Geride bırakmak üzere olduğumuz 2012 senesi Türk Dış Politikası açısından hareketli ve çok olaylı bir yıl olarak tarihteki yerini almak üzere. Arap yarımadasındaki halk hareketleri, gelişmiş ülkelerde sosyal kriz unsuru haline gelen küresel ekonomik yavaşlama, çıkmaza giren Suriye iç savaşı ve İran nükleer programı hem Türkiye’nin hem de tüm bölgesel ve küresel aktörlerin gündemini yoğun bir şekilde meşgul etti. Dünyadaki yüksek risk unsuru bölge ve meselelerden gelen sinyallere kulak verilirse önümüzdeki 2013 yılının da belirsizliklerle geçecek, yoğun tempolu bir yıl olacağını iddia edebiliriz.
Belirsizliğin artık küresel siyaset ve ekonomide yeni “normal” olduğu mevcut düzende ülke dış politikasının çok temkinli, dikkatli ve prensipli yönetilmesi gerekiyor. Kullanılan zengin akademik dile ve ilkesellik retoriğine rağmen AKP hükümetinin dış politika yönetiminde almış olduğu son dönem kararlarına baktığımızda bu vasıfları görmek mümkün değil. Türkiye bugün bölgesindeki bütün komşularıyla siyasi ve güvenlik sorunları yaşayan, çatışmalarda taraf haline gelen bir aktör olmuş durumda. Özellikle İran nükleer krizi, Suriye`deki iç savaş, Arap-İsrail krizi gibi temel meselelerde dünyanın güçlü ve etkili bir Türkiye`ye ihtiyacı olduğu bu dönemde, Türkiye çözüm unsuru olmaktan maalesef çok uzak.
Türkiye`nin bölgesindeki sorunları ve sistemin temel parametrelerini sağlıklı bir şekilde analiz etmek için küresel politikada geçtiğimiz yıllarda en etkili aktör rolünü oynamış ABD`nin önümüzdeki dönemde izleyeceği dış politikanın önceliklerini de iyi idrak etmemiz gerekiyor. 6 Ekim`de gerçekleşen ABD Başkanlık seçimlerinin halihazırdaki Başkan Barack Obama’nın zaferiyle sonuçlanmasının akabinde dış politika ve ABD’nin küresel siyasetteki rolü hem ABD kamuoyunda hem de diğer ülkeler tarafından sıkça tartışılmaya başlandı. Beyaz Saray’ın önümüzdeki dönem en önemli önceliği hiç şüphesiz Amerika’nın 2007 yılından beri boğuştuğu ekonomik krizle mücadele olacak ve Obama mesaisinin en önemli kısmını bu meselenin çözümüne ayıracak.
Son dört senede Obama yönetiminin tüm çabalarına rağmen Amerikan ekonomisinin krizi atlattığını iddia etmek imkansız. Ülkede işsizlik rakamları rekor seviyelerde, ve ekonomik büyüme sorunu devam etmekte. Halkın Obama’ya güvenini kendisini ikinci kez seçerek göstermesinden sonra beklentiler Başkanın bu sorunların üzerine giderek, Amerikanın ekonomik alanda istikrarlı bir seviyeye çıkmasını sağlamak yönünde. Obama’nın iki dönemlik başkanlık performans karnesini de ciddi bir jeopolitik şok yaşanmadığı sürece ekonomi alanındaki başarısı belirleyecek.
Washington’da önümüzdeki dönemde ekonominin temel unsur olmasıysa bazı analistlerin iddia ettiği gibi süpergücün küresel sahneden tamamen çekilmesiyle ve küresel siyasette bir politik vakum yaratmasıyla sonuçlanmayacak. ABD önceliklerini yeniden belirleyerek önümüzdeki dönemde de küresel siyasette ana unsur olmaya devam edecektir. Bu önceliklerin niteliği de Türkiye gibi çatışma bölgelerinde etkili birer güç olmaya aday ülkelerin geleceğini ve ulusal güvenliklerini çok yakından etkileyecek.
Yeni dönemde Amerikan dış politikasının önceliklerini anlamak için Amerikan Dışişleri Bakanlığının ve Pentagon`un stratejik belgelerine, ve üst düzey seviyelerden yapılan açıklamalara göz atmak yeterli. Pentagon`un Ocak ayında yayımladığı “Küresel Liderliği Sürdürmek: 21.Yüzyıl için Savunma Öncelikleri” raporu bize Amerika’nın yeni dönemde önceliğini Orta Doğu coğrafyasından Asya-Pasifik bölgesine çekeceğini açıkça belirtiyor. Bu yeni durumun Türk Dış Politikası ve Türkiye için ne anlama geleceğini analiz etmeden önce bu öncelik değişiminin nedenlerini kısaca irdeleyelim.
