STRATFOR’UN ÖNGÖRÜSÜ: DÜNYA YENİ DÖNEME GİRİYOR

upa-admin 19 Nisan 2013 3.176 Okunma 0
STRATFOR’UN ÖNGÖRÜSÜ: DÜNYA YENİ DÖNEME GİRİYOR

Küresel çapta meydana gelen jeopolitik süreçler endişe uyandırmaktadır. Bunun temel nedenlerinden biri, belirsiz nitelikte olmalarıdır. Büyük devletler arasındaki ilişkileri değiştiren unsurlar tam anlaşılamamıştır. Fakat uzmanların bu konularla ilgili analiz ve öngörüleri oldukça ilginçtir ve dikkate değer noktaları ortaya koymaktadır.

“Soğuk Savaş”ın Ardından Jeosiyaset

ABD’nin “Stratfor” düşünce merkezinin kurucusu George Friedman’ın küresel jeopolitik ortamda yaşanan değişimlerle ilgili ilginç bir analizi yayımlanmıştır (Bkz.: George Friedman. Beyond the Post-Cold War World // “Stratfor”, 2 Nisan 2013). Yazıda dünyanın yeni bir jeopolitik döneme girmesine ilişkin çarpıcı öngörüler yer alıyor.

G. Friedman “Soğuk Savaş” döneminden sonra, dünyanın üç etkenle belirlendiğini vurguluyor. Birincisi, ABD’nin nüfuzu ve egemenliğidir. İkincisi, Çin’in güçlenmesi ve bu ülkenin iç potansiyeline dayanarak, dünyanın sanayi merkezine dönüşmesidir. Üçüncüsü, Avrupa’nın büyük ve bütünleştirilmiş bir ekonomik dev haline gelmesidir. Bu arada, Rusya zayıflamış, Japonya ise tamamen yeni bir ekonomik modele geçmiştir.

Ünlü uzman, “Soğuk Savaş” sonrası dönemi iki aşamaya ayırıyor. Birincisi, 31 Aralık 1991-11 Eylül 2001 döneminde sürmüştür. İkincisi 11 Eylül’den şimdiye kadar sürmektedir.

İlk aşama, iki hüküm üzerine kuruluyordu. O zaman ABD, baskın askeri ve siyasi güç olarak kabul ediliyordu. Fakat askeri güç esas sayılmıyor, temel unsur olarak ekonomi alınıyordu. İkinci aşama, üç büyük güç – ABD, Çin ve Avrupa – etrafında kuruluyor. Fakat bu aşamada, Amerika’nın bakış açısında ciddi bir değişim yaşandı. ABD, başkalarından üstün olmanın belirtisinin, İslam dünyasını askeri araçlarla değiştirme gücü ve olanağına sahip olmak olduğu görüşündedir. Bu dönemde Çin ve Avrupa dikkatini amaçlı olarak ekonomik konulara yöneltmişti.

G. Friedman’ın bu hususu takiben yaptığı analiz çok düşündürücüdür. Ona göre, artık Maastricht Anlaşması’nda belirtilen görüş, Avrupa için kritik değildir; çünkü Avrupa Birliği’nde ekonomik silkelenmeler güçlenmiş ve siyasi parçalanma meydana gelmiştir. Çin’in ekonomik mucizesi ise, sona ermek üzeredir. Pekin’in kendini kanıtlamak için askeri alana daha fazla dikkat vermeye başlaması bu sebepledir. Çin askeri güç kullanımı seçeneğini ortadan kaldırmaz. Daha ilginç olanı ise, ABD ile ilgilidir. Amerika, Afganistan’dan çekiliyor. Washington küresel üstünlük ile her şeye kadir olma arasındaki karşılıklı ilişkiler ve karşılıklı bağımlılığı yeniden gözden geçiriyor.

Burada G. Friedman dikkati iki önemli kavrama – küresel üstünlük ve küresel her şeye kadir olmaya yöneltiyor. Öncelikle, bu durum bunlar arasında fark olduğunu göstermektedir. Sonra, yeni dönemde onlar arasındaki ilişki ve bağımlılığın değiştiğine işaret ediyor. Bu değişiklik hangi yönde olacak? İçeriğindeki yeni unsurlar neler olacak? Bu gibi sorular merak doğuruyor.

