HALİDE EDİB ADIVAR’DAN “TÜRKİYE’DE ŞARK-GARP VE AMERİKAN TESİRLERİ”

upa-admin 11 Şubat 2013 10.267 Okunma 0
HALİDE EDİB ADIVAR’DAN “TÜRKİYE’DE ŞARK-GARP VE AMERİKAN TESİRLERİ”

1884 yılında İstanbul’da doğan Halide Edib Adıvar, Üsküdar’daki Amerikan Kız Koleji’nden mezun oldu. 1909’dan sonra öğretmenlik ve müfettişlik yapan Halide Edip 1920’de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Savaşı takip eden yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ile ayrı düştü. 1939’a kadar kocası Adnan Adıvar ile yurtdışında yaşayan Halide Edib, İstanbul’a dönüşünün ertesinde 1940’ta İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu. 1950-54 arası Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekilliği yaptı. 1964’te hayatını kaybeden Halide Edib’in Can Yayınları’ndan çıkan önemli eserleri arasında Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek, Handan, Sinekli Bakkal, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Son Eseri, YolPalas Cinayeti, Mor Salkımlı Ev ve Tatarcık yer almaktadır

Kitap Özeti

Halide Edib, Garp medeniyetinin ana esaslarını oluşturan siyasi, fikri ve kültürel ilerlemelerin klasik kılavuzlarının büyük bir bölümü Türkiye üzerinde yetiştiği tespitinde bulunmaktadır. Garp medeniyeti çeyrek asra yakın bir zamandır iki başlı bir kudret olarak karşımızda bulunmaktadır. İlki “Bir Örneklik” yoluna bütün dünyayı zorla sürükleme gayretinde olan taraf, ferde hiçbir özgürlük tanımayan totaliter rejimlerdir. Aşırı sağ veya sol diye birbirinin düşmanı olarak nitelendirilen bu rejimler ideolojilerini adeta yeni bir din bağnazlığı ile kuşatarak kendilerine uymayanları, memleket içinde veya dışında imha etmek istemişlerdir. Bunun tam karşısındaki “Beraberlik” yolunun prensibi ise siyasi, ilmi, içtimai düzeni bozmamak şartıyla ferdin her alanda özgürlüğünü tanımaktır. Adıvar’a göre Garp’ı kuşatan medeniyetin Akdeniz’de, beşiği Yunan ve Roma medeniyeti olduğu şüphesizdir. Bu medeniyete dâhil olan, yer yer onu şekillendiren unsur Hıristiyanlık ve Müslümanlıktır. Yunan düşüncesi Hıristiyanlığa olduğu kadar İslamiyet’e de nüfuz ederek düşünsel gelişmesinde mühim bir rol oynamıştır.

Yazara göre Komünizm de baskıcı bir düzene, bir diktatör yahut diktatör zümresinin uygulamaya çalıştığı bir tür “Bir Örneklik” prensibidir. Adıvar, bugünkü insaniyetin en hayati meselesinin sağ veyahut sol herhangi bir örneklik salgınına karşı, bütün dünyayı hâkimiyet altına almayı arzulayan zihniyetle mücadele etmek olduğunu düşünmektedir. Adıvar’a göre Garp’a yüzünü dönen şu ya da bu milletin, hatta tüm insanlığın karşılaştığı akımların ilk önce milletlerin kendi kültürlerini ve kimliklerini korumak koşuluyla, manevi kıymetlere, maddi ve mekanik kudretler kadar yer vermek; herhangi bir ideoloji salgını ile insan ilişkilerinin, iç düzenlerinin altüst olmasına engel olmayı dikkate almalıdır.

İşte ancak bu yoldaki tekâmül, Batı medeniyetinin adını taşımaya layıktır. Böyle bir duruma doğru beraberlik içinde yürüme eğilimi her medeni Garplı yahut Şarklı’nın içinde mevcuttur. İkincisi ise istikbali hazırlayan fikir akımları içerisinde yalnızca mekanik ve materyalist kudretlere inanların saplandığı noktanın yavaş yavaş kaybolmasıdır. O nokta insanlığın kurtuluşunun yalnızca fertleri birer makine gibi işletmekle mümkün olacağını düşünenlerin inancıdır.

Adıvar’a göre Garp zihniyetinde hayatın özü mücadele ve harekettir. Garplı’nın yarattığı servet sınıfı, bazen Şark hükümdarları kadar halkı istismardan çekinmemiştir. Belki de bundan ötürü servetle emek arasında mücadele Garp’ta çok erken başladı. Bu mücadele sosyal ve ekonomik olmaktan daha çok idari baskıya karşı koymaya benzemektedir. Madde üzerinde temellenen Garp zihniyetinin aynı zamanda ilmi mucizeler de yarattığı unutulmamalıdır. Garp, elde ettiği bilgiyi insanlığın refahı ve saadeti için kullanmayı bilmiştir. Garp medeniyetinin geçirmekte olduğu hastalığın sebebi maddi ve manevi varlık arasındaki dengenin bozuk olmasıdır.

Yazara göre gerek Selçuki gerekse Osmanlı adı verilen Türkler, Orta Asya düşüncesiyle kurulan devlet ve hükümetlere uyamadıkları için Yakın Şark’a doğru gitmişlerdi. Osmanlı Devleti’ni kuran Türkler, 13.asırda Selçuklu devletinin parçalanmasından sonra bu sahaya girerek isimlerini devletin kurucusundan aldılar. Ancak, üzerinde durulacak nokta, “Osmanlı” kelimesinin cinsten ve şahıstan çok devlet kurmaktaki belirli bir zihniyete dayanmasıdır. Bir başka deyişle Romalı dediğimiz zaman nasıl iyi yahut kötü bir hayat görüşü, bir terbiye, bir karakterden bahsediyorsak, Osmanlı dediğimiz vakitte aynı suretle bir hayat görüşü, terbiye, mizaç ve karakter kastedilmektedir. Amerika Birleşik Devletlerinin temelini atanlar nasıl bir avuç insandan ibaret idiyseler, Osmanlı Türkleri de uzun vadeli ve sağlam bir düzen kurdukları muazzam sahada aynı durumdaydılar.

Adıvar, devamlı bir devlet kurabilmek için idare ve nizam ve de muhtelif unsurlardan bir sentez yapabilmek kabiliyeti ve görüşünün nomadlıktan gelmediğini söylemektedir. Osmanlı Devleti’nin yaptığını yapabilmek için kuşatıcı bir görüşe, kavrayıcı bir kafaya ve siyasi bir sistem kurabilmek için ihtiyaç duyulan kabiliyete gereksinim vardı. Yazara göre, Osmanlı Türklerinin ne kadar büyük olursa olsun yalnızca savaş yetenekleri ile bitmediğini anlamak gereklidir. Türklerin tarih sahnesine çıktıklarından beri özgürlüklerine düşkün olduklarını belirten yazar, burada şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Çinliler diyarında altın, gümüş, şarap ve güzel ipekler vardır, fakat bütün bunlar Türkler’i yumuşatır, sefahate, atalete sevk eder. Bunların hiçbiri Türk diyarında yoktur fakat orada hürriyet vardır.” Çökmekte olan Bizans İmparatorluğu’nda yaşayanların bir kısmı Osmanlı Türkleri’nde dürüst ve sağlam bir idare tesis edebilecek, huzur ve emniyet sağlayabilecek bir kabiliyet gördüklerinden ötürü Türklere ittihak etmişlerdir.

