Büyük Orta Doğu Fas’tan Pakistan’a, Türkiye’den Sudan’a kadar büyük bir coğrafyada yeni bir politik görünüm yaratılmasına yönelik jeopolitik bir projedir. ABD’nin 43’üncü Başkanı George Bush’un 2003 yılında ileri sürdüğü “Büyük Orta Doğu” kavramı, ABD’nin “uluslararası terör” olarak adlandırdığı düşmanla mücadeleye, Orta Asya’dan Körfez bölgesine kadar uzanan petrol kaynakları üzerinde denetime, yeni süper güç merkezlerini (Çin, Rusya ve Hindistan) etkisizleştirerek İslam dünyasında nüfuz sahibi olmaya yöneliktir.
Bilindiği gibi, bu coğrafya temelde Müslüman ülkeleri kapsıyor. Yeni binyılda jeopolitikada İslam unsuru daha güçlü bir anlam taşımaya başlamıştır. Tarihsel Batı’nın egemen devletlerin müdahalesi ile İslam ideolojisinden politik unsur olarak kullanılması bir gerçektir. Batı; Vahabilik mezhebinin, Taliban’ın, El Kaide terör örgütünün oluşturulmasında parmağı olduğunu da aslında yalanlamıyor.
Ne yazık ki, günümüzde İslam ve köktencilik (radikalizm), hatta İslam ve terör kavramlarını bir arada kullananlar Batı’nın bu müdahalelerini hatırlamak bile istemiyor. Fakat tarihsel olgular, kökten dinci İslami birçok örgüt ve tarikatın, Batılı bazı güçlerin gözetimine her zaman sırtını dayadığını kanıtlıyor. İngilizlerin gözetiminde kurulan Vahabilik bugün diğer Batılı destekçilerin desteği ile oluşturulan yeni radikal dini akımlar simgesinde bu jeopolitik eğilimi sürdürüyor.
Hatta süregiden Arap uyanışının temel politik aktörlerinden olan “Müslüman Kardeşler”in de Batı ile ilişkileriyle ilgili birçok haber, günümüz dünya basınının sayfalarını süslüyor. Fakat politik senaryoların şimdiki durumundan farklı olacak bir “B planı” sırasında “Müslüman Kardeşler”e nasıl bir rol verileceğini önceden bilmek oldukça zordur.
Tarihe bakarak bir karşılaştırma yaptığımızda, Sovyetlerin Afganistan çıkartması sırasında Taliban’ın oynadığı rolle bugün Arap uyanışında Selefilerin ya da “Müslüman Kardeşler”in rolü arasında bir benzerlik görülmektedir. Arap dünyasında ve genel olarak Orta Doğu’da politik olayların farklı bir seyir alması durumunda bu dini gruplara Taliban gibi terörist sıfatının verilmeyeceğine ise kimse güvence vermiyor.
Bölge ülkelerinde yaşanan olaylar, dışarıdan müdahalelerle meydana gelmekle birlikte, tam olarak denetim sağlanamıyor. Süreçler oldukça hızlı, dış güçlerin ve içerideki oyuncuların amaçları ve elde ettikleri çoğu zaman birbirinden farklıdır. Hatta süreçlerin aksi tesir göstereceği, Batı’nın çıkarlarına karşıt duruma dönüşebileceği bile beklenebilir.
Batı ve İslam: Dönüşüm Dönemi
Böylelikle, son yüzyılda Batı’nın İslam dünyasına yaklaşımında ciddi dönüşümler gerçekleşiyor. II Dünya Savaşı’na kadar Batı’nın sömürge ağında bulunan Müslüman ülkeler, sonraki dönemde yine Batı’nın desteklediği rejimlerle yer değiştirdi. Temelde, militanların elinde bulunan bu rejimler, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve onun bölgedeki müttefiklerine karşı ana kalkan oldu.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yeni bir ilişki şekline gereksinim oluşmuştu. Bu süreç 2 yönde kendini daha belirgin şekilde gösteriyordu: İlk olarak, Batı toplumunun genelinde İslam’ın dini değerlerine ve Müslümanlara karşı olan tutum.
