İLBER ORTAYLI’DAN “İMPARATORLUĞUN EN UZUN YÜZYILI”

upa-admin 24 Mayıs 2013 113.251 Okunma 2
İLBER ORTAYLI’DAN “İMPARATORLUĞUN EN UZUN YÜZYILI”

Kitap Baskısı: 32. Baskı – Mart 2011

Sayfa Sayısı: 335

Bu kitap, dokuz bölümden oluşmaktadır. İlber Ortaylı’ya göre Osmanlı modernleşmesi, Tanzimat devriyle sınırlanamayan bir şey olup daha eskiye uzanan bir olgudur. Osmanlı çağdaşlaşması sadece Osmanlı Türkiyesi’ni içeren bir gelişme de değildir; Osmanlı modernleşmesi diye ifade edilen olgu, diğer Müslüman toplumları da içerir. Modernleşme olgusu, Osmanlı dünyasında hâkim dilin tartışılmasını, ona atfedilen kurum ve kuralların sarsılmasını, değişikliğe uğramasını beraber getirdi. Bu değişimin bir boyutuydu, ama Müslümanlar kadar Hıristiyanları ve diğer dinlerin üyelerini de içine alan ortak yüzüydü.

Yazara göre her toplum zamanın akışı içinde sürekli değişime maruz kalır. Osmanlı toplumu da bu genel kuralın dışında kalamaz. Osmanlı modernleşmesi, o toplumdaki kurumlarını, bireylerin değişmesini ve en sonunda toplumsal ve politik örgütlenmenin odağı olan devlet yapısını da içerir. Tanzimat olayının şu anda bile yoğun bir tartışma konusu olması bu yüzdendir. Osmanlı toplumunun çağdaşlaşması, modernleşmenin klasik tanımı olan, gelişmiş toplumun özelliklerinin azgelişmiş bir toplum tarafından alınması gibi bir tümceyle tarif edilemez.

Modernleşme olgusu, kaba bir deyişle, mevcut olan değişmenin değişmesidir. 19. yüzyıl toplumu yeni bir değişme momentumu kazanmıştır. Modernleşme, Osmanlı ülkesinde sadece değişmekte olan dış dünyanın zorlamasıyla oluşmadı. Doğu (Şark) kendi bilincinde de yaşadığı zaman çizgisinin, değişen çevre dünyanın farkına vardı. Şüphesiz ki herşeyin değiştiğini, atalarının yaşadığı dünya ile kendi dünyasının değişik olduğunu asıl fark eden Batı toplumuydu. Özellikle 18. yüzyıl, Osmanlı dünyasının Avrupa’yı ve Rusya’yı bazen nahif, bazen usta bir biçimde gözlemlediği bir dönem olmuştu.

18. yüzyılın okuryazarları arasında artık bir çeşit aydın zümre ortaya çıkmıştı. Latince öğrenen Osmanlı-Türk aydınları bulunmaktaydı. Dil bilgisi, Avrupa ve eskiçağ tarih bilgisini, o da modern coğrafya bilgisinin gelmesine neden oldu. Osmanlı adamı bir biçimde geride kalan zaman kadar, yaşamakta olduğu dünyanın renklerini de fark eden senkronize görüş sahibi biri haline dönüştü; bir başka deyişle dış dünya ile kendi pozisyonunu mukayese eden, yargılayan yeni bir kültür adamı vücuda geldi. Osmanlı aydın eliti artık dar çerçevede okuryazar durumundan sıyrılıyor ve geleceğin intelligentsia’sını oluşturmaya başlıyordu. Yaşamakta olduğu zaman diliminin ve coğrafyanın farkına varan bu zümre, çevresini değiştirme ve tarihle bilinçli bir diyalog kurma sürecine girmekteydi. 19. yüzyılın Osmanlısı bu değişen yaşam biçiminin, bir başka deyişle döneminin bilinçlice ismini de koydu: Islahat Devri, Tanzimat, Usul-i Cedid…

Tanzimat’ın ilk dönemlerinde kullanılmayan fakat dönemle birlikte anılan bir kavram ise Türkiye’de tarihçi ve siyasal düşünceyi bir yüzyıla yakın bir zamandır meşgul etmektedir: “Batılılaşma” yani Batı gibi olmak, Batı’yı benimsemek. Ortaylı’ya göre bu terim Türkiye’yi yaşamında 18. yüzyıldan beri rahat bırakmayan, görünmeyip hissedilen bir Demokles Kılıcı gibi var olmaktadır. 2. Meşrutiyet’ten itibaren adıyla sanıyla üzerine kafa yorulmaktadır. Yazara göre Batı uygarlığı ve Batı toplumu bir değişimin ortaya çıkardığı bir toplumdur. Burada yazar, değişmeyen bir toplumun olamayacağını vurgulayarak her toplumun değişimin farkına kadar Batı kadar erken varamadığını düşünmektedir. Batılılık, değişimi fark eden ve ona müdahalede bulunmaya kalkan bir farkındalıktır. Gelişme, değişme gibi kavramlar Batı tarafından bulunmuştur.