Uzman bu sorulara somut yanıt vermese de, bazı önemli yönlere değiniyor. Avrupa esasen ekonomik güç sahibi olarak vardı. Fakat ekonomik bütünleşmenin yanında, çeşitli devletlere de sahip olmaya çalıştı. Bu, gerçekleşmesi mümkün olmayan görüş pik noktasına ulaştı artık Avrupa çökmektedir. Almanya, Hollanda ve Lüksemburg’da işsizlik oranı düşüktür. Avrupa Birliği’nin eyaletlerinde ise bu oran yüksektir. Almanya, Avrupa Birliği’ni ticari çıkarlarını korumak için canlı tutmaya çalışıyor. Berlin, örgüte üye devletlerin ekonomik çizgisini denetim altına almaya çalışıyor. Almanya’nın, Avrupa devletlerini kurtarması karşılıksız değildir, bunun karşılığında onların bütçelerini denetleme amacındadır. Anlaşmazlık işte bu sebepten çıkıyor; çünkü AB üyesi devletler, egemenliklerinden vazgeçmek istemiyor. Sonuçta birtakım Avrupa ülkesinde (örneğin; Macaristan, Romanya, Bulgaristan vb.) Radikal milliyetçilik eğilimi güçleniyor.

Kıbrıs örneği ise, AB’nin kaderi açısından ilkesel bir hususu ortaya koymuştur. Avrupa Birliği’nin zayıf devletleri baskı altında tutmaya çalıştığı görünmüştür. Birliğin hangi üye ülkesi zayıflarsa, diğerleri onu kendi etkisi altına almaya çalışacak. Bu durum, Avrupa’da bütünleşmenin geleceğiyle ilgili soru işaretleri doğuruyor. Aynı zamanda, demokratik sayılan AB’de zayıflara olan yaklaşımın hiç de demokratik olmadığını gösteriyor. Bu ilke AB’nin bütününe karşı böyle uygulanıyorsa, o zaman onun diğer devletlere yaklaşımı ne ölçüde demokratik olabilir? O halde, bölgesel anlaşmazlıkların çözümüne Avrupa nesnel yaklaşabilir mi? G. Friedman’ın analizinden, bu soruların yanıtlanmasının gerekliliği de kendini gösteriyor.

Yeni Güç Dengesi

Çin meselesi uzmanın yazısında önemli yer tutmaktadır. Onun görüşünce, Çin ekonomisi önceki tempoda gelişimini sürdüremez. Dış satım odaklı ekonomi, yurtiçi talebin artmasıyla sonuçlanır. Fakat Çin’de bunun gerçekleşmesi için ülkenin iç hayatında devrimsel değişiklikler olmalıdır. Pekin birkaç kez bu girişimde bulunmuştur. Ancak başarılı olamamıştır. Böylece, Çin ona verilen fırsat çerçevesinde, yurtiçinde köklü sosyo-ekonomik değişiklikleri gerçekleştirememiştir. Sonuçta dış satıma konulan kapitali azaltarak büyümeyi gerçekleştirme yolunu seçmiştir. Bu yöntem Japonya’nın mali sistemini zayıflatmıştır. Çin’i de aynı son bekliyor.

Bütün bunlar, Avrupa ve Çin’in aynı hataları tekrarladığını göstermektedir. Onlar jeosiyaset ve iç siyasi sorunlara önem vermeden, ekonomik gönençleşme aracılığıyla gelişimi sağlayabileceklerine inanıyorlardı. 1991-2008 yılları arasında bu öngörü gerçekleşti. Şimdi ise gerçek, tamamen başka hususları ortaya koyuyor. AB ve Çin’den farklı olarak ABD’ye ise, tarih ayrı bir ders vermiştir.

Amerika askeri müdahaleyle küresel sorunları çözeceğine inanıyordu. Eylül 2001 her şeyi alt üst etti. Afganistan ve Irak konuları ise, en büyük askeri güç aracılığıyla bile birilerine siyasi iradeyi kabul ettirmenin mümkün olmadığını kanıtladı. İşte bu hususta, üstün olma ile kudretli olma arasındaki farkı ayırt etmek gerekiyor. Washington’un bu konuda somut bir karara vardığını söylemek zordur. Bununla birlikte, Amerika artık küresel jeosiyasette değişikliklerin başladığını kabul ediyor ve dış politikasını buna uygun şekilde kuruyor. Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Çin doğrultusunda son dönemde attığı adımlar, bunu kanıtlıyor.

