George Friedman ve Zbigniew Brzezinski, çağımızın çok önemli dış politika stratejistleri arasında yer almaktadır. George Friedman’ın yazdığı “Gelecek 10 Yıl Neredeydik… Nereye Gidiyoruz?” ve Zbigniew Brzezinski tarafından yazılan “Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı” adlı kitaplar 21. yüzyılda Birleşik Devletlerin dış politikasında takip etmesi gereken stratejilerle ilgili değerlendirmeler içermesi bakımından dikkat çekicidir. Her iki kitapta da ön plana çıkan ülkelerden birisi Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu yazıda ilk olarak George Friedman’ın adı geçen kitabında Türkiye hakkında yaptığı değerlendirmelere yer verilecektir. Daha sonra Brzezinski’nin söz konusu kitabında Türkiye ile ilgili tespitlerden bahsedilecektir.
Friedman’a göre İran’a karşı denge tesis edebilecek ve bölgede uzun vadeli güç olma konusunda başarı sağlayabilecek tek ülke Türkiye’dir. Gelecek 10 sene içerisinde Washington, her ne yaparsa yapın bu seviyeye erişecektir. Ankara, dünyanın en büyük on yedinci ekonomisine sahip olup Orta Doğu’daki en büyük ekonomi olma özelliğine de haizdir. Bulunduğu bölgenin – Ruslar ve belki İngilizler dışında- ve büyük ihtimalle Avrupa’nın en kuvvetli ordusuna sahip durumdadır. Müslüman dünyasındaki birçok ülke gibi Türkiye de mevcut durumda kendi sınırları içinde laiklikle İslamcılık arasında bölünmüş durumdadır ancak mücadeleleri Müslüman dünyasının diğer ülkelerinde cereyan edenlere kıyasla daha sınırlıdır.
Tahran’ın Arap Yarımadası’nda hâkimiyet kurması Ankara’nın çıkarlarına aykırı bir durum teşkil eder çünkü bölge petrolüne karşı Ankara’nın da ilgisi artmış durumdadır. Bunun sebebi, bu durumun Ankara’nın Rus petrolüne olan bağımlılığını azaltacak olmasıdır. Buna ilaveten Ankara, Tahran’ın kendisinden daha kuvvetli olmasını arzu etmemektedir. Tahran’da küçük bir Kürt nüfusu bulunmaktayken, Türkiye’nin Güneydoğu’sunda çok fazla sayıda Kürt yaşamaktadır ki; bu İran tarafından sömürülebilecek bir gerçekliktir. Bölgesel ve küresel güçler, Bağdat, Ankara ve Tahran’a baskıda bulunması ya da bozmasına yönelik Kürtleri kullanmaktaydılar. Bu eski bir oyun ve sürekli bir hassasiyet konusudur. Friedman, gelecek on sene içinde İranlıların Türkiye ile mücadele edebilmek için kayda değer kaynaklar tahsis etmek zorunda kalacaklarını belirtmektedir. Bu esnada Arap dünyası, Şii İran’a karşı öne sürülebilecek bir şampiyon arayışında olacaktır. Sünni Türkiye, Türk gücünün Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki acı tarihine karşın yine de en iyi aday konumundadır.
Friedman, gelecek on senede Washington’un Ankara’nın Amerikan çıkarlarına karşı düşmanca hisler beslememesini sağlaması ve Arap dünyasını hâkim olup onu parçalamak için Tahran ve Ankara’nın birlik oluşturmasına engel olmasının şart olduğunun altını çizmektedir. Ankara ve Tahran’ın Beyaz Saray’dan korkularının artması halinde bu ittifakın hayatiyet kazanması o kadar muhtemeldir. Amerikalılarla anlaşmaya varmaları İranlıları kısa bir süre için yatıştırmış olacak fakat bunun yalnızca bir menfaat birliği olduğunu ve uzun süreli bir dostluk olmadığını idrak edeceklerdir. Beyaz Saray’la daha uzun dönemli işbirliğine taraftar olanlar Türkler ve Ankara Washington açısından başka yerlerde de öneme sahip olabilir, özellikle Rus emellerine karşı tampon vazifesi ifa ettikleri Balkanlar ve Kafkasya’da.