ABD yönetimi ulusal kaynaklarını dış politika için sınırsız bir şekilde kullanamayacağına ve bazı öncelik seçimleri yapması gerektiğini yaşanan ekonomik ve borç krizi sonucunda iyice idrak etti. Son yıllardaki bütçe rakamlarına baktığımızda Irak ve Afganistan’da aynı anda savaşmanın ekonomik olarak ciddi bir yük yarattığını gözlemliyoruz. ABD’nin kaynaklarını ulusal çıkarları için daha dikkatli ve özenli kullanması gerektiği iç siyasette de bir baskı unsuru haline gelmiş durumda.
Bölgesel öncelik değişiminin ilk sebebi ABD enerji sektöründe yaşanan son gelişmeler. OECD’ye bağlı enerji kuruluşu Uluslararası Enerji Ajansı’nın hazırladığı son yıllık rapora göre ABD, daha önce teknolojik sınırlamalar nedeniyle erişilemeyen petrol ve gaz kaynaklarının yeni teknolojiler vasıtasıyla kullanılabilmesi sonucunda 2020 yılında dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz üreticisi haline gelecek ve 2030 yılındaysa net enerji ihracatçısı olacak. Bu yüzden Orta Doğu’daki kaynaklara ihtiyacı ve bölgenin stratejik önemi nispeten azalmış durumda. Bu durum Washington’un Türkiye’nin ana unsurlardan biri olduğu Orta Doğu`ya ilgisini kısmende olsa azaltacak, bölgede yaşanacak siyasal boşluk sebebiyle de çatışmaları nüksettirecek ve Türkiye’nin kırılganlığını arttıracaktır.
Yeni doktrinin ilk sonuçlarını analiz etmek için Suriye meselesine ve ABD`nin bu krizdeki tavrına bakmak faydalı olacaktır. Suriye meselesinde Türkiye ABD’yi ön plana itmeye çalışırken, ABD de bölgesel dinamikleri bozmadığı takdirde Türkiye’nin ön plana çıkmasına karışmıyor. Fakat Türkiye kırmızı çizgileri geçtiği durumda da Washington’dan hoşnutsuzluk sesleri yükseliyor. Türk Dış Politikası’nın temkinsizce Suriye’deki mezhepsel tercihlerini gözönünde bulundurarak bazı silahlı grupları desteklemesi, ve bölgenin yeni bir Afganistanlaşma yönünde riskler barındırması ikili ilişkilerde önümüzdeki dönemde sıkıntı yaratma potansiyeline sahip.
Bu bağlamda ABD`nin müttefikleriyle ilişkilerinin teorik olarak nasıl yeniden yapılandırılacağına bakmamız lazım. Rapor okununca ABD’nin kendisinin varlığını azalttığı bölgelerde müttefiklerine daha fazla ihtiyaç duyması, ve onları kendi coğrafyasında bir araç unsuru olarak kullanma talebi açıkça belirtiliyor. Açık ve net bir şekilde ortada ki Türkiye de bu araçlardan biri yapılmaya çalışılmakta, ve bazı sorunların çözümü ülkemize delege edilmekte, fakat bazı durumlarda birkaç adım ileri giderek AKP dış politikası dengeyi bozmakta. İnsanı ve sorumluluk gerektiren meselelerde Türkiye ve ABD’nin ortak hareket etmesinde bir sakınca bulunmamakta. Bu sosyal demokrat değerlerle de uyum gösterir. Fakat bu Türkiye’nin mevcut iktidarının göstermekte olduğu gibi sahip olunan etki ve gücün dev aynasında değerlendirerek ulusal güvenliğini riske atacak adımlar atmasıyla sonuçlanırsa ciddi problemler yaşanacaktır. Suriye meselesinde bunun gerçekleştiğini iddia edebiliriz.
Denge meselesine dönersek Suriye meselesinde Türkiye’nin rolü konusunda Washington’da kafalar karışık. Her ne kadar ABD’deki şahin kesimler Türkiye’nin Suriye krizinde daha etkin ve hatta askeri bir rol alması yönünde lobi yapsa da sorunun komplike yapısından ötürü bölgedeki dinamikleri alt üst edecek ve Amerikan çıkarlarına ters düşecek böyle bir durumu Obama yönetiminin kabul etmeyeceğini de idrak etmek gerekiyor. Türkiye’nin krizin başından beri ciddi bir planı ve yol planı olmaması Washington’da ciddi bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. Hükümetin agresif ve kendine aşırı güvenen retoriğinin aksine Türkiye’nin krizde gerçek bir lider rolü üstlenemediğini görüyoruz. Sosyal demokrat perspektiften bakarsak da Türkiye’nin bir komşu ülkeyi diplomasi ile değil, askeri çözüm ile devirmek yönünde süper güce baskı yapması utanç verici bir yaklaşım olarak değerlendirilmeli.
