzun bir süre daha doğalgaz ithal etmeye ihtiyaç duyacağı varsayımdan enerji arzı güvenliği gittikçe artan bir endişe kaynağıdır. Bu durum ise AB’nin bağımlı ve savunmasız olmasına yol açıp, enerji arz biçimlerinin ve kaynaklarının çeşitlendirilmesi konusunu gündeme getirirken, aynı zamanda, stratejik bir konumu olan Türkiye’ye özel bir rol vermektedir. Rusya’dan Türk karasuları yoluyla Bulgaristan’a uzanan Güney Akım projesi yanı sıra, Türkiye’den, Bulgaristan ve Romanya, Macaristan yoluyla Avusturya’ya uzanan NABUCCO boru hattı. AB’ye uzanan bir başka boru hattı ise Rusya’nın enerji arzını Ukrayna gibi mevcut geçiş ülkelerinde kesintiye uğraması halinde dahi, garanti eden Kuzey Akımı projesidir”.[11]
Türkiye, kendi enerji kaynaklarına erişimde şuan yeterince sahip olamamakla birlikte, jeopolitik konumu ve dünya genelinde stratejik politikalar gereği enerji arz ve talebi konusunda nakil ve dağıtım hatları ve en güvenli ülke olarak bölgesinde konumunu çok iyi muhafaza etmekte ve bu geçişler ister deniz veya karadan petrol ve gaz boru hatları ile olsun ister boğazlardan veya boru hatları ile entegre limanlar üzerinden taşıma olsun, dünya enerji enerji arz ve talebi ile enerji güvenliği dolayısı ile dünyada en çok konuşulan ve önem verilen ülkelerin başındadır. “Türkiye, NATO, AGİT, Avrupa Konseyi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı üyesidir. Türkiye jeopolitik konum itibari ile doğalgaz ve petrol boru hatlarının en güvenli geçiş yoludur”.[12] Türkiye, NATO bünyesinde en büyük ikinci askeri güç ve caydırıcı unsurdur. “Doğalgaz arz güvenliği büyük olasılıkla, Avrupa’nın önümüzdeki yıllarda enerji sektöründe başa çıkmak zorunda kalacağı en büyük zorluklardan biri olacaktır. Doğalgaz kaynaklarının daha da genişletilmesi çeşitlendirilmesi ve yeni geçiş yollarının oluşturulması, bu nedenle en büyük öneme sahiptir. İlk doğalgaz sevkiyatının 2015’te yapılması beklenmektedir. NABUCCO, beş ülkeden (Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya) geçecek. Şu anda her biri eşit miktarda hisseye sahip altı hissedarı bulunmaktadır. Bunlar Türkiye’de BOTAŞ, Bulgaristan’da Bulgaristan Enerji Holding’i, Macaristan’da MOL Grubu, Avusturya’da OMV Doğalgaz ve Enerji şirketi, Almanya’da RWE Arz ve Ticaret şirketi ve Romanya’da ise Transgaz’dır. Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun kısa ve öz bir biçimde ifade ettiği gibi: Doğalgaz boruları çelikten yapılıyor olsa da NABUCCO, halklarımız aramızdaki bağları çimentolayabilir”.[13]
Kaynakların coğrafi şartlar, zor erişim, kaynakların çıkarılması ve dağıtılması, nakli konusunda politik riskler, belirsizlikler, gerilimler, değişik coğrafyalarda sıcak ve soğuk çatışmalara neden olmakta, olabilmektedir. “2011 İlerleme Raporu’nu açıklayan Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, Türkiye ile ilgili Özellikle nükleer güvenlik, emniyet, koruma ve nükleer yayılmanın önlenmesi konularında mümkün olan en yüksek düzeyde standartların sağlanması yönünde tedbirlere ihtiyaç bulunmaktadır. Arz güvenliği ve enerji verimliliği bakımında da ilave çabalar gerekmektedir değerlendirmesine yer verdi. Raporda, Türkiye’de arz güvenliği konusunda sınırlı ilerleme kaydedildiği belirtildi. NABUCCO Projesi çerçevesinde transit ülkelerde gerekli düzenleyici çerçevenin hazırlanması ve yatırımların teşvik edilmesini amaçlayan Proje Destek Anlaşması’nın Haziran 2011 tarihi itibariyle imzalandığı hatırlatılan raporda, Ancak gaz iletiminde adil ve ayırımcı olmayan kurallar henüz uygulamaya geçirilmemiştir. Türkiye aynı zamanda likiditesini ve sözleşme esnekliğini artırarak, doğalgaz piyasasını derinleştirmeye teşvik etmelidir. Böyle bir süreç, enerji güvenliğinin daha da artmasını sağlayacak bir enerji merkezi’nin ortaya çıkmasını sağlayabilir”.