Adıvar’a göre Osmanlı Devri’nin devlet kurucularının fikri malzemeleri arasında İslamiyet’in ırk ve cins tanımayan tarafıyla, kendilerinin cesaret ve faziletleri, İslamiyet’in ırk ve cins tanımayan adalet esasları, Yunanlıların terbiye sistemi, ancak daha fazla Ispartalılar’ın sert usullerine eğilimli olmak şartıyla, Bizans teşkilatları, Romalılar’ın gerçekçi görüşleri ve Eflatun’un Cumhuriyet adlı eseri göz önünde bulundurmalıdır. Yazarın Amerikalı tarihçi Albert Howe Lybyer’dan yaptığı alıntıya göre “Dünya üzerinde Osmanlı rejimi kadar geniş bir sahada, bu derece cüretli bir sistem tecrübesi belki şimdiye kadar görülmemiştir. Bu tecrübeye en yakın fikri, Eflatun’un Cumhuriyet adlı eserinde bulabilirsiniz.” Osmanlı yönetim sistemini meydana getiren teşekküller bir yandan çok sıkı bir nizama tabi bir çerçeve içinde görülen ve devirlerine göre düzenlemiş olan milletlerin hars ve cemaatlerinin vicdan hürriyetlerinin de muhafızıydılar. Öte yandan, Yavuz Sultan Selim’in dini görüşlere kapılarak ordularıyla Garp’tan Şark’a dönmesini ve İran Seferi’nde Şiiler’e yönelik zulmünün kısmen mizacındaki gaddarlığa dayanıyorsa da İslam birliği kurmak gayesini güttüğü de muhakkaktır.

Osmanlı padişahlarının “devlet-i ebed-müddet” prensibini herhangi bir kuvvetin üstünde tutmasının çok temel bir prensip olduğunun altını çizen Adıvar, padişahların vicdan esasına baş eğmelerinin devlet esaslarına her şeyin üzerinde bir kutsallık verdiğini ifade etmektedir. Bu zihniyet, istikrarlı ve devamlı bir devlet ve de hükümetin temelini oluşturmaktadır. Osmanlı Türkleri, vicdan hürriyetini kabul etmekle insanlığın istikbaline en dayanıklı olacak bir faktörü benimsemişler, Çöküş Devri’nin iç aksaklıklarına ve dışardan gelen tehlikelere rağmen birkaç asır daha ayakta kalmışlardır.

Osmanlı Devleti kuruluşundan 1778 Kaynarca Antlaşması’na kadar geçen süreçte bir Yükseliş Devri yaşamıştır. Fakat 18. yüzyılın sonlarına kadar tekâmül yolunda yürüdükten sonra Çöküş Devri’ne girmiştir. Yazara göre İntihat doğa kanunlarına dayanır ve zorunludur. Milletler de başarının zirvesine ulaştıklarında mutlaka durup dinlenme dönemine girerler. Bu, bir kendini toparlama zamanı olarak da adlandırılabilir. Garp, Osmanlı Devleti’nin İntihat Devri’ni bir koma olarak görerek, onun toparlanma devri olabileceğini hatırına getirememiş olmasından ötürüdür ki İntihat Devri’nin sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu’nu “Hasta Adam” olarak adlandırmıştır.

İmparatorluğun genellikle benimsenen tarihi doruğu Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’dir. Adıvar’a göre, iç çöküşün iki sebebi bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki Veliaht Şehzade Mustafa’nın öldürülmesidir. Bu durumun her yerde olağan olduğunu vurgulayan yazar, Mustafa’nın sivil ve askeri alanda çok iyi yetişmiş kudretli bir şahsiyet olduğunu belirtmektedir. Onun yerine geçecek İkinci Selim ise yozlaşmış birisiydi. Devlet şahikasına eriştiği anda böyle bir vakanın meydana gelmesi sistemde bir gediğe yol açtı. Şehzadelerin başına geçecekleri milleti içinden tanımalarına olanak veren kafes sisteminin sona ermesi yazara göre felaketti. Geçmiş veyahut gelecek herhangi bir sistemde liyakatin kıymetini kaybetmesi demek, o sistemin ölümü demektir.

Adıvar’a göre Osmanlı ordusunun kendisine göre güçlü ve sağlam bir biçimde yarattığı terbiye sisteminin içinde İmparatorluk’un bütün unsurları kalmış olsaydı, İmparatorluk’un hariçten parçalanması daha zor olurdu. İntihat Devri’nde askerin iç siyasete karışması çöküntünün bir başka önemli ve en tehlikeli tarafını oluşturması 2. Mahmud’un kurduğu düzene kadar sürdü. Devlet-i ebed-müddet mefhumu kurallarına padişahlardan başlayarak tüm milletin icrai ve sair zümrelerinin uymaları gerekti. Fakat artık bu dönemde padişahların kafasında “Devlet benim” kavramı egemendi. Bu sebepten dolayı ulema zümresinin sözünü geçirmek, fetvasını yürütmek için ya halkın umumi isyanına ya da orduya dayanması gerekmekteydi. Bu durum ulema zümresini, bir başka deyişle en üstün yargı organını günlük siyasete karıştırdı. Adli ve teşrii zümre de bu suretle çökmeye başladıktan sonra bunun önüne geçebilecek kamuoyu bile dünyanın ilerleyişinden haberdar olmadığı gibi rüzgârın en kuvvetli estiği tarafa dönüp durdu.

Yazara göre yüksek fikir ve hayat görüşü hem tümevarımı hem de tümdengelimi kavrayan kafalardan çıkabilir. Osmanlı ulemasının gerçeği sadece mantık yoluyla gördüğünü, tecrübeden tamamen kaçındığını ve bunu bir içgüdü haline soktuğunu belirten yazar, Garp uygarlığına Hıristiyan ulemasının tecrübe yoluyla getirdiği kudretin maalesef bize çok geç geldiğini vurgulamaktadır.

Yazar, İmparatorluğun zafiyet göstermeye başlamasıyla beraber diğer devletlerin gözlerinin açıldığını, çöküşe giden bu imparatorluğun en yağlı parçasını kapabilmek için bu devletlerarasında bir rekabet belirdiğini söylemektedir. Adıvar, İmparatorluğun “Hasta Adam” olarak adlandırıldığı bu dönemde Türkiye’nin Garp Devletleri tarafından paylaşılacak bir miras olarak görüldüğünü, bu durumun; çağdaş tarihin en heyecanlı, fakat en çirkin faslını, bu mesele etrafındaki rekabetler, ittifaklar ve politika oyunları oluşturduğunu ifade etmektedir. Batılı devletler buna yönelik olarak Ortodoksluğu ve milliyetçiliği kullandılar. İşte içindeki ve dışındaki bu muazzam gümbürtü, sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Devri’nde Türk milletine, yok olma tehlikesiyle yüz yüze olduğunu ve yenileşme gereksinimini hatırlatır.