Bilindiği gibi sömürge politikası çöktükten sonra Batılı ülkelerin ön ayak olduğu göç politikası sonucunda Avrupa’da Müslümanların sayısı kat kat arttı. Müslümanlar artık Batı toplumunun içerisine girmeye başladı ve burada kendilerine has bir yer edindiler. Bugün Fransa, İngiltere, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin artık vatandaşı olan Müslüman göçmenler, Batı toplumu içerisinde eşit haklar kazanmaya çalışıyorlar.
Şimdilik genel eğilim, Avrupa’da mevcut egemen güçlerin bu göçmenlerin, onların ulusal ve dini değerlerini dikkate almadan, Batı değerleri etrafında birleştirilmeye çalışılmasıdır. Fakat bu politika artık işlevsiz kalıyor. Bunun içindir ki, Fransa’da türban, İsviçre’de ise minarelerle ilgili sevimsiz konular ortaya çıkmıştır. Batılı önderlerin kendilerinin fikir babası olduğu çok kültürlülük politikasının çöküşe uğradığını vurgulamaları rastlantısal değildir. Böylece, Müslüman göçmenlerin nesillerinin artık Batı toplumunun iç bileşenine dönüşmesi ve Batı’da İslam’ın rolünün ve imgesinin günden güne yaygınlaşması, Batı-İslam ilişkilerinin ilk yönünün temel niteleyici (karakteristik) özelliği olarak düşünülebilir. Uzun yüzyıllar İslam dini mensuplarına düşman gibi bakan Batı toplumu için bu gerçeğin kabul edilmesinin hiç de kolay olmadığını da not edelim.
Batı-İslam ilişkilerinde ikinci yön ise, dünya düzeninde İslam dünyasının rolünün değişmesiyle ilgilidir. Artık, büyük hidrokarbon rezervlerine sahip ve stratejik coğrafi konumda bulunan Orta Doğu ülkelerinin, eski yöntemle yönlendirilmesinin olanaksız olduğu da bir gerçektir. Aynı zamanda, İslam artık jeopolitik bir unsur olarak da jeopolitikada ağırlığını koymaktadır. Bu durumda, Batı uzun yıllar iş birliği yaptığı rejimlere sırtını dönmüş ve oluşan boşluğu artık askeri rejimlerle değil, dinî politik güçlerle doldurmak durumunda kalmıştır. Bu dönüşümü artık kökleşmiş olan rejimlere kabul ettirmek kolay olmadığı için de süreç kanlı “Arap uyanışı” ile beraber görülmektedir.
Buna paralel olarak, küresel çapta kamuoyunda İslam ve terör ile İslami köktencilik gibi uzaktan yönetilen süreçlere karşı propagandalar yönünde de çalışmalar yapılmaktadır. Yani, gerçeklik ve görüntü birbirinden tamamen farklıdır. Bu farkın daha da derinleşmesinde, Batı’nın medya tekeli ve sivil toplum örgütleri ağının yarattığı sanrı da rol alıyor.
Böylece, tüm bu jeopolitik eğilimler ışığında Büyük Orta Doğu projesi, yeni binyılda İslam ülkeleri coğrafyasında yeni görünümün ana hatlarının belirlenmesine yönelmiştir.
Büyük Orta Doğu Projesi Çerçevesinde Türkiye-Suriye İlişkileri
Bölgede yaşanan olaylar, Büyük Orta Doğu projesinde değişiklikler yapılmasını gerektirmektedir. Bu projenin hazırlanmakta olduğu dikkate alındığında, çevik tepkiler için taktik değişikliklerin yapılması hiçbir güçlük yaratmamaktadır. Bu açıdan, Suriye’de savaşın Batı’nın beklediğinden uzaması ve niteliğinin değişmesi (rejim yanlıları ve karşıtları arasında bir iç savaşa dönüşmesi) Büyük Orta Doğu projesinde yeni adımlarla sonuçlanıyor.
Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleştirilmesi, Orta Doğu barış sürecinde Türkiye’ye verilen rolün arttırılması, Türkiye’de PKK terör örgütü ile barış görüşmeleri, PKK’nın Suriye savaşında aktif bir katılımcıya dönüşmesi Büyük Orta Doğu’daki yeni görünümün ana hatlarıdır.
Bu aşamada, Suriye’de savaşın gecikmesi yeni taktik çalışmalara neden oldu. Bu açıdan, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin son 1 ayda 2 kez Türkiye’ye gezi düzenlemesinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşme sürecinin başlaması ile üst üste gelmesini bir rastlantı kabul edemeyiz. Türkiye’nin bölgedeki rolünün artırılmasının karşılığında, Suriye ile ilgili kritik aşamada bu ülkeden bazı taleplerde bulunulacağı öngörülebilir.
Bazı uzmanlar, J. Kerry’nin Türkiye gezisi sırasında Ankara’yı İsrail-Filistin barış görüşmelerine davet ettiğini düşünüyor (Aslı Aydıntaşbaş. Orta Doğu’da Barış için Türkiye’ye Davet. Milliyet gazetesi. 8 Nisan 2013). Yani, Türkiye-İsrail ilişkileri, Türkiye’nin talepleri yerine getirilerek normalleştiriliyor. Buna ek olarak ise, Türkiye İsrail-Filistin çatışmasının çözümünde ön plana alınıyor.
Türkiye-Irak ilişkilerinde de iyileşme gözleniyor. Bir süre önce Türkiye’yi Irak’ın içişlerine karışmakla suçlayan Irak Başbakanı Nuri El Maliki 5 Nisan’da gazetecilere yaptığı açıklamada; “Irak’ın ortak çıkarlar, karşılıklı saygı ve komşuluk temelinde Türkiye ile yakınlaşma doğrultusundaki her adımı alkışladığını” bildirmiştir. Son dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi, aynı zamanda geleneksel Sünni-Şii çatışması ekseninde Nuri El Maliki’nin bu açıklaması, politik süreçlerinin arka hususlarına işaret ediyor.
Diğer taraftan, Türkiye’de “Kürt açılımı” adını alan görüşmeler sürecinde PKK terör örgütü üyelerinin ülkeyi silahları ile birlikte terk etme taleplerini ortaya koymaları, Suriye olaylarıyla ilişkili bir adımdır; çünkü yaklaşık olarak aynı dönemde Suriye’de savaş başladığından bu yana ilk kez, B. Esad rejimi Kürtlerin yaşadığı Gamışlı (Türkiye sınırı) ve Halep’in Kürt mahallelerini vurmuştur. PKK terör örgütünün Suriye kanadı PYD etkin şekilde savaşa katılmıştır. Terörist Kürt grupların savaşı tek bir ülkede sürdürme talimatı aldıkları ve bu yüzden silahları ile birlikte Suriye’ye geçmek istedikleri görülüyor.
Böylelikle, Türkiye’nin bölgesel önder olduğu bir gerçektir ve bu bölgede nüfuz savaşı yürüten tüm güçler, bu gerçekle karşı karşıya kalmaktadır. Sadece Büyük Orta Doğu projesinde temel hedef ülkelerden birinin Türkiye olduğu dikkate alındığında, bu senaryolar Türkiye’nin lehine olmuyor. Türkiye’nin bölgede bağımsız politika yürütmesinin süper devletlerin işine gelmediği görülüyor. İşte bu nedenle Büyük Orta Doğu projesi, Türkiye’nin tüm komşu devletlerle sorunlarının çoğalması yönüne yönelmiştir.
Arastü HABİBBEYLİ