[14] Enerji kaynakları ve bunlardan elde edilen enerjiye erişim, ülkelerin gelişim düzeyine olduğu kadar, ekonomik ve ulusal güvenliğini de doğrudan etkileyen, yaşamsal bir olgudur. Bunun yanı sıra, kesintisiz, sürdürülebilir, temiz, kaliteli enerjiye erişebilmek, ayrımsız tüm insanlar için, su ve hava kadar gerekli bir insanlık hakkıdır. “Enerji güvenliği, enerjinin yeterli, ödenebilir, güvenilir, zamanında, temiz, kesintisiz elde edilebilmesini ve bunların biri ya da birkaçının değil, tümünün eksiksiz sağlanabilmesini ifade eden bir kavramdır. Hiçbir enerji sistemi, kısa erimde tam anlamıyla “güvenli” sayılamaz. Zira kesintiler ile yetersizlikler, sabotajlar, politik müdahaleler, grevler, teknik arızalar, kazalar ya da doğal afetler nedeniyle, beklenmedik ve ani bir biçimde ortaya çıkabilir. (World Energy Outlook 2010, International Energy Agency, Released on November 9, 2010) Interconnector Turkey Greece Italy (ITGI) projesi, ipi göğüsleyen NABUCCO’ya oranla çok daha yakındır. Bu proje de Türkiye ve AB üyesi ülkeleri birleştiren bir proje olacaktır”.[15]
Nükleer güç santralleri ile ilgili ise nükleer kaynaklı enerjiye olumlu bakanlar ve nükleer enerji reaktörlerinin biran önce ülkelerin gündemlerine alınarak devreye girmesini savunanlar ile bu enerji sistemine tamamen kısmen veya karşı olanlar arasında yoğun ve hararetli tartışmalar vardır. T.C. Hükümeti enerji talebini karşılayamayan ve dışarı bağımlılığı azaltarak sanayide ve konutlarda enerji maliyetlerini düşürmek için nükleer enerji santrali için yoğun mesai içinde gibi. Diğer yandan ise; “Fuşikama’nın işletmesi olan TEPCO (Japon), Türkiye nükleer santrali için verdiği teklifi geri çekti. Siemens üst düzey yöneticilerinden Peter Loescher, Der Spiegel dergisine yaptığı açıklamada, Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde yaşanan felaketin, şirketin nükleer enerji’ye hayır yönünde karar almasında etkiliği olduğunu söyledi. Loescher, Siemens’in nükleer faslını tamamen kapattığını, bundan böyle nükleer santralleri kurmayacaklarını sözlerine ekledi. Siemens’in Rus nükleer şirketi Rosatom’la kurmayı planladığı ortaklığın da iptal edileceğini ifade eden Loescher, işbirliğinin başka alanlarda süreceğini vurguladı. Almanya Başbakanı Merkel, 17 nükleer reaktörün 2022 yılına kadar kapatılacağını duyurmuştu”.[16] Dünyada nükleer enerjiden en fazla yararlanan ülkelerin başında gelen Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki Langedoc Roussillon bölgesinde 1955’te hizmete giren Marcoule nükleer santralinde 2011 yılında bir patlama meydana geldi, can ve mal kaybına neden oldu.
Bugün dünyada hiçbir nükleer santralde yüzde yüz güven olmadığından ve meydana gelebilecek felaketlerinin etkisinin çok uzun süre çevresel sorunlara neden olacağından, nükleer santrallerden çıkan radyoaktif atıkların nasıl bertaraf edileceği sorunundan ve yatırımlarının çok yüksek maliyet taşımasından dolayı sivil inisiyatif buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Dönemim SSCB’sine bağlı şimdilerde Ukrayna’nın Kiev kenti yakınlarındaki Çernobil nükleer santralinde 1986 yılında meydana gelen reaktör patlamasından sonra ülkemizde özellikle Karadeniz Bölgesi bundan olumsuz etkilenmiştir. Iğdır ilimize yaklaşık 16 km. mesafede olan ve Ermenistan sınırları içinde başkent Erivan’a 30 km. mesafede bulunan eski ve güvensiz Metsamor nükleer santrali ise her an bir felakete sahne olacak saatli bir bomba gibi ülkemiz dahil bölge için büyük bir tehdit oluşturmaktadır.