Adıvar’a göre Yenileşme Dönemi reformları üç büyük padişah zamanına tesadüf etmekte ve Rönesans alametleri ondan sonra göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki 3. Selim’dir. Bu padişah Fransız İnkilabı’nın dünyaya yaydığı fikirleri kavramış, bütün Avrupa’yı kasıp kavuran siyasi demokrasi gayesi kafası saplanmıştı. Kurmak istediği düzene Nizam-ı Cedid adını veren 3. Selim’e göre Yeniçeriler var olduğu sürece değişimi gerçekleştirmek mümkün değildi. Bu padişahın kurduğu yeni ordunun Balkanlar’daki bir isyanı bastırmak üzere İstanbul’dan ayrılması üzerine eski ordu ayaklanarak 3. Selim’i öldürdü. Yazara göre Modern Türkiye’nin bir numaralı kurucusu ve şehidi 3. Selim’dir. Çünkü zemin ve zaman hazırlanmamış olan bir yerde bu yolda ilk adımı atan bir medeniyet kahramanıdır. Maalesef, ne bugün Türk tarih öğretiminde ne de inkılapçıların kafasında bu büyük Türk layık olduğu yerde değildir.

3. Selim’in yerine geçen 2. Mahmud hem reformlara taraftar hem de Selim’in aksine daha siyasi ve gayesi ne kadar insani ve yüksek olursa olsun ona ulaşmak için her vasıtayı kullanmaktan çekinmeyen bir kişiydi. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılıp yeni bir ordunun kurulması ve bu ordunun Rusya karşısında elde ettiği zafer bütün Türk halkına Garp yöntemlerinin üstün olduğu kanaatini vermesi hiç şüphesiz yeni düzenlerin tesisinde 2. Mahmud’a büyük bir destek sağladı. Kuvvetli bir merkeziyetçi olan İkinci Mahmud’un hürmetle anılması gerektiğini vurgulayan yazar, adları geçen bu iki dönemde yapılanların mahsulünün Abdülmecid devrinde idrak edildiğini vurgulamaktadır.

Tanzimat Devri olarak isimlendirilebilecek bu dönem yalnız reformları değil, o adı taşıyan edebi mektebin büyük kafalarının etkisiyle zihnimizde önemli bir değişme yaratmıştır. Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan Gülhane Hatt-ı Hümayunu bir önceki dönemde tesis edilen nizamlara kanuni şeklini vermiştir ki bu da milletlerin tarihinde herhangi bir inkılabın temel taşı demektir. Ne kadar fasılalı olursa olsun, ondan sonraki inkılapların temeli Tanzimat tarafından atılmıştır. Yazar, yeni bir Türkiye kurmak imkân ve fikrini de Tanzimat’ın verdiği ileri sürmektedir. Bütün bunları dünya çapında engeller ve bir imparatorluk harabesi üstünde yapmaya cesaret etmiştir.

Adıvar, Fransız İhtilali’nin devlet mefhumu alanında dünyaya iki ideal yaydığını vurgulamaktadır. Birincisi olan siyasi demokrasidir, Tanzimatçılar tarafından tutulmuştur. İkincisi ise milliyetçiliktir. Bu kavram hars, anane, müşterek menfaat gibi kudretlere dayanmak koşuluyla insan, insan olduğu sürece baki kalacaktır. Bütün dünya düşünürleri tarafından benimsenen bu düşünce dine ya da ırka dayandığı zaman hem tehlikeli hem de hâkim olduğu cemiyeti altüst etmektedir. Yazara göre ileriye doğru Osmanlıya yol açan birinci ve temeli olan devir 2. Abdülhamid tarafından boğulmaya çalışıldı. İkinci bir ileriye doğru tekâmül devri açabilmek yani zorla durdurulan inkılapları harekete getirmek ve canlandırmak için memleket tam 33 beklemek zorunda kaldı.

Adıvar’a göre 1876-1909 yılları arasında hüküm süren 2. Abdülhamid, Garplılaşma hareketlerinin savunucusu Mithat Paşa’yı ortadan kaldırtarak baskıcı bir yönetim kurmuştur. Döneminde sansür politikası uygulayan 2. Abdülhamid dış politikada Almanya’ya bağlanmıştır. Hilafeti kullanmak suretiyle Pan-İslamist bir politika Abdülhamid tarafından izlenmiştir. Türkiye’nin paylaşılmasını adeta bir zorunluluk olarak gören Garp devletlerinin daha önceden bunun farkına varamamış olmaları iki sebeple açıklanabilir. İlki, payların taksimi üzerinde kavga sürmekteydi. İkincisi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun 1897’deki Yunan Harbi’ndeki galibiyetinin “Hasta Adam”ın henüz askeri bakımdan gücünü tamamen kaybetmediğini göstermesiydi. Garp Devletleri, 2. Abdülhamid’in bu politikasına karşı İmparatorluğun gayrimüslim tebaası arasında dini bağı köreltecek kuvvetli bir milliyetçilik politikası uyguladılar.

Adıvar, 2. Abdülhamid’in yalnızca tahtına ve Hilafet unvanına bir destek olduğu sürece İslamiyet’i makul gördüğünü, olmadığı zaman ise ateşe verdiğinin altını çizmektedir. Yazara göre İslam’da reform sadece dini devletten ayırmış olan bir memlekette veya böyle bir zihniyet taşıyanlar aracılığıyla mümkündür. Aksi takdirde din, ya softaların veyahut da politikacıların elinde bir araç olur. Bu dönemde Paris’te bir Genç Türk komitesi ortaya çıkmış, memlekete risaleler göndermeye başlamıştı. Az çok Mason localarından ilham alan İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne ordunun kurmay heyetinden bazı genç zabitlerin katılması faaliyetlerini artırdı. Bu grubun Makedonya’da Meşrutiyet’i ilan etmesinden sonra 2. Abdülhamid’de 28 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’i tekrar ilan etti.

Adıvar, Tanzimat’ın ihtilalden ziyade inkilap ve devrime ve de değişime dayandığını, bu yoldan mutlakıyeti, meşruti bir biçime götürmeye çalıştığını belirtmektedir. Eğer, birbirini izleyen ecnebi müdahaleleri, entrikaları ve sonuçta harpler araya girmese hiç şüphesiz Tanzimat’ın başarısı çok önemli olabilirdi. İster yazar ister devlet adamı olsun Tanzimatçı, genellikle yüksek bir kültüre sahip ve refah içindeki bir sınıfın çocuklarıydı. İstikrarlı bir vaziyet içinde değişim taraftarıydılar. İttihadçılar ise genellikle orta sınıftan, asker veya memur çocuklarıydı. Aralarında yeni ile eskiyi kıyaslayarak, en başarılı unsurlardan bir sentez yapabilecek geniş görüşlü ve kafalılar çok azdı.

Tanzimatçılar, Fransız kültürü içinde yetişmiş olmalarına karşın İngiliz idaresinin ve hatta İngilizlere duyduğu hayranlık, İngilizler’e düşman olanlarda dahi İngiliz idaresinin kudret muvaffakiyetine karşı hemen her fikir adamında vardı. 1908 İnkilabı’nın başında İttihad ve Terakki’ye pek yakın davranan İngiliz matbuatı, İttihadçılar iktidarı tamamen ele aldıklarında evvela onlara karşı vaziyet aldı. Avrupa hariciyelerinin aralarında Türklere dair yapılan anlaşmalar ve Türkiye’yi paylaşma planlarının tesiri bunun en önemli sebebiydi. İttihadçılar, muhafazakâr değil tecrübeci insanlardı. Yaşanan Balkan felaketinden sonra her vakit sözlerine inandığımız ve memleketimizin hars ve gayelerine karıştırdığımız Garp demokrasisine karşı itimadın sarsıldığını savunan yazar, bu Garplılaşma zorunluluğu yanında Garp’ın nice kötü taraflarının olduğunun da göründüğü için acı gerçeği görmenin fena olmadığını vurgulamaktadır. Yazara göre gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun gerek daha sonraki devrin en faydalı devlet adamlarının bu gerçeği anlayabilenlerdir.