Friedman’ın düşüncesine göre Ankara uzun dönemde Tahran tarafından durdurulamaz, Ankara iktisadi bakımdan çok daha dinamik ve bundan ötürü daha gelişmiş bir orduyu destekleyebilir. Daha da kayda değer olanı, Tahran’ın coğrafi yönden kısıtlı bölgesel seçenekleri bulunmaktayken, Ankara Kafkaslar’a, Balkanlar’a, Orta Asya’ya ve en nihayetinde de Akdeniz’e ve Kuzey Afrika’ya uzanmaktadır ki bu, İranlıların mahrum kaldığı fırsatlar ve müttefikler meydana getirmektedir. İran’ın hiçbir zaman kayda değer bir donanma gücünün bulunmadığını vurgulayan Friedman, limanlarının konumundan ötürü gelecekte de olamayacağını savunmaktadır. Türkiye ise bunun aksine Akdeniz’de sürekli hâkim güç oldu ve gelecekte de bu durum devam edecektir.
Friedman, önümüzdeki on yıllık süreçte Ankara’nın bölgede hâkim bir güç olarak yükselişinin görülmeye başlanacağına işaret etmektedir. Bu asırda Ankara’nın çok kayda değer bir rol oynamadığını düşünmek olası değilse de önümüzdeki on yılın hazırlık dönemi olacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Ankara’nın iç sorunlarını halletmesi ve ekonomisini güçlendirmesi şarttır. Ankara’nın şimdiye devam ettirdiği dikkatli dış politikası sürecektir. Çatışmalara girmeyecek ve bundan dolayı bölgede etkili bir konumda yer alacak ama belirleme durumunda olmayacaktır. Washington Ankara’ya uzun dönemli bir bakış açısıyla yaklaşmalı ve gelişimini engellemeye yönelik bir baskıda bulunmamalıdır.
Amerikan başkanı, Orta Doğu’nun karmaşık sorunlarına merhem olarak Tahran’la geçici bir anlaşmaya varmalı; böyle bir anlaşma Tahran’ın istediğini almasına yol açar, Beyaz Saray’a geri çekilmek için bir alan kazandırır ve aynı esnada Sünni kökten dinciler için ortak düşmanlığa sebebiyet verir. Diğer bir ifadeyle başkan Arap Yarımadası’nı İran’ın etki alanı içine sokarken doğrudan kontrollerini sınırlamalı ve diğer arasında Riyad’ı da dezavantajlı konuma getirmemelidir. Bu strateji, Friedman’a göre Tahran gücüyle yüzleşip onu biçimlendirmeyi amaçlayacaktır. Fakat biçimlendirse de biçimlendirmese de bölgedeki güç dengesinin çözümü Türkiye’nin yıldızının parlaması ile sonuçlanacaktır. Güçlü bir Ankara, Tahran ve Tel-Aviv’in karşı dengesi olur ve Arap Yarımadası’nın istikrarına yardımcı olacaktır. Zamanı geldiğinde Ankara Tahran’a meydan okuyacak, merkezi güç dengesi yeniden ortaya çıkacak ve bölgeyi istikrara kavuşturacaktır. Bu da yeni bir bölgesel denge tesis edecek fakat bu önümüzdeki on yıl içinde gerçekleşmeyecektir.
Friedman, bunun tercih edilebilecek bir siyasi seçenek olduğunu iddia etmektedir. Buna ilaveten bunun en mantıklı çıkış yolu olduğunu da savunmaktadır. Seçeneklerin iki taraf için de benimsenemeyeceğinin altını çizen yazar burada çok fazla risk olduğundan söz etmektedir. Friedman’a göre seçenekler arzu edilmediğinde arda kalan şey – her ne kadar saçma görünse de- en olası neticedir.