Sonuç
Tüm bunların neticesinde dünyada en sık konuşulan ve gündemi meşgul eden, çevre ve enerji konuları ile buna bağlı olarak enerjinin arz ve talebi güvenliği, su ve gıda savaşları ihtimali, salgın hastalıklar, kuraklık, iklim değişikliği, küresel ısınma ve çevre kirliliği. Yokluk, fakirlik, açlık, çevre, güvenlik bağlantılarının ilişkisi vardır. Çatışma ve savaşlar ise kaçınılmaz doğal sonucudur. Dünyanın özellikle son yüz yılda sanayileşmenin doğal sonucu olarak atıklardan kaynaklanan sızan zararlı suların ve maddelerin toprağa, denize, nehirlere, akarsulara, havaya ve kısaca doğaya karışması, tüten dev sanayi ve konut bacalarının, kara, hava ve deniz taşıtlarından çıkan zararlı maddelerin, fosil yakıtlar dahil kullanılan ürünlerin atıklarının, plastik ve kimyevi maddelerin, üretim ve tüketim sürecinde atmosferi kirletmesi, kaynakların su, petrol, maden, doğal kaynaklar, cevherler, tarım arazisi, ekilip biçilebilen araziler dahil azaldığı, yok olmaya başladığı, ozon tabakasının delinmesi ve salınan aşırı yoğunlukta karbonun doğal hayatı ve yaşam alanlarını alt üst ettiğini, deniz suyu seviyesinde ve atmosfer sıcaklığında hissedilir ısınmaların olduğu, havada hissedilebilir derecede kirlenme ve asit yağmurlarının görülmeye başladığı, bundan dolayı toprakların özelliklerini yitirmekte olması, mahsul vermesi seneden seneye azalan verimli toprağın iyice çoraklaşmaya başlaması, doğal su kaynaklarının azalması, suların çok daha derinlerde oluşması dolayısı ile içilebilir temiz suya olan ihtiyacın günden güne kendini göstermesi, daha da vahimi dünyada temiz içme suyuna ve hatta suya erişimde yaşanan sınırlı imkanların pek çok salgın hastalığa ve diğer fizyolojik rahatsızlığa davetiye çıkarması, güneşin etkisini direkt göstermesi neticesi kanser dahil rahatsızlıkların sık görülmeye başlanması gibi zincir halkaları gibi bir dizi problem, çözümü azalan sorun üst üste birikmektedir.
Sürekli tırmanan dünya nüfusu, adaletsiz ve dengesiz kaynak ve gelir dağılımı, aşırı bir tüketim toplumu sınıfı, araçların ve konutların şehirlerde aşırı karbon salımı, sanayinin durmadan daha fazla kaynağa ve enerjiye ihtiyaç duyması, yer üstü ve yer altı kaynakların artık talebe ve üretime cevap veremez hale gelmesine bağlı olarak orman arazisi ve yeşil verimli alanlarda ki madenlerin kullanıma açılması ve şehirleşmenin artması, yeni yerleşim alanlarının çoğalması, atık ve çöp sorunu, deniz ve okyanuslarda petrol ve türevleri, kimyevi madde, hammadde, nükleer atık dahil taşımacılık yapan gemilerin çarpışma veya batma sonucu medyana getirdiği çevre kirliliği, bitki örtüsü ve canlılar üzerinde negatif etkisi, doğal yaşamda sıradakinin soyu azalacak olan insan olduğunu hissettirerek her gün bir şekilde doğal afetler, felaketler, canlı türlerinde azalma şeklinde bize hatırlatması çanların artık insan soyu için çaldığının en açık kanıtıdır.
Tarkan DENİZ
KAYNAKÇA
[1] EKOIQ Dergisi, Eylül-Ekim 2010, ss.126 ve ayrıca Faruk Eczacıbaşı, Makro Bakış, Bilgi Çağı Portalı Enerji Politikasında Yönetişim Gerekiyor, 1 Eylül 2011 Sayı 82, http://www.bilgicagi.com/Yazilar/7279-enerji_politikasinda_yonetisim_gerekiyor.aspx.
[2] Hans Toset et al., “Shared Rivers and Interstate Conflict”, Political Geography, Cilt 19, No 8, 2000, ss. 971-996.
[3] Ünal Bolat, Ufuk Ötesi Portalı Kasım 2008, http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20060965.
[4] Gülçin Özsoy, Bölgesel Çevre Merkezi (REC) Türkiye Proje Uzmanı, Enerji Dergisi, Eylül-Ekim 2011 Sayısı, ss. 54-55.
[5] Nicholas Stern, Yaşanabilir Bir Gezegen Projesi, Doğan Kitap Mart 2011, ss.15, 36.
[6] Sabah ve 18.12.2009 tarihli Bugün Gazetesi Portalı, Dünyayı en çok kirleten ülkeler haberi,
http://www.bugun.com.tr/haber-detay/87172-dunyayi-en-cok-kirleten-ulkeler-haberi.aspx.