Adıvar’a göre İttihad ve Terakki döneminin siyasi, içtimai ve harsi üç esasa dayanan ideolojileri milliyetçilik, Pan-Turanizm ve Pan-İslamizm’dir. İttihadçılar Pan-Turanizm taraftarı olup, Türkiye haricindeki Türk ırkından olanlarla bir birlik yaratmayı amaçlamaktaydılar. Bu üç düşünce akımının Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar çatışarak sürdüğünü belirten yazar bunlar arasında milliyetçiliğin doğal olarak gerçeğe cevap verebildiğini vurgulamaktadır. Yazar, 1914’de tek taraflı olarak kapitülasyonların kaldırılmasıyla iktisadi hayatta gelişmelerin olduğu ve İttihad ve Terakki Hükümeti’nin bugünkü eğitimin modern temellerini attığını ve modern üniversiteyi de onların kurduğunu söylemektedir.

Yazara göre Türkiye’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerinin çok önemli bir unsuru olduğunu ve yalnızca Türkiye’yle ilgili kısımları üzerinde dururken dahi o muazzam ve korkunç davanın esası hakkında bir fikir edinilebilir. Birinci Cihan Harbi’ne sebebiyet veren olaylar arasında en başta Rusya ve Almanya yer almaktadır. Bu iki devlet arasındaki Balkanlar’daki Pan-Slavizm ve Pan-Germenizm arasındaki mücadelenin en canlı sahasının Türkiye olduğunu vurgulayan yazar, Türkiye’nin soğukkanlılıkla düşünmek, en yüksek tedbirle hareket etmek, sonucu nesnel bir görüşle ölçmek zorunda olduğunu belirtmektedir. İttihadçıların, Almanlarla birleşme eğilimi göstermesinin ilk sebebi, Balkan hezimetinin yarattığı etkiyi ortadan kaldırma arzusuydu. İkincisi ise Cihan Harbi’nin çıkması durumunda İtilaf Devletleri galip geldiği takdirde Türkiye’nin İstanbul’u ve Boğazları kaybetmesi olasılığına karşı bu fikre karşı olan Almanya ile beraber bulunmakla tehlikenin önünü alma ihtimalidir.

İtilaf Devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun son mirasını rahatça paylaşmak için Türkiye’nin en kritik noktası olan Boğazlara saldırması ve orada harcadıkları emek karşısında Türkiye’nin uzun ve çetin savunması, Çanakkale Harbi’ni dünya tarihinde sayılı bir hadise arasına soktu. Adıvar’a göre Türkiye’nin yaşamaya azmetmiş, bekası mukadder bir millet olduğunu, Çanakkale Harbi’nin ruhu ortaya çıkardı. İttihadçılar, Batı’nın daha çok materyalist ve teknik başarıları üzerinde durarak bu sahada Garp’la aradaki mesafenin genişliğini gidermek için çok süratle hareket etmek zorunluluğunu hissetmişlerdir. Adıvar, İttihad ve Terakki Hükümetinin devrilmesi ve izlediği siyasetin mağlup olmasından sonra yeni durum ve gereksinimlere karşılık verebilecek bir kadronun olmadığını, bundan dolayıdır ki, bu partinin elinde olan idare mekanizmasının parti ortadan çekilince felce uğramasının Birinci Dünya Harbi sonrasında en fazla göz çarpan felaket olduğunu savunmaktadır.

Yazara göre ateşkes genellikle barışa atılan ilk adım olmasına karşın 1918’de Türkiye ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan ateşkes Türkiye’nin en korkunç ölüm-kalım mücadelesinin harbini başlattı. Bu dönemde ortaya çıkan Wilson Prensipleri, Garp devletleri için de bir ümit uyandırmıştı. Bu prensiplerin Wilson Prensipleri Cemiyeti adı altında Atatürk’ün de dâhil olduğu memleketi girdiği çıkmazdan kurtarmak için canını fedaya hazır bir grubun teşkil ettiği veyahut destek verdiği bir cemiyeti ortaya çıkardığını fakat Amerikan kamuoyunun Wilson aleyhtarı tutumdan ve Avrupa İtilaf devlet adamlarının işi tamamen ellerine almalarından sonra değersiz bir hale geldiği yazar tarafından savunulmaktadır.

Adıvar, mütareke sonrasında İtilaf güçlerinin İstanbul’u, Kilikya bölgesini ve Çanakkale’yi işgal ettiklerini bunun yanı sıra Garp devletlerinin Trakya’yı ve İzmir’i içine alan bir Yunan imparatorluğu kurmak amacında olduklarını söylemektedir. Garp devletlerinin ikinci amacı ise Osmanlı toprakları üzerinde bir Ermenistan kurulmasıydı. Yazara göre 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgal etmesi bütün Türk milletinin her ne pahasına olursa olsun korumuş olduğu istiklaline büyük bir darbe olduğunu ve bu darbenin bütün Türkiye’de ortak ve en kudretli bir isyan uyandırdığını vurgulayarak bu isyanın nihayet başarılı bir İstiklal Harbi’ne dönüşmesindeki etkenleri herkese öğretmek gereklidir. İlk etken, buna halk tarafından başlanması ve bu yolda can veren, sıkıntı çeken isimsiz ve alelade halkın sayısının çokluğudur. İkincisi ise ellerindeki bu maddi ve manevi kuvveti kullanmayı bilen büyük, hatta ikinci derecede liderlerin azim ve kabiliyetleridir. Bu zeminin birçok küçüklü büyüklü liderler ortaya attığını vurgulayan Adıvar’a göre bu piramidin zirvesinde daima Mustafa Kemal ismi kalacaktır.

Kurtuluş Savaşı dönemindeki Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, İstanbul’da 1920 senesinde toplanan ve Misak-ı Milli’yi kabul eden son Osmanlı Mebusan Meclisi’nden bahseden yazara göre İtilaf devletlerinin Misak-i Milli’nin onaylanmasından sonra İstanbul’u işgal etmesi, İngiltere dışında özellikle Yakın ve Uzak Şark’taki milletlere demokrasiyi layık görmeyen bir üstünlük duygusunun tezahürüdür. 23 Nisan 1920’de kurulan Birinci Büyük Millet Meclisi’ne kuvvet veren en önemli iki unsurun İstanbul tarafından oluşturulan Hilafet Ordusu ve Sevres Muahedesi’nin İstanbul tarafından imzalanmasıdır. Yazara göre Misak-ı Milli şunu vurgulamaktaydı: “Siz bizi sizinle karşılıklı ilişki kuramadığımız için itham ediyorsunuz, fakat böyle münasebetler karşılıklı tesis edilir. Sizin kendi peygamberinizin size dediği gibi: Başkalarının size yapmasını istiyorsanız, siz de onlara aynı şeyi yapınız.”