Zbigniew Brzezinski’ye göre 20. yüzyılda, Türkiye kendini dönüştürmekte Komünist Rusya’ya göre daha başarılı olduğunu ispat etti. Atatürk’ün 1924 senesinde aniden dayatılan köklü reformları başarılı bir biçimde hayata geçirmesi etkileyici ve çarpıcı bir biçimde değişimleri de beraberinde getirdi. İzleyen yıllarda kesin olarak belirlenmiş seküler devletin bünyesinde artan bir demokratik süreç içerisinde tedricen kurumsallaştı. Atatürk’ün hırslı milliyetçi hünerleri ateşli Türk gençleri arasında bulaşıcı biçimde yayıldı, fakat aralıksız, vahşice ve silahlı bir terörle yayılmadı. Ankara’nın hayret verici bir şekilde emperyal ihtiraslarını bir kenara atıp ulusal enerjisini kendi toplumsal modernleşmesine yöneltmesi dikkate değer bir başarıdır. Atatürk, araçların amaçlarla dengede olduğu bir tarihsel uzak görüşlülük rehberliğinde hareket etti. Türkiye’nin sağlam demokratikleşmesi demokrasinin bir hayat tarzı olarak artan benimsenmesinin bir yansıması oldu. Her ne kadar Türkiye demokrasisi hala, özellikle basın özgürlüğü alanında, kırılgan olsa da Türk ordusunun seçim neticelerini ve anayasal değişiklikleri benimsemek zorunda kalması Türkiye’nin devam eden demokrasisinin canlılığının bir kanıtıdır. Bu bakımdan Ankara açıkça Moskova’nın önündedir.
Henüz resmi bakımdan olmasa da Ankara bazı kayda değer vesilelerle Avrupa’nın ve nihayetinde Batı’nın bir uzantısı konumuna geldi. Beynelmilel sahada, giderek daha modern hale gelen ve temelde de seküler olan bugünün Türkiyesi, kendi emperyal Osmanlı geçmişinden aldığı bölgesel coğrafi üstünlüğünü yeniden kazanmaktadır. Jeopolitik bir bakış açısına sahip, Stratejik Derinlik kitabının da yazarı olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından biçimlendirilen Ankara’nın yeni dış politikası, geçmişte Osmanlı’nın parçaları olan Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika ve Mezopotamya’yı kapsayan bölgelerin bölgesel lideri olduğu tezi üzerine inşa edilmektedir. Brzezinski’ye göre bu yaklaşım, dini saiklerden değil, tarihsel-jeopolitik motivasyonlardan kaynaklanıyor. Mantıklı bir önerme olan, komşularla iyi münasebetler tesis etmeyi hasmane münasebetler kurmaya tercih etme önermesi üzerine inşa edilen Davutoğlu planı, geçmişte tarihsel olarak sahip olunan fakat yirminci yüzyıl süresince Kemalist iç güvenlik ve özellikle de Türk milliyetçiliği telkinleri sebebiyle sönen münasebetlerin yeniden kurulması maksadıyla – 2010’da dünyanın 17. ekonomisi olan – Ankara’nın hâlihazırdaki sosyoekonomik potansiyelini kullanmasını öngörüyor.
Brzezinski, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ertesinde, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarının ötesinde, yeni bağımsızlığını kazanmış çoğunlukla kültürel miras bağlamında Türk olan Orta Asya devletlerinin şimdilerde Ankara’yı beklediğinin altını çizmektedir. Ankara’nın daha aktif ticari ve kültürel münasebetler kurması, enerji açısından zengin fakat jeopolitik bakımdan gelişmemiş bu bölge için, modernleşme, sekülerleşme ve nihayetinde demokratikleşme hususunda potansiyel bir baskı unsuru oluşturabilir. Şu da not edilmelidir ki, Moskova, Orta Asya’nın enerji ihracatına doğrudan erişimde tekel olmayı arzulamaktadır, ancak Ankara’nın yükselen bölgesel rolü – Bakü ve Tiflis’le işbirliği dâhilinde – Avrupa’nın, Hazar Denizi kanalıyla Orta Asya’nın petrol ve doğal gazına doğrudan ulaşması konusunda yardımcı olabilir.
