SİSTEMSEL BİR KIRILMA NOKTASI: KAFKASYA

upa-admin 02 Ekim 2012 6.775 Okunma 0
SİSTEMSEL BİR KIRILMA NOKTASI: KAFKASYA

Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” düsturu çerçevesinde yumuşak güç ve karşılıklı bağımlılık kuramları çerçevesinde kurgulamaya çalıştığı Türk Dış Politikası’nın en önemli açılım noktalarından biri konumunda yer alan Kafkasya Bölgesi, mevcut siyasal-sistemik görünüm itibarıyla tam bir barut fıçısı niteliğine haizdir. Bölgede yer alan devletlerin birbirleriyle yaşadıkları tarihsel, toprak tabanlı-irredentist, siyasal ve sosyo-kültürel problemlerin yanı sıra uluslararası sistemin yapısını korumayı ya da değiştirmeyi hedefleyen küresel aktörlerin Avrasya geneli ve Geniş Karadeniz Havzası özelinde yaptıkları mücadelenin Kafkasya’nın tamamını içerisine alır bir görünüm arz etmesi, bölgenin içerisine sürüklendiği karmaşanın kısa vadeli bir mahiyet taşımayacağını da gösteriyor. Bu minvalde, bulunduğu coğrafyada etkin bir bölgesel güç olarak sivrilmeyi ve küresel manada etkili olabilmeyi amaçlayan Türkiye’nin Kafkasya’daki gelişmeleri yakından takip edip, doğru bir şekilde yorumlaması gerekiyor.

Mevcut konjonktürde Kafkasya Coğrafyası’nın birbirini tamamlayan iki ayrı gerçeklik olarak ele alıp değerlendirmek doğru olacaktır. Zaten bölgenin bugün itibarıyla sergilediği siyasal görünüm bu ayrımı doğrular niteliktedir. SSCB’nin dağılmasının ardından Rusya toprakları içerisinde kalan Kuzey Kafkasya, gerek sahip olduğu etno-kültürel çeşitlilik gerekse de bölgede yaşayan farklı etnik grupları kendi potasında eritmeye çalışan radikal siyasal ve kültürel yaklaşımlar çerçevesinde anlamlandırılmalıdır. Her ne kadar bölgede ciddi bir etno-kültürel ve dinsel çeşitliliğin var olduğu söylenebilecekse de, bölge halkının çoğunluğunun Müslümanlık üst kimliği çerçevesinde birleşebilecek bir görünüm sergilemesi, Rusya karşıtı ayrılıkçı siyasal hareketlerin “Müslümanlık” ortak paydası çerçevesinde hareket etmelerine neden olmuştur. Zira 1990’ların ortalarında ve 2000’li yılların başında yaşanan Çeçenistan Savaşları esnasında, etnik kimliğe dayalı mücadelenin, bölgenin sahip olduğu toplumsal çeşitlilik nedeniyle yeterli birleştiriciliğe sahip olmadığı görülmüştür. Üstelik Müslüman kimliğini referans göstererek yapılan ayrılıkçı girişimler, başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere kendi siyasal meşruiyetini bu minvalde teşkilatlandıran bazı zengin ülkelerin Kuzey Kafkasya’da Müslümanlık parantezinde bir siyasal mücadeleye girişmiş örgütlere ve liderlere destek vermelerini beraberinde getirmiştir. Bugün başta Çeçenistan ve Dağıstan olmak üzere tüm Kuzey Kafkasya’da Rusya karşıtı bir siyasal bağımsızlık mücadelesine girişmiş olan Doku Umarov’un kendi meşruiyetini İslam ile bağdaştırmaya çalışması ve yine Çeçen ayrılıkçıların kendi mücadelelerini Selefilik ve Vahhabilik çerçevesinde anlamlandırma girişiminde bulunmaları, başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere tüm dünyadaki radikal unsurlardan gelebilecek desteği kendilerine çekebilme anlayışının bir uzantısı olarak görülmelidir.

Rusya’nın Kuzey Kafkasya bağlamında yaşadığı ayrılıkçılık probleminin bir diğer önemli nedeni ise sosyo-kültürel ve toprak tabanlı kaygılar ile değil sistemik tercihler ve mücadele ile alakalıdır. Rusya’nın, ABD’nin liderliğini yaptığı Avro-Atlantik İttifakı’na meydan okumaya başlaması ve uluslararası sistemin çok kutupluluk yönüne evrilmesi gerektiğini sürekli olarak vurgulaması, başta ABD olmak üzere, bu ülkenin “yeni bir SSCB” olmasını istemeyen küresel ve bölgesel aktörleri harekete geçirmiş ve bu aktörlerin Rusya’nın ulusal güvenlik çemberi ekseninde en zayıf noktası olarak ön plana çıkan Kuzey Kafkasya’daki ayrılıkçı girişimlere siyasal, ekonomik ve askeri destek vermelerini beraberinde getirmiştir. Aslında bu girişim, Rusya’yı, tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi çevreleyebilme anlayışının öncülü olarak görülebilir. Ne var ki, çevreleme stratejisinin oldukça yavaş ilerlediğini görüyoruz. Bunun en önemli nedeni ise küresel ve bölgesel aktörlerin Rusya’ya karşı izledikleri politikanın birleşik bir görünüm sergilememesi ve özellikle Çin ile Hindistan’ın kendi çok kutupluluk stratejileri dâhilinde Avro-Atlantik İttifakı’na yeterli desteği vermemeleridir.