Adıvar, Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin kurulmasının çok önemli bir hadise olduğunu çünkü memleketinin yaşadığı kargaşanın Türklere tarihlerinin en kargaşalı anlarını yaşattığını, yepyeni bir devlet ve hükümet kurmak veyahut millet olarak göçüp gitmek arasında kaldıklarını ifade etmektedir. Birinci Büyük Millet Meclisi’nin üyeleri bir teşekkül olarak ne topluluk halinde ne de şahsi hiçbir keyfi diktatörlük temayülüne meydan vermeyip hiçbir zaman maceracı olmadılar. O dönemde yaşanan 1. ve 2. İnönü Muharebeleri, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nden bahseden yazar özellikle Sakarya Savaşı’nın Yakın Şark’ta yeni bir çığır açan olay olduğunun artık herkes tarafından benimsendiğini vurgulamaktadır. Yazarın Profesör Lybyer’dan yaptığı alıntıya göre “Yunanlılar zafer ve megalo idea, yani bir Yunan İmparatorluğu kurmak için harp ettiler, Türkler yurtlarını, ocaklarını muhafaza için dövüştüler.” Adıvar, İstiklal Mücadelesini başarıya ulaştıran Ankara Hükümetinin sonuçta Sevr Antlaşması’nın kırık parçalarını Lozan Konferansı’nda gömdüğü belirtmektedir.

Lozan Antlaşması ile İmparatorluk’un özellikle bir hayalet gibi İstiklal Mücadelesi’ndeki rolü sona ermiş, yerine genç ve dinç bir devlet almıştı. Musul meselesi dışında Garp devletlerinin Ulusal Sözleşme’yi kabul ettiğini ifade eden yazar, kapitülasyonların kalktığını, Yunan Makedonyası Müslüman azınlıklarının karşılıklı olarak değiştirildiğini ifade etmektedir. Yazara göre 29 Ekim 1923’te Büyük Millet Meclisi, devlete Cumhuriyet ismini vermesinden sonra esasen tarihi ananelere ne kadar bağlı olursa olsun, gerçeğin farkında olan her kişinin Türkiye için bunun bir zaruret olduğunu kabul etmesi şarttı.

Cumhuriyetin çok geçmeden uzunca yıllar süren şahıs veya parti diktatörlüğüne dönüştüğünü savunan yazar bu dönemi bir geçiş dönemi olarak görerek bunun değerlendirmesini gelecekteki tarafsız yani bu devrin ne nimetine ne de zulmüne maruz kalmamış bir zihniyete bırakmak zorunda olduklarını söylemektedir. Ona göre Türk milleti, eğer yaşayacaksa diktatörlüğe ve totaliter rejimlere karşı uyanık olmalıdır. Demokrat bir cumhuriyet düşüncesine milletin çoğunluğunu bağlamak, bu düşünceyi bugünkü anlamıyla eğitim sistemimizde çocuklara aşılamak şarttır. Nasıl ki, Osmanlı İmparatorluğu “devlet-i ebed müddet’i” bir iman bellemişse, Demokrat Cumhuriyet Devleti de ancak millete böyle bir iman aşılarsa payidar olabilir. Yazara göre Garp’ın etkisi, çeşitli cephelerden geleceği hazırlayan fikirlerde, her şeye karşın açıktan açığa ya da bilinçaltında ve hatta Garp’a en fazla küskün olduğumuz zamanlarda bile kendisini göstermiştir.

Adıvar’ın bakış açısına göre Türkiye’nin hilafeti tanımamakla İslamiyet’ten ayrıldığını öne sürmek yanlıştır. Sadece, Türkiye, hilafet kurumunun esasen ortadan kalkmış olduğuna inanan Müslümanlar arasındadır. Din içinde bugün bir inkilap gerçekleştirilirse, bu dinsel hükümlerden çok ruhu ve ahlakı temel alacaktır. Böyle bir reform ancak dini devletten ayırmış olanlar arasında olabilir. Adıvar, sadece “diktatörlük olmadan inkilap olmaz” düşüncesinde olanların bazen daha ileriye giderek olağanüstü bir hal olmadığı zamanlarda bile memleket idaresinin ancak diktatörlük ile yürüyebileceğini iddia ettiklerinde demokrasi idealinden tamamen uzaklaştıklarını düşünmektedir. O zaman için Garp memleketlerinde de diktatörlüğe karşı açık bir eğilim oluşması, Birinci Dünya Savaşı’nın hatta galip olan kısımlarında dahi ortaya çıkardığı perişanlığın ve bozukluğun bir sonucuydu. Herkes memleketinin hızla düzene kavuşmasını istiyor, bunun da ancak acele ile yapılacak hareketlerle gerçekleşeceğini düşünüyordu. “Söz yerine iş” adeta o dönemin tek şiarıydı.

Adıvar’a göre devrimlerimizin uzun bir temel ve hazırlanma devri olması Mustafa Kemal Paşa’nın kudret ve zekâsını daha fazla büyütmektedir. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, bu reformlardan önce hiç şüphesiz, mazimizi, iç eğilimlerimizi göz önünde bulundurmuş, ileriye doğru giden içgüdümüzü tercih edecek bir deha sergilemiştir. Cumhuriyet devrimleri, masallardaki sihirbaz sopalarıyla değişen hayaller olmayıp üzerinde düşünmeye, uygulamasında kusurlu ve eksik dahi olsa, bir milletin son asırdaki eğilimini bilen ve ileriyi gören bir düşünüşe dayanmaktadır. Kapsamı bakımından zihniyet değişmesinin en derine gideni, 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’nun tercümesinin kabulüdür. Çünkü bu kanun, o zamana kadar esasına dokunulmamış olan aile hukukunu, yani Osmanlı Türkü’nün zihniyetini ve psikolojisini diğer Müslüman milletlerden biraz ayırmıştı. Şark’ı da karıştırmak suretiyle, Osmanlı Türkü, Akdeniz uygarlığının çok önemli bir sentezini ortaya atmıştı. Adıvar, Cumhuriyet İnkilapları’na bir bütün olarak bakıldığında, gerçekte daha çok derinlere giden bir devrim yapılmış olduğunu savunmaktadır. Fakat ona göre bu ileri gidişte geçmişin sürekli ve gerekli kıymetleri arasındaki zararlı olanları ayıklayabilmek, ancak bir milletin millet olarak kalmasını sağlayabilir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde dini devletten ayırmanın çeşitli aşamaları olduğuna işaret eden yazar 1937’de Anayasa’nın ikinci maddesi olarak “Türkiye Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” hükmü girdiği zaman laisizm bir defa daha açıkça teyit edilmiştir. Yazara göre, laisizmin maalesef Türkiye’de din ve dinsizlik softaları arasında bir top gibi oynanan konudur. Yazar burada Garp âlimlerinin vicdan ve din hürriyetini elde etmek ve Papa’nın elinden dünya işlerindeki egemenliğini almanın Garp medeniyetine ancak dini reformdan sonra nasip olduğunu vurgulamaktadır. İngiltere hükümetinin laik olmadığı fakat orada Anglikan Kilisesi haricinde diğer mezhep ve cemaatlerin dini eğitim ve teşkilat konusunda tamamen serbest olduğunu ve Amerika’nın kuruluşundan beri laik olduğunu söylemektedir.