Türkiye’nin yaşanan bazı problemlere rağmen umut verici çağdaş ve seküler bir devlete doğru artarak süren dönüşümü, vatandaşlarına vatanseverce bir özgüven vermektedir ki; bu özgüven eğer Ankara kendisinin sürekli Avrupa tarafından reddedildiğini hissetmesi durumunda Batı karşıtı bir eğilim halini alabilir. Avrupa içindeki güçler -özellikle Fransa ve Almanya- Ankara’nın isteklerini, müphem bir nedenden ötürü, Ankara’nın ortaklıktan ziyade uyumu veya düzeni bozacak yabancı bir kültüre sahip olması sebebiyle reddetmekte ısrar etmektedirler. Netice olarak, Avrupa’yı örnek alarak, eşi benzeri olmayan sosyal modernleşme ve kültürel dönüşüm gayretlerine başladıkları tarihten 85 yıl sonra, süren dışlanmalar, Türkler’i artık rahatsız etmeye başladı. Bu da Türkiye’nin demokratik tecrübesinin başarısızlığa uğraması durumunda meydana gelmesinden endişe edilen, daha iddialı bir İslami politik kimlik veya antidemokratik askeri bir idare şekline geri dönülmesi riskini arttırmaktadır. İki risk esnasında da Ankara, Avrupa’yı Orta Doğu’nun sorunlarından ve taleplerinden koruyan kalkan olmak yerine Orta Doğu’nun sorunlarını Balkanlar kanalıyla Avrupa’ya ileten ülke durumunda olacaktır.
Brzezinski, bu ihtimalin özellikle Amerika ve Avrupa’nın İsrail-Filistin barış dengelerini kurmada daima başarısız olmaları ve / veya Amerika’nın İran’la doğrudan bir çatışmaya girmesiyle daha da tehlikeli bir hal alabileceğine işaret etmektedir. İlk olasılık – Orta Doğu’daki yoğun aşırılıklarla gerçekleşmesi işten bile olmayan- Ankara’nın Batı’ya karşı tutumunu dolaylı olarak fakat yine de gayet negatif etkileyecektir. İkinci olasılık ise Türkiye’nin güvenliğini, özellikle de eğer bu çatışma daha geniş bir Kürt ayaklanmasını ve Bağdat’ın tekrardan istikrarsızlaşmasıyla sonuçlanırsa, tehdit etmiş olacaktır. Türkler, kendi milli çıkarlarının Batı tarafından dikkate alınmaması bir yana, bir de riske atılmasıyla daha da rahatsızlık duyacaklardır.
Brzezinski’ye göre düşmanlık halini alabilecek bir Avrupa’dan ayrılık, politik bir gerileme ve Türkiye’nin çağdaşlaşmasını frenleyecek bir köktenci yenilenmeyi beraberinde getirebilir. En olumsuz senaryoda, 1978’de İran Şahı’nın alaşağı edilmesinin neticelerinin hatırlatacak şekilde, bu şekil bir ayrılık Atatürk’ün çarpıcı mirasını dahi baltalama potansiyeline sahiptir. Bu vaka, tarihsel ve jeopolitik bakımdan üç ana sebepten ötürü gayet talihsiz bir netice ortaya çıkaracaktır. Birincisi, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve çağdaşlaşmayı yaygınlaştırması ne demokratikleştirmenin ne de çağdaşlaşmanın İslami, dini geleneklere aykırı olmadığını ortaya koyuyor. İkincisi, Ankara’nın tarihsel olarak üstün olduğu bir bölge olan Orta Doğu’daki komşularıyla barışçıl bir işbirliğine olan bağlılığı, Batı’nın bölgedeki güvenlik çıkarlarıyla uyum göstermektedir. Üçüncüsü, giderek daha Batılı bir hale gelen Ankara – Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olan halklarla ve Sovyet sonrası Orta Asya halklarıyla olan bölgesel ve kültürel bağlarından faydalanan- ve nihayetinde Müslüman olan bir Türkiye, Müslüman aşırılıklarını frenleyen ve yalnızca kendi çıkarına değil aynı esnada Avrupa ve Moskova’nın çıkarına olacak şekilde Orta Asya’da bölgesel istikrarı tesis eden bir ülke konumuna gelebilir.