[7] Enerji Dergisi Eylül-Ekim 2011 Sayısı.
[8] Hürriyet Gazetesi, 2.10.2011, http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/18880267.asp.
[9] Bloomberg Businessweek Türkiye 7-13 Ağustos haftası sayısı, ss. 66.
[10] Prof. Dr. Werner Gumpel, Avrupa ve Orta Asya Arasındaki Enerji Köprüsü Türkiye, Konrad Adenauer Stiftung Vakfı Yayınları, Enerji Politikasının Vazgeçilmez Şartı Olarak; Enerji Alanında Güvenliğin Sağlanması, ss. 115, 116.
[11] Avrupa’da Türkiye, Türkiye ve AB’nde Enerji Güvenliği Nükleer Enerji – Türkiye için Seçenek mi? Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Yayınları ss. 13.
[12] Prof. Dr. Hasret Çomak, Avrupa ve Orta Asya Arasındaki Enerji Köprüsü Türkiye, Konrad Adenauer Stiftung Vakfı Yayınları, Türkiye’nin Enerji Güvenliği, ss. 71.
[13] Christian Dolezal, NABUCCO Uluslararası Gaz Boru Hattı Şirketi Sözcüsü, Avrupa’da Türkiye, Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Yayınları, Türkiye’de ve AB’de enerji güvenliği, ss. 29, 33.
[14] Enerji Dergisi Eylül-Ekim 2011 Sayısı ss. 66.
[15] Necdet Pamir, Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi YK Üyesi, Avrupa’da Türkiye, Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Yayınları, ss.15, 16, 28.
[16] EnergyWorld Dergisi, Ekim 2011 ss. 42.
[1] EKOIQ Dergisi, Eylül-Ekim 2010, ss. 126 ve ayrıca Faruk Eczacıbaşı, Makro Bakış, Bilgi Çağı Portalı Enerji Politikasında Yönetişim Gerekiyor, 1 Eylül 2011, Sayı 82, http://www.bilgicagi.com/Yazilar/7279-enerji_politikasinda_yonetisim_gerekiyor.aspx.
[2] Hans Toset et al., “Shared Rivers and Interstate Conflict”, Political Geography, Cilt 19, No 8, 2000, ss 971-996.
[3] Ünal Bolat, Ufuk Ötesi Portalı Kasım 2008, http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20060965.
[4] Gülçin Özsoy, Bölgesel Çevre Merkezi (REC) Türkiye Proje Uzmanı, Enerji Dergisi, Eylül-Ekim 2011 Sayısı ss. 54-55.
[5] Nicholas Stern, Yaşanabilir Bir Gezegen Projesi, Doğan Kitap Mart 2011, ss. 15, 36.
[6] Sabah ve 18.12.2009 tarihli Bugün Gazetesi Portalı, Dünyayı en çok kirleten ülkeler haberi, http://www.bugun.com.tr/haber-detay/87172-dunyayi-en-cok-kirleten-ulkeler-haberi.aspx.
[7] Enerji Dergisi Eylül-Ekim 2011 Sayısı.
[8] Hürriyet Gazetesi, 2.10.2011 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/18880267.asp.
[9] Bloomberg Businessweek Türkiye 7-13 Ağustos haftası sayısı, ss. 66.
[10] Prof. Dr. Werner Gumpel, Avrupa ve Orta Asya Arasındaki Enerji Köprüsü Türkiye, Konrad Adenauer Stiftung Vakfı Yayınları, Enerji Politikasının Vazgeçilmez Şartı Olarak; Enerji Alanında Güvenliğin Sağlanması, ss.115, 116.
[11] Avrupa’da Türkiye, Türkiye ve AB’nde Enerji Güvenliği Nükleer Enerji – Türkiye için Seçenek mi? Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Yayınları ss. 13.
[12] Prof. Dr. Hasret Çomak, Avrupa ve Orta Asya Arasındaki Enerji Köprüsü Türkiye, Konrad Adenauer Stiftung Vakfı Yayınları, Türkiye’nin Enerji Güvenliği, ss. 71.
[13] Christian Dolezal, NABUCCO Uluslararası Gaz Boru Hattı Şirketi Sözcüsü, Avrupa’da Türkiye, Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Yayınları, Türkiye’de ve AB’de enerji güvenliği, ss. 29, 33.
[14] Enerji Dergisi Eylül-Ekim 2011 Sayısı ss. 66.
[15] Necdet Pamir, Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi YK Üyesi, Avrupa’da Türkiye, Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Yayınları, ss. 15, 16, 28.
[16] EnergyWorld Dergisi, Ekim 2011 ss. 42.