Ortaylı’ya göre Türkiye’deki, daha doğru bir ifadeyle Osmanlı toplumundaki batılılaşmanın kendine özgü tarafı bu sürecin adı konmadan başlamış olmasıdır. Askeri reformların yalnızca kışlayla sınırlı olmayacağı, daha doğrusu reformun askeri cerrah yetiştirmek amacıyla tıp eğitimi, istihkâm ve yol için mühendislik eğitimi, matematik, coğrafya derken sonunda vergilerin düzenli olarak toplanması için maliyeye sirayet edeceği aşikârdır. Çünkü sürekli merkezi bir ordu tutmak, modern merkeziyetçi bir sisteme dayalı bir mali idareyi zorunlu kılar. Sonuçta bu gelişmenin idarenin her bölümüne ve hukuk alanına sirayet edeceği bir gerçektir. Osmanlı batılılaşmaya faydacı bir yaklaşımla başladı. Fakat sürece girdiği zaman gelişmeler onu bugüne kadar getirdi. Osmanlının batılılığa teorik planda hazır olmayışının en önemli göstergesi tarih, felsefe ve edebiyat alanındaki yavaş değişmedir.

Osmanlı batılılaşması, Batı’yı hayranlıkla değil, zorunluluk sebebiyle seçmiştir. Sonuçta adı konmayan batılılaşma bir dış zorlamadan çok bir iç kararın sonucu olmuştur. Osmanlı aydını Batı’ya ve Batı düşüncesine karşı şüpheci ve temkinlidir. 19. yüzyılın Osmanlı aydını Avrupa’yı dışarıdan görmüş, korkmuş ve o toplumu da aslında gerektiği ölçüde tanımamıştı. Batılılaşma, imparatorluğun reform çağında, gittikçe adı ve kavgası artan bir akım olarak ortaya çıkmıştı.

Türkiye yönetimi ve eğitimi geri dönülemez bir biçimde batılılaşıyordu. Çağdaşlaşma eğitime nüfuz ettikçe medrese çevresi ve ilmiye sınıfı bunun dışında kalmakta ve böylece devlet ve toplum yaşamındaki eski hâkim rolünü kaybetmekteydi. 19. yüzyıl bir kültürel düalizm çağıdır. Bu, hukuk ve idare alanında da bu şekildedir. İşte bu sancılı durumdur ki, önce Jön Türkleri, sonra Cumhuriyetçileri başarılı bir biçimde radikal çözümler arayışında bulunmaya itmiştir. Modernleşme, Batı dediğimiz Avrupa modeline göre gerçekleşmiştir. Bu, seçim özgürlüğü olmayan bir modeldir çünkü Avrupa değişen ve hâkim dünyanın merkezi haline gelen bir coğrafi alandır. Tanzimat devrinin modern Türkiye’nin oluşumunda önemli bir payı bulunmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu, büyük devletlerin hepsine karşı güçlü değildi, fakat denge politikası takip edecek kadar bir siyaset yapma yeteneğine haizdi. Kültürel ve toplumsal modernleşme çabalarında bulunan ilk İslam devleti de Osmanlı İmparatorluğu değildi. Lakin kültürel çağdaşlaşmanın daha başarılı bir biçimde gerçekleşmesinde de bu politik bağımsızlığın payı bulunmaktadır.

Yazar, Osmanlı modernleşmesini otokratik bir modernleşme olarak nitelendirmektedir. Yazara göre 1808 Temmuz’unda on beş bin askeriyle İstanbul’a gelen Rusçuk Âyanı Alemdar Mustafa Paşa okuma yazma bilmemesine rağmen Batı dünyasının gücünü ve temel reformlarının önemini kavramıştı, imparatorluğun 18. yüzyılında ortaya çıkan Rumelili taşra feodallerinin tam bir örneğini oluşturmaktaydı. Osmanlı padişahların otuzuncusu olan 2.Mahmud, yaşamını ve saltanatını borçlu olduğu Alemdar Mustafa Paşa’ya sadaret mührünü verdi. Alemdar Mustafa Paşa, yalnızca padişahın ve merkezi devletin otoritesini temin etmek için Rumeli ve Anadolu’nun güçlü ayanlarıyla bir anlaşma yapmayı ilk çözüm olarak görmekteydi.  Âyanlarla yapılan meşveretten Sened-i İttifak denen ünlü vesika ortaya çıktı ve hepsi tarafından Ekim 1808’de imza edildi. Âyanlar sadrazama ve merkezi otoriteye kendi varlıklarını kabul ettirmiş olup karşılıklı güven duygusu içinde elbirliğiyle işlerin yürütülmesinden bahsetmekteydiler.