Bu çerçevede birtakım analizler yapmak mümkündür. George Friedman’ın 2011 yılında yayınlanan “The Next Decade Where We’ve Been… and Where We’re Going” ve Zbigniew Brzezinski’nin 2012 senesinde yayınlanan “Strategic Vision: America and the Crisis of Global Power” adlı kitapları gerçekten ABD’nin 21. yüzyılda nasıl bir dış politika izlemesi gerektiğine yönelik dikkat çekici tavsiyeler içeren kitaplardır. Her iki kitapta da önemle üzerinde durulan ülkelerden birisi de Türkiye’dir. Türkiye’nin kayda değer derecede önemli bir ülke olduğunun altını çizen her iki stratejist, Türkiye’nin kaybedilmemesi gereken çok elzem bir ülke olduğuna işaret etmektedirler. Her iki stratejist Birleşik Devletler ve Batı dünyasının Türkiye’yi kendi taraflarında tutmak için çok dikkatli ve iyi planlanmış politikalar takip etmesinin gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Türkiye’nin Avrasya bölgesinde çok kritik bir rol oynadığını savunan her iki stratejist, Türkiye’nin kaybedilmesi durumunda bunun Batı dünyasına çok pahalıya patlayacağının altını çizmektedirler. Ankara’nın Batı dünyasında dışlanması halinde başka alternatiflere yönelebileceğinin altını çizen Brzezinski ve Friedman, özellikle Batı dünyası için günümüzde hayati bir hal alan enerji tedarik yollarının çeşitlendirilmesi hususunda Ankara’nın elzem bir rol oynayacağını düşünmektedirler. Türkiye’yi bölgesinde bir rol model olarak değerlendiren Friedman ve Brzezinski, Ankara’nın 2002’den bu yana takip ettiği dış politikanın çok önemli olduğunu ve dikkatle takip edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Son olarak her iki stratejist de Ankara’nın bölgenin yıldızı olma potansiyeline sahip olduğu vurgulamaktadır.
Kanımca, 21. yüzyılda Washington’un nasıl bir dış politika izlemesi gerektiğinin daha iyi anlaşılması için Stratfor’un kurucusu George Friedman ve yüzyılımızın en büyük stratejistleri arasında ilk sıralarda yer alan ve aralarında Büyük Satranç Tahtası ve İkinci Şans adlı kitapların yazarı Zbigniew Brzezinski’nin yukarıda bahsedilen kitapları özellikle dış politika ile ilgilenenlerin okuması gereken kitaplar arasında yer almaktadır.
Sina KISACIK
REFERANSLAR
- George Friedman. The Next Decade Where We’ve Been… and Where We’re Going. United States: Doubleday, 2011. Türkiye ile ilgili sayfalar: 117-119.
- George Friedman. Gelecek 10 Yıl: Neredeydik… Nereye Gidiyoruz. Çev. Tayfun Törüner. İstanbul: Pegasus Yayınları, Nisan 2011. Türkiye ile ilgili sayfalar: 157-160.
- Zbigniew Brzezinski. Strategic Vision: America and the Crisis of Global Power. New York: Basic Books, 2012. Türkiye ile ilgili sayfalar: 134-138.
- Zbigniew Brzezinski. Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı. Çev. Sezen Yalçın, Abdullah Taha Orhan. İstanbul: Timaş Yayınları, 2012. Türkiye ile ilgili sayfalar: 162-168.
6 Comments »