Güney Kafkasya Bölgesi ise, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan 3 yeni cumhuriyet ve bu cumhuriyetleri birbirleriyle mücadeleye iten etno-kültürel ve toprak bazlı mücadeleler ve savaşlar ile gündeme gelmektedir. Rusya, Türkiye ve İran gibi önemli aktörler tarafından çevrelenmiş olan bu bölge, Kuzey Kafkasya kadar karmaşık bir etnik ve dinsel çeşitlilik arz etmese de, özellikle sahip olduğu enerji kaynakları ve bu enerji kaynaklarının Avrupa’ya ulaştırılması hususunda Rusya’yı by-pass etmeyi amaçlayan projeler ile anılmaktadır. Avro-Atlantik İttifakı ve Türkiye, Hazar’daki enerji kaynaklarının gerçekleştirilen (Bakü-Tiflis-Ceyhan, Bakü-Tiflis-Erzurum) ve gerçekleştirilmesi planlanan (NABUCCO-Batı, TANAP, Trans-Hazar) projeler eliyle Avrupa’ya aktarılabilmesini ve böylece Rusya’nın en önemli silahı olan enerji bağımlılığı unsurunun görece etkisizleştirilebilmesini hedeflerken, Rusya, kendisinin küresel bir aktör olabilmesi yönünde en önemli katkıyı sunan enerji silahını kaybetmemek için, gerek bölge ülkeleri nezdinde gerekse de enerji kaynakları açısından kendisine bağımlı olan AB ülkeleri ve Türkiye üzerinde baskı uygulamaktadır. Dağlık Karabağ Sorunu’nun çözümü, Abhazya ve Güney Osetya Sorunları ile Hazar Denizi’nin paylaşımı noktasında en önemli aktör olan Rusya, bu problemleri konjonktüre uygun olarak kendi istediği şekilde kullanmakta ve genel olarak Avrasya, özelde de Kafkasya eksenindeki gücünü ispat etmektedir. Güney Kafkasya Bölgesi’nin, Kuzey Kafkasya’ya oranla farklı bir görünüm sergilemesini sağlayan en önemli unsurlardan ikisi de bölgenin din ve kültür bağlamında ortaklaştırılamayacak bir görünüm sergilemesi ve bölge ülkelerinin sistemsel tercih noktasında birbirlerinden ayrılmasıdır. Örneğin Gürcistan, “Gül Devrimi” sonrası uluslararası sistem çerçevesindeki tercihini ABD’den yana kullanmışken; Ermenistan, tarihsel, siyasal, jeopolitik ve ekonomik gerekçelerle Rusya’nın Güney Kafkasya’daki kalesi konumuna evrilmiştir. Enerji kaynakları ve projeleri ekseninde Rusya’ya bağımlı olmayan ve hatta bu ülke ile gizli bir rekabete girmiş olduğunu söyleyebileceğimiz Azerbaycan ise Rusya ve Avro-Atlantik Dünyası arasında dengeyi gözetmeye çalışmaktadır. Ancak Türkiye faktörü ve ekonomik gerekçeler göz önünde bulundurulduğunda, Azerbaycan’ın Avro-Atlantik İttifakı’na çok daha yakın durduğu söylenebilir.

Jeopolitik teorilerde, özellikle de Spykman’ın Kenar-Kuşak Teorisi ile Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezinde çok önemli bir kırılma noktası olarak resmedilen Avrasya Bölgesi’ne bağlı bir alt bileşen olan Kafkasya, bugün itibarıyla başta Rusya ve ABD olmak üzere birçok küresel ve bölgesel aktörün siyasal ajandasında önemli bir yer kaplamaktadır. Bu nedenle, bölgenin siyasal-sistemik geleceğinin yine “güç ilişkileri” ve özellikle sert güç unsurları çerçevesinde şekillendirilmesi beklenebilir. Avrasya’da çok önemli bir bölgesel güç olduğunu söyleyebileceğimiz Türkiye ise, sahip olduğu kapasite ve bilgi birikimi aracılığıyla, bölgede yaşanması muhtemel olan siyasal ve askeri çatışmalar bağlamında önemli bir aktör olarak ön plana çıkacaktır. Bu nedenle, Türkiye’nin, özellikle Rusya ile oluşturduğu işbirliği köprüsünü yıkmadan ve özellikle Azerbaycan ile ilişkiler bağlamında İran gerçekliğini de göz önünde bulundurarak, kendi yumuşak gücüne ve bölge ülkelerine sunabileceği fırsatlara dayalı olarak kurgulayabileceği karşılıklı bağımlılık zincirlerine değer vererek hareket etmesi gerekmektedir.

Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.