ABD’nin bilinçli olarak gerçekleştirdiği stratejik eksen kaymasındaki en önemli neden kuşkusuz Çin’in küresel olarak ekonomik ve siyasi gücü sayesinde ciddi bir aktör haline gelip, güvenlik politikalarında yavaş yavaş bunun sinyallerini göstermeye başlaması. Çin bugün Hindistan, Güney Kore, Japonya gibi önemli rakiplerle çevrili olsa bile orta vadede Amerika’ya ciddi bir tehdit unsuru olabileceğine inanılmakta. Çin ekonomisinde görülen ekonomik durgunluk ülkede yeni göreve gelen Polit Büro’nun ciddi reformlar yapmasını gerektirmekte. Bu reformların ülkedeki demokrasi taleplerine etki etmesi ihtimal dahilinde olduğu için Çin yönetimi sosyal olarak ülkeyi bir arada tutmak adına önümüzdeki onyıllarda daha agresif ve milliyetçi politikalar izleyebilir. Geçtiğimiz dönemde Japonya ve Çin arasında yaşanan ada krizinde olduğu gibi Pasifik bölgesindeki bazı toprak anlaşmazlıkları ve siyasal sorunlar da Amerika’yı bölgede yaşanacak bir iç çatışmanın içine çekebilir. Bu riskler nedeniyle ABD savunma ve dış politikasında bu eksende adımlar atmakta, kara gücünden Pasifik’te askeri olarak etkili olabileceği hava ve deniz gücüne yönelik yatırımlar yapmakta. Barack Obama uzun yıllar sonra ilk Pasifik odaklı ABD Başkanı olarak nitelendirilebilir. Bu durumu yapılan ticari ve ekonomik anlaşmalarda da yansımalarını görebiliyoruz.
ABD’nin Orta Doğu`dan yavaş yavaş çekilmesiyle enerji kaynaklarına ihtiyacı ciddi ölçüde artmakta olan, ve kendi kaynaklarına sahip olmayan Çin’in Orta Doğu’da daha etkili olmak için adımlar atacağını iddia edebiliriz. Keza son dönemde de Suriye ve İran krizlerinde Çin’in rolü, Çin’in bölge ülkelerine yaptığı yatırımlar ve enerji anlaşmaları bunu kanıtlamakta. Peki Çin’in bölgedeki jeopolitik ağırlığının artma ihtimali bizim için ne anlama geliyor? Türkiye’nin Orta Doğu’daki yeni süper güç Çin ile nasıl etkileşimde bulunacağı Türkiye’nin küresel ve bölgesel çatışma meselelerinde aldığı pozisyonlarla Çin’in pozisyonu arasında ciddi farklılıklar olmasından ötürü endişe verici. Türkiye Soğuk Savaş döneminde Rusya ile ABD arasında kaldığı gibi önümüzdeki onyıllarda ABD ve Çin arasında kalabilir. Bu konuda Türk diplomasisinin hazırlıklı olması, gerekli planlamaları yapması gerekiyor.
Özetle yeni dış politika ekseninde Amerika’nın askeri varlığını ve dış politikadaki etkinliğini ekonomik yada jeopolitik nedenlerle azalttığı risk bölgelerinde müttefiklerine güveneceği ve onlarla işbirliği içerisinde diğer güçleri dengelemeye çalışacağını görüyoruz. Bu da Çin gibi küresel alandaki siyasal vakumu doldurmaya aday diğer aktörlerin güçlerini test etmelerine yol açacak. Washington önümüzdeki yıllarda bölgede Türkiye’yi bir tampon bölge yahut bölge polisi olarak görevlendirmeye kalkarsa, bu ülkemizi diğer süpergüçlerle karşı karşıya getirip, ciddi güvenlik riskleri doğurabilir.
Türk Dış Politikası’nın son sekiz yılındaki temkinsiz ve plansız maceraperestliğine baktığımızda bu konuda daha da endişelenmemek elde değil. Türkiye’nin bu belirsiz konjonktürde hem dış politikada, hem de ekonomide çok daha temkinli hareket etmesi ve sorunların çözümünde diplomasiyi ve kendi yumuşak gücünü kullanması önemli. Türkiye siyasetinin çağdaş solun kılavuzluğunda yeni bir dış politika zihniyetine ve pratiğine ihtiyacı olduğu bu yeni gelişmeler ışığında daha da önem kazanıyor.
Cenk SİDAR