Ortaylı’ya göre 3. Selim ve onun yetiştirmesi 2. Mahmud beraber başarılı olsalar bile bilinen son adım adım yaklaşıyordu, hatta daha erken gelebilirdi, ama daha sağlıklı bir biçimde, daha dengeli bir atmosferde gelirdi. İmparatorluk gene parçalanır, gene ulusal bir Cumhuriyet ortaya çıkabilirdi. Ama Cumhuriyetçiler inkılâplara daha üst seviyeden başlama şansına sahip olur, daha yetişkin kadrolar ve daha köklü bir reform geleneğinin üzerine yeni düzeni inşa ederlerdi. Yazara göre 18. yüzyıl sonundaki reform çabalarının değişik ve yeni bir arayışa dayandığı aşikârdır. Gerek 3. Selim gerek 2. Mahmud ve çevresindeki kadrolar el yordamıyla yürümekteydiler. Çünkü bu dönemin devlet adamının hedefi Kanuni devrini geri getirecek reformlar yapmak değildi. 18. yüzyılın bitiminde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reform çabalarının tek bir sebebi vardır: Hıristiyan Avrupa’ya, özellikle Rusya’ya karşı durabilmek için orduyu modernleştirmek.

Yazara göre Mehmet Ali Paşa, 19.yüzyılın başlarındaki dünyanın yenliklerini getirmekten öte, değişim geçirmekte olan bir imparatorluktaki iktidar boşluğundan faydalanmayı denemişti. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı modernleşmesi çok zorlu bir dönemden geçmekteydi. Eski düzeninin ana kurumlarının kaldırılmasına rağmen çağdaş kurumlaşmada geç kalınmasından dolayı ortaya çıkan otorite boşluğu ulusal ve yerel isyanlarla dış müdahalenin başarı şansını artırmaktaydı. Ortaylı’ya göre hem Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeği olan Türkler, hem de Balkanlar’ın öteki uluslarının gelecekteki tarihi bakımından en şanssız olgu, Avrupa’nın müdahalede bulunması olmuştur. Balkanlar’da bugüne kadar devam eden sorunlar bu müdahalenin bir ürünüdür.

Ortaylı, 15. yüzyılın başında bir Balkan İmparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nin modernleşmesini tetikleyen faktörlerin başında ulusalcılık akımlarının ve hareketlerinin geldiğini ve bu hareketlerin aynı zamanda imparatorluğun yıkımını da hazırlamış olduğunu vurgulamaktadır. Ulusalcılık, Balkanlar’da Osmanlı egemenliğinin başlangıcından beri temeli olan ve zamanla serpilip güçlenen bir olgudur. Bu bölümde yazar, Balkan uluslarındaki bağımsız hareketlerine ve bu çerçevede yaşanan bazı olaylara (Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması gibi) yer vermiştir.

Ortaylı’ya göre Balkan halkları arasında ulusçuluk hareketleri ve ulusçuluğun gelişmesi herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde olduğundan daha farklı bir haldedir. 19. asrı içeren Balkan ulusalcılığı nitelik olarak modern dünyanın koloni ülkelerindeki ulusçu hareketlere nazaran farklı bir karakterdedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal-ekonomik düzeni ve hukuki yapısından ötürü Balkanlar’da irsi bir aristokrasi ortaya çıkamamıştır. Balkan Slavlarının ulusçu hareketi ön planda kilisenin, 18.yüzyıldan beri gelişen ticaret burjuvazisinin ve giderek köylülerin katılmasıyla gelişti. Ortodoks kilisesi, Hıristiyanlık ve ulusçuluğun ideolojisini en azından beraber götürmüş ve ulusal kurtuluş hareketlerinde çok baskın bir rol oynamıştır. Balkan Slavlarının bağımsız kilise arzuları da Osmanlı idaresi ve Ortodokslar arasındaki ilişkilerden kaynaklanan bazı sorunlardan dolayı ortaya çıkmaktaydı ve bu problemlerin mevcudiyeti de ulusçu harekete momentum sağladı.