Burada çok önemli bir husus da, ABD’nin artık doğrudan askeri müdahale yöntemini kullanmıyor olmasıdır. Böylece, önderlik iddiasına son koymamakta, sadece güçler dengesini yeni bir formülle sağlamaya çalışmaktadır. Amerika hala dünyanın diğer iki dev gücü olan AB ve Çin’e oranla daha iyi bir ekonomik sisteme sahiptir. Onun ekonomik sorunları nispeten azdır. Fakat bunlar Washington’a mutlak egemen statüsü vermiyor. Dolayısıyla, ABD’nin yeni dönem politikasının nasıl sonuç vereceğini zaman gösterecek. Ancak, küresel çapta jeopolitik görünümün ciddi biçimde değişeceği şimdiden bellidir.

G. Friedman tüm bunların temeline yeni dönemin dört belirleyici unsurunu koymaktadır. Birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm göstergeler bakımından egemen dünya devi olarak kaldığıdır. Ancak şimdi Washington ihtiyatlı ve ölçülü davranıyor. O, avantaj sahibi olmak ile her şeye kadir olmak arasındaki önemli farkı kabul ediyor.

İkincisi, Avrupa’nın olağan seyrine dönmesidir. Bunun ana belirtisi, birbiriyle yarışan çok sayıda ulus devletin olmasıdır.

Üçüncüsü, Rusya’nın yükselme eğilimi var. Ruslar adetleri üzere “bulanık suda balık tutmayı” sürdürecektir. Rusya ekonomik açıdan pek de önemi olmayan, ancak ciddi siyasi getiri sağlayan anlaşmalara imza atmayı sürdürecektir.

Dördüncüsü, Çin’in kendi iç sorunlarını çözmek için “içine kapanmasıdır”. Onun için komünist yönetim yöntemi ile istikrarsız ekonomik durumu uzlaştırmak bir hayli çetinleşmiştir. Nüfusun gönenç düzeyi yükselmezse, Çin otoriter bir devlete dönüşecektir.

Bu analizlerden önemli sonuçlar çıkıyor. Dolayısıyla, küresel çapta güç dengesinin değişimiyle ilgili düşündürücü hususlar vurgulanabilir. Yeni dönemde herhangi belirli bir gösterge bakımından (Örneğin; askeri, ekonomik ya da siyasi) önderliğin mümkün olmayacağı görünüyor. Küresel çapta söz sahibi olan devletin, çok yönlü şekilde üstün olması gerekiyor. Bu; siyasi, ekonomik, kültürel, çevresel, askeri vb. açıları içeriyor. Avrupa ve Çin, Amerika’ya küresel önderlik düzeyinde birer rakip olamaz. Onlar tüm hesaplarını ekonomiye yönelterek kendi kendilerini vuruyor.

ABD’nin dünyada egemen olma meselesi de çözümsüzlüğünü koruyor; çünkü yeni güç merkezleri ortaya çıkabilir. Örneğin; Rusya, Hindistan, Brezilya, Türkiye hızla gelişmektedir. Ayrıca, çeşitli bölgelerdeki anlaşmazlıklar dünyada jeopolitik durumu bir anda değiştirebilir. Bunların çözümlenmemesi büyük devletlere önceleri gözlemlenmeyen sorunlar yaratır. Genel olarak, bölgesel önderlerin ortaya çıkması küresel çapta jeopolitik görünüme yeni bir canlılık veriyor. Farklı senaryolar da olasıdır.

Fakat G. Friedman’ın savunduğu görüşler, genel olarak oldukça ilginç ve dikkate değer hususları ortaya koyuyor. Anlaşılan, dünyada yeni uluslararası kurallar konabilir. Bunun temeli şimdi atılırsa, belirli bir süre bu alandaki belirsizliklerin süreceğini kabul etmeliyiz. Öyle bir zaman gelir ki, bölgesel düzeyde jeopolitik gelişmelerin düzenlenmesi için somut kıstaslar kaybolabilir. Bu durumda, sorunların çözümü meselesi oldukça güncel bir soruna dönüşmüş oluyor.

Öte yandan, Avrupa’da ulus devlet yeniden önem kazanıyorsa, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerde bu meselenin en uygun çözümünün nasıl olacağı üzerinde düşünmek gerekiyor. Burada ulusal egemenlik ile küreselleşme sürecinin talepleri arasında yeni bir denge bulmak gerekecek. Sorunun mürekkep tarafı ayrıca, yeni dönemin başlangıç sürecinin sürmesi ve birçok ilkesel hususun açık olmamasıdır. Bu sebepten G. Friedman’ın son savını kabul etmekten başka yol yoktur: “Şimdi ise, biz yeni döneme ayak basıyoruz”.

Kaynak: Newtimes.az

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.