Yazara göre laisizmi korumak, gelişmesindeki yönü belirlemek, bizim gibi geleneği ve kültürü yüzyıllarca kendine mahsus bir yol tutmuş olan memlekette şu veya bu memleketi taklit yoluyla sağlanamaz. Dini, memleketimizde herhangi bir isim altında siyasete karıştırmak her zaman felaket olmuştur. Ona karşılık hiçbir millet veyahut cemaatin dinsiz olamayacağını savunan Halide Edip, bu konunun tetkikinin siyaset harici, olgun kafalı bir heyet tarafından mutlak dikkatle yapılma zorunluluğuna vurgu yapmaktadır.

Adıvar’a göre 1928’de Meclis’te kabul edilen Latin Harflerinin Kabulü Kanunu kültür ve din açısından en az Medeni Kanun kadar önemlidir. Latin harflerinin kabulü eğiliminin Türkiye’de uyanması çoğunlukla Arap harflerinin okutulması zor ve fazla zamana muhtaç olmasına ve ses bilgisi konusundaki güçlüğe atfedilmektedir. Adıvar, Medeni Kanunun kabulünün Latin harflerinin kabulünü kolaylaştıran etkenlerden birisi olduğunu savunmaktadır. Dilimizde sadeleşme isteyenlerin olmasına rağmen Türkçemize halk tarafından mal edilen kelimeler varlıklarını sürdürmektedirler.

Dil İnkilabı’nın ve ırkçılık cephesini doğal olarak Almanlar arasında bir dil ırkçılığının egemen olması ve bu sıralarda Hitler’in Almanya’da diktatörlük devri, Türkiye’deki dil ırkçılığını kuvvetlendirmiştir. Yazarın burada vurguladığı husus tarih öğretimini keyfe tabi tutmanın, birkaç nesil boyunca dili de bir milletin kültürünü, birikmiş sanat yahut fikir eserlerini anlamayacak kadar değiştirirseniz, mazinin sadece kötü taraflarını değil, milletin köklerini oluşturan taraflarını da koparıp atılmasıdır. Halide Edib’e göre, Dil Kurumu’nun hükümet yayınları ve klasik tercümelerinde önemli miktarda eser ortaya koymuş olmasına rağmen terim konusunda milletlerarası benimsenmiş terimleri dilimize alsaydı, inkılaplarımıza fikir açısından çok büyük bir katkısı olurdu.

Adıvar, kadınların aşırı bir muhafazakârlığa sahip olmakla beraber hayret edilecek biçimde devrimci, hatta müfrit bir ihtilalci insiyak olduğunu belirtmektedir. Yazara göre İslam cemiyetinin kısmen yanlış bir dini yoruma dayanarak çökmesine yol açan iki etkenden birinin kadını kapamak, diğeri ise çok eşliliktir. Yazar, Kuran-ı Kerim’de kadınların yüzlerini kapamaları dair bir sure bulunmadığı gibi kadınları kapamakla, içtimai faaliyetten men etmekle ilgili bir kayıt olmadığını vurgulamaktadır. Halide Edib, kadın haklarının gelişmesinde Fransız İhtilali’nin, 1848 devrimlerinin önemli bir rolü olduğunu savunarak, Osmanlı padişahlarının yabancı kadınlarla evlenmesinin milletin bünyesini bozmadığını fakat fetihler sonucunda diğer medeniyet ve adetlerle temasımızın bünyemizde hayli derin tesirler bıraktığını belirtmektedir. Adıvar’a göre, İstiklal Mücadelesi döneminde erkekleri ne kadar fedakâr olursa olsun, memleketin hemen bütün kadınları hisselerine düşen hizmet ve fedakârlığı omuzlarına almasalar, yeniden bir devlet ve hükümet yaratabilecek bir vaziyet elde edilemezdi. Adıvar, Cumhuriyetimiz’in kadınlara her alanda verdiği müsavi hakları çok görmek, bu sahadaki herhangi bir reformu ortadan kaldırmanın imkânsız olduğunu vurgulamaktadır.

Her aydın Türk, kültür ve tahsil açısından hemen hemen daima Şark’la Garp’ın bir sentezidir. Hele ki Garp’ta uzun yıllar kalmışsa, bu anlayış daha esaslı olabilir. Yazar, materyalizmin pekâlâ hayatın maddi şartlarını yükseltmek, insanlara refah ve huzur vermek gayesini de taşıyabileceğini fakat bunun gayri ahlaki bir ideoloji olmasının da lazım olmadığını savunmaktadır. Batı’daki büyük âlimlerinin çoğunluğu bu medeniyetin egemen vasfının maddeye dayanmak olduğunu sürekli tekrarlamaktadırlar. Adıvar, Garp’ın maddi ve teknik tarafını oluşturan düşünce zaferinin şahikasına eriştiği anda dahi insanların ruhumuzu kaybettiğimiz zaman bunların bize ne gibi faydaları olacak diye sorduklarını belirtmektedir.

Yazar, Batı’daki politikacıların en önce milletlerinin refahını sağlamak gayesini gütmelerinin normal olduğunu fakat bunun benimsenmesinden sonra gene de Garp’ın bundan sonraki tekâmül aşamalarının yine tamamen madde temelli bir yola mı sapacağını yoksa aynı anda Doğu’nun ruhi ve manevi tesirlerinin gelecek medeniyette bir yer alacak mı sorusunun doğal olduğunu vurgulamaktadır. Yazara göre Şark milletlerinin debdebe ve gösterişli hayatlarına karşın çoğunluğu sefalete düşmüş ve bu da çöküş devrine yol açmıştır. Garp’ın varlığı merkezi olarak insanı aldığını vurgulayan yazar Osmanlı Türkleri’nin Şark’tan gelen dini etkileri kendi anlayışlarına göre korumak koşuluyla, Şark’la Garp’ı birleştiren bir medeniyet ortaya atmışlardır. İmparatorluk Devri’ni izleyen Tanzimat, İttihad ve Terakki gibi devirler hep birbiri içine girmektedir.

Adıvar’a göre Tanzimat, Garplılaşma döneminde Fransız ve İngiliz etkilerini incelemiş ve şartlara uydurmuşsa bizim de bugün Amerikan tesirlerini aynı ciddiyetle inceleme ve bize uyup uymayacağını ayırt etme mecburiyetindeyiz. Yazara göre Amerika’da Osmanlı’daki gibi o kadar birbirinden başka hatta zıt unsurların karıştığı küçük devletler ve bölgeler vardır. ABD’nin kendilerinin de belirttiği gibi halk için halk tarafından kurulmuş bir devlet ve millet olduğunu vurgulayan yazar, Amerika’nın temelini kuran anayasada özellikle İngiltere’den gelen büyük isimlerin etkilerinin Amerika’nın medeni ve büyük bir millet ve devlet olarak devamında daima en önemli rolü oynayacağını bu ülkenin tarihini bilenler tarafından idrak edilmektedir. ABD’nin bir eritme potası olma durumunun uzun zaman süreceğini belirten yazar Amerika’daki ırk başkalığından dolayı göze çarpan ufak tefek mücadelelerin sadece renk başkalığından ötürü zencilere karşı alınan vaziyet karşısında bir hiçten ibaret olduğunun altını çizmektedir.