Yazara göre 18. yüzyıl boyunca ulusçuluk Balkanlar’a has bir ideolojiydi. Anadolu ise henüz Türk ulusçuluğu yapmamaktaydı. Yalnızca kültürel bakımdan kuvvetli bir Türkleşme süreci başlamıştı. Bu son gelişmeden dolayı 18. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu artık önceki asırlardakinin tersine kozmopolit hayat ve yönetim yapısını kaybetmeye başlamıştı. Yazar, Babıali’nin reformcu bürokratlarının Tanzimat dönemine ulusalcılıktan memnun olmayan bir tutum içinde girdiklerini ki bunun doğal bir duruma işaret ettiğini vurgulamaktadır. Ama üstlerindeki yükleri ağırlaştıran bir eksiklikleri bulunmaktaydı, Osmanlı uluslarının yeniçağını yeterince ve doğru kavrayamamışlardı.

 Yazar, 3 Kasım 1839 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni bir dönem başlatan Hatt-ı Hümayun’u okuyan bürokrat gruba Bâb-ı Âli diktatörleri dendiği ifade etmiştir. Tanzimat döneminde yalnızca sadrazam değil, sadrazamla beraber çevresindeki bürokrat kadro da yönetime hâkim olmuştur. İmparatorluğun çağdaşlaşma tarihinin bu önemli döneminde Bâb-ı Âli bürokratları yönetime egemendi. Birinci Meşrutiyet’ten sonra Yıldız Sarayı, İkinci Meşrutiyet’ten sonra ise politik bir cemiyet olan İttihat Terakki idareyi ele almışlardır. Her üç dönemde de otoriter özellikli bir idare vardı ve sonunda otoriterlik neredeyse modern bağlamda bir diktatörlük halini almıştır. Her üç dönemin siyasal elitleri nitelik olarak birbirlerine benzememektedirler. Tanzimat döneminin yöneticileri yakın tarihin en becerikli ve yaratıcı kadrolarını oluşturmaktaydı, bürokrasinin içinde yetişip terfi eden devlet memurlarıydı, ikinci dönemde Osmanlı hükümdarları, imparatorluğun tarihinde karşılaşılmayan bir biçimde bütün gücü elinde toplamış ve bunu modern bir bürokratik aygıtı ve en önemlisi bir ideolojiden faydalanarak gerçekleştirmişlerdir. Üçüncü dönemde otorite Babıali bürokratlarının değil, politik bir cemiyetin elindedir.

Yazara göre Babıali’nin hâkimiyeti bürokrasinin çağdaşlaştığı, güçlendiği, bunun sonucu olarak Türkiye’de modern merkeziyetçiliğin kurulduğu dönem olarak adlandırılmaktadır. Osmanlı bürokrasisi geleneksel yapısını, ideolojisini, eğitim ve çalışma biçimini, bir başka deyişle toplumu kontrol etme ve tekniklerini ve türünü değiştirmiş olmaktaydı. Ortaylı, Tanzimat dönemi devlet adamlarının otoriter bir yönetimin temsilcileri olduğunu vurgulayarak bu otoriter yöneticilerin demokrasi gibi bir ideale ve demokratik yönetime uzak davranışlı olduklarının aşikâr olduğunu ifade etmektedir. Fakat onların başlattıkları ve kısmen gerçekleştirdikleri reformlar Osmanlı toplumunda siyasal modernleşmenin altyapısını oluşturdu. Laik bir hukuk ve eğitimin gelişmesinden ötürü ulemanın toplumsal kontrolü azalmaktaydı. Sonuçta laik eğitim düzeninin başladığı modern okullar kurulmaya başlanmış ve basının ortaya çıkışıyla toplumda ideolojiyi üreten yeni merkezler ortaya çıkmıştı.

1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile 1856 Islahat Fermanı’nın asıl mihenk noktaları, Müslim ve gayrimüslim tebaa arasında eşitliği sağlamaya yönelik maddelerdir. Her dinden tebaanın eşitliği ilkesi, yalnızca Avrupa’nın bu konudaki ısrarının değil, fakat en azından o derecede ısrarlı yenilikçi bürokratların takip ettiği politikanın sonucudur. Tanzimatçı grup, eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesini imparatorluğun selameti bakımından elzem görmüştür. Ortaylı, bu dönemle ilgili olarak geleneksel despotizmi gösteren zıt örneklerin