Yazar, bugünkü Türkiye’nin demokrasiye dayandığını belirtmektedir. Eğer bu rejime istikrar vermek ve kendimize mal etmek istiyorsak, “devlet-i ebed-müddet” mefhumunun yerine aynen Amerika’da olduğu gibi Anayasamıza kutsi bir mana vermek ve bunu millete aşılamak gereklidir. Amerika’nın dünyanın başlıca demokrasilerinden biri olmasında anayasasına verdiği kutsiyetin önemli bir rolü vardır. Yazara göre o zaman yürürlükte olan 1924 anayasasında birtakım değişiklikler yapmak gerekliydi. Bunlar arasında Millet Meclisi diktatörlüğüne karşı fren görevi gören halkın ileri gelenlerinden oluşan bir meclis ve Amerika’daki gibi üyeleri görevden alınamayan bir anayasa mahkemesi kurmak yer almaktadır.

Yazarın burada üzerinde durduğu bir husus ise ülkemizde bir hayli zamandan bu yana Amerikan başkanlık sisteminin uygulanmasını arzulayan küçük veya büyük bir sınıf eğiliminin varlığıdır. Bu yönetim biçiminin ülkemizde olamayacağını savunan yazara göre bunun soya dayanmayan bir mutlakiyetçi otorite yaratmaktan başka bir faydası olmayacaktır. Buna ilaveten o mevkiiye aday olan liyakatliler veya kendilerinin böyle bir konumda olduğunu sanan ihtiras sahipleri arasında memleketin iç düzenini bozan, sol veyahut sağ diktatörlüklerin biçimine doğru ülkeyi sürüklemeyi arzulayan zararlı hatta tehlikeli Cenubi Amerikanvari mücadeleler yaratılabilir.

Türkiye’de Cumhurbaşkanının Amerika’da olduğu gibi iki dereceli olarak halka seçtirmeyi öneren yazara göre cumhurbaşkanının bütün bir milletin seçtiği devlet reisi olmasının elzem olduğunu çünkü ülkemizde reisicumhur mevkiinin partiler üstü olması şarttır. İdari cihazı parti etkisinden hariç tutamamak, Türkiye’nin en önemli sorunlarındandır. İttihat ve Terakki Devri’nden beri bunu yapamamaktan doğan, milleti kökünden sarsan aksaklılardan sonra bunun farkına varmamamız yazar tarafından yapılan tespitlerden biridir. Nisbi seçim sisteminin çok sayıda parti yaratacağı ve bunun da iç huzuru bozacağını öne süren yazar bu sistemden vazgeçilmesini savunmaktadır. İki partili sistem hem gerekli lazım denetlemeyi, kontrolü sağlar, hem de istikrar bakımından hayatidir.

Yazar, yurtta sulh, cihanda sulh prensibine bağlı olduğumuzu, politik bakımdan Amerika’nın en samimi müttefiki olduğumuzu, Avrupa’nın ise teşkilat ve kısmen de fikir bakımından içimizde olduğunu vurgulamaktadır. İçinde olduğumuz Garp dünyasının demokrat kısmına bir korkuluk hissi veren komünizmden korunmanın yolu ancak herhangi bir memlekette umumi seviyeyi ölçülü bir şekilde düzenlemek, fikir hürriyetine düzen dairesinde yer vermek, vatandaş haklarını hiçbir siyasi etkiye kapılmadan koruyacak bir iç idare tesisiyle olasıdır. Avrupa ve Amerikan demokrasisinin ideallerinin bu olduğunu söyleyen Adıvar, bu camia içinde kalmak ve bunların iç idarelerini göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuzu savunmaktadır.

Halide Edib Adıvar, Türkiye’nin istikametinin, Garp medeniyetinin gittiği istikamet fakat aynı zamanda bünyemizin bir parçasını oluşturan Şark’taki hareketleri gözden kaçırmamak, bunların geri veya ileri olanlarını nesnel bir bakışla ayırt edebilmek şartıyla olduğu düşüncesindedir. Yazar son olarak idari cihazımızın, sadece kanunun emrinde ve hizmetinde bir iktidara muhtaç olduğunu, adalet sistemimizi siyaset etkilerinden uzak tutmanın, hâkimlerin mutlak suretle güvenliklerini sağlamanın herhangi bir rejim altında memleketin istikrarı bakımından şart olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca yazar, iktisat sistemimizin alışveriş yapmaya mecbur olduğumuz memleketlerin sistemini bilen tecrübeli, bilgin ve yetişkin kimselere verilmesinin şart olduğunu ve de eğitim sistemimiz vasıtasıyla çocuklarımıza tarihin büyük bir milletinin evladı olduklarını anlatmanın şart olduğunu, tarihteki kusurlarımızı eleştirmenin de lazım olduğunu düşünmektedir. Yazar, sonuçta şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Herhalde sayıları az dahi olsa, mazinin mirasını, Cumhuriyet devrinin reformlarını, gelecek nesillere daha mütekâmil, daha eksiklikleri giderilmiş ve ıslah edilmiş şekilde geçirecek olanlar vardır.”

Kitap Analizi

İlk Türkçe baskısı 1955 yılında yapılan ve Can Yayınları tarafından Mayıs 2009’da tekrar basılan 352 sayfalık bu deneme kitabında Halide Edib Adıvar, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve daha sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki Doğu, Batı ve Amerikan tesirlerini açık bir üslupla anlatmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl kurulduğu, kuruluşunda etkili olan faktörleri ve 623 sene süren bir imparatorluğun yönetim yapısını nasıl kurduğunu ve de sürdürdüğünü kitabın ilk bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde bize aktarmaktadır. Daha sonra bu imparatorluğun hangi nedenlerden ötürü gerileme dönemine girdiğini, bu dönemde yenileşme hareketlerine girişerek bu sürecin etkilerini ortadan kaldırmak için çok uğraş verdiğini fakat bunda kısmen başarılı olduğu yazar tarafından söylenmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başladığı andan itibaren özellikle Batılı devletlerin milliyetçiliği ve Ortodoksluğu kullanmak suretiyle imparatorluğu parçalamayı ve böylelikle rahatça paylaşmayı hedeflediğini savunan yazar bununla ilgili çarpıcı örnekler vermektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın bu paylaşımı hedefleyen en önemli aktivitelerden biri olduğunu düşünen yazar, bu dönemde Garp’ın olumlu yanları kadar olumsuz yanları olduğunun da anlaşılmasının gelecek kuşaklar için önemli olduğunu vurgular.

Kanımca, yazar Türk Kurtuluş Savaşı dönemini içinde yaşayan ve en yakından takip edenlerden birisi olarak okuyuculara bu dönemi çok iyi ve detaylı bir biçimde anlatmaktadır. Yazarın Cumhuriyet dönemiyle ilgili tespitlerinin bugün bile geçerli olduğunu düşünüyorum. 21. yüzyıl Türkiye’sinde tartışılan laiklik, başkanlık sistemi ve kadın hakları gibi konularda birçok çarpıcı tespite yer veren yazarın savunduğu fikirlerin günümüzde Türkiye’deki birçok kişi tarafından üzerinde düşünülmesi gereklidir. Yazarın laisizm ile ilgili bir düşüncesi bugün de süregelen tartışmaya işaret etmesi bakımından dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Yazar, laisizmin ülkemizde din ve dinsizlik softaları arasında bir top gibi oynanan bir konu olduğunu söylemekteydi. Bugün de ülkemizde laiklik ile ilgili yapılan tartışmalar hep bu eksen üzerinde cereyan etmektedir. Laik sistemi eleştirenler bunun dinsizlik olduğunu savunurken, laikliği savunanlar bunun devletin kurucu unsurlarından birisi olduğunu, bu prensibin yok edildiği takdirde ülkedeki demokratik yapının temelinin dinamitleneceğini savunmaktadır.

Dinin siyasete alet edilmesi konusu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan beri üzerinde tartışılan bir konu olmuştur. Osmanlı’da din siyasete olan müdahalesini artırmaya başladığı zaman çöküş daha da hızlanmış ve hatta yenileşme hareketlerine bile karşı çıkan ve onları engelleyen bir tavır almıştır. Osmanlı’yı kurtarmak için öne sürülen fikir akımlarından biri olan Panislamizm’in Birinci Dünya Savaşı’nda çökmesi üzerine Panturanizm ve Osmanlıcılık gibi düşünce akımları ortaya çıkmış fakat bunlar da İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden silinmesini engelleyememiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 1919 yılında başlattıkları kurtuluş mücadelesinde bir yandan padişah yanlıları ve dinci isyanlarla mücadele edilirken, öte taraftan dış düşmanlarla mücadele edilmişti. İşte bütün bunlardan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ilkeleri arasında laikliğe de yer vererek muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için birtakım devrimler yapmıştır. Din ve vicdan özgürlüğünü savunmasının yanı sıra devletin her dine eşit yaklaşmasını ve de din işlerinin devlet işlerinden tamamen ayrılmasını öngören laiklik, demokratik sistemlerin temelidir.

Diktatörlük yönetimine de karşı çıkan yazar, normal zamanlarda bile diktatörlük sistemiyle sonuca varılabileceğini düşünenlerin demokrasi idealinden uzaklaştıklarını savunmaktadır. Yazar, Amerikan sistemiyle Türk sistemini karşılaştırdığı bölümde aslında bugün Türkiye’de iktidar ve muhalefet arasında sert tartışmalara yol açan başkanlık sistemine karşı olduğunu açıkça söylemektedir. Bu sistemin Türkiye’de olamayacağını düşünen yazar, bu sistemin diktatörlük yaratabileceğini savunmakta ve bunun memleketin iç düzenine zarar vereceğini ifade etmektedir.

Günümüz Türkiye’sinde muhalefet partileri de iktidarın başkanlık sistemi kurma isteğine kanımca tam da bu düşünce paralelinde karşı çıkmaktadırlar. İktidar ise bu sistemin, yönetimde istikrar sağlayacağı savunmasını yapmaktadır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri’nde ve çeşitli ülkelerde uygulanan bu sistemin ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığının iyice incelenmesi gerekmektedir. ABD dışındaki bazı ülkelerde bu sistem diktatörlüğe dönüşmüştür. Parlamenter demokrasi ile yönetilen ülkelerin birçoğunda bu sistem bulunmamaktadır. Türkiye özelinde ise bu sistemin tesis edilmesinin rejimin yapısında ne gibi değişikliklere sebebiyet verebileceği üzerinde ciddi tartışmalar yapılması şarttır. Son zamanlarda ülkemizde özellikle iktidar partisinin tartışma konusu yaptığı kuvvetler ayrılığı sistemi, parlamenter sistemin olmazsa olmazıdır.

Yazarın kitabında ele aldığı diğer önemli bir konu, Türkiye’de valilerin Amerika’da olduğu gibi halk tarafından seçilmesidir. Adıvar, bu sistemin de tatbikinin Türkiye’de imkânsız olduğunu düşünmektedir. Çünkü yazarın ifadesine göre vali, ABD’yi oluşturan çeşitli Etat’ların birer cumhurbaşkanıdır. Türkiye’de halk tarafından valinin seçilmesi durumunda bunun devleti içinden parçalayacak vaziyetler yaratarak idari cihazımızı altüst edebilecek yollara sapılabilir. 21. yüzyıl Türkiye’sinde tartışılan en mühim konulardan birisi de budur. İktidar ve muhalefet arasında son zamanlarda Meclis dâhil çeşitli platformlarda sert bir biçimde tartışılan yeni Belediyeler Yasası buna çok güzel bir örnektir. 30 seneye yakındır uğraştığı terör sorununu çözemeyen ve bunun yanı sıra Kürt sorununun halledilmemesinden dolayı Türkiye’de böyle bir sistemin kurmanın çok ciddi zararları olabileceği düşünülmektedir. Nitekim Türkiye’nin Güneydoğusunda son zamanlarda yaşanan sorunlar böyle bir sistemin üniter yapıyı paramparça edebileceğinin açık göstergesidir.

Yazarın bahsettiği hususlardan birisi olan idari cihaza parti müdahalesi İttihak ve Terakki Partisi yönetiminden beri hem Osmanlı Devleti döneminde hem de daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti döneminde en hayati sorunlarından birisi olmuştur. Günümüzde de kadrolaşma kavramı üzerinden bu konu iktidar ve muhalefet arasında şiddetli tartışmalara yol açmaya devam etmektedir. Her partinin kendi düşüncesindeki insanlarla çalışmak istemesi anlamına gelen bu kavram, liyakat sisteminin önemini ortadan kaldırmaktadır.

Yargı bağımsızlığının demokratik bir sistemin yürütülmesinde en elzem unsurlardan birisi olduğunu savunan yazarın hâkim teminatının sağlanması ve yargı kararlarında siyasi etki olmamasının elzem yönündeki düşüncesine katılmamak mümkün değildir. Günümüz Türkiye’sinde de karşılaşılan ve üzerinde en fazla konuşulan konulardan birisi yargının bağımsız olup olmamasıdır. Yargı kararları sürekli olarak her ortamda tartışılmaktadır. Muhalefetin iktidarı eleştirdiği konuların en başında yargı bağımsızlığı gelmektedir. Muhalefet, iktidarın yargıyı kendi çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla bir araç olarak kullandığını iddia etmektedir. Aynı esnada bu yolla, kendisine yönelik muhalefeti ortadan kaldırdığı dillendirilmektedir. Yargı bağımsızlığının günümüz Türkiye’sinin şartlarında sağlanmasının çok zor olduğu kanısındayım.

Türkiye’nin yönünün Batı olduğuna dair yazarın yaptığı tespite katılmamak mümkün değildir. Fakat Doğu’daki ilerlemeler de göz önünde bulundurmalıdır. Avrupa Birliği sürecindeki tıkanmanın tamamen konjonktürel nedenlerden ötürü olduğu inancındayım. Yaşanan tartışmalardaki en önemli sorunun kavram karmaşası olduğu düşünüyorum. Halide Edib’in bu kitabı Türkiye’de günümüzde de cereyan eden sorunların iyi analiz edilmesi açısından dikkate değer bir eserdir. Modern Türk tarihinin ve Türkiye’nin hangi aşamalardan geçerek günümüze geldiğinin anlaşılması bakımlarından dikkat çekici değerlendirmeler içeren bu kitap herkesin başucu kitaplarından birisi olmalıdır.

Sina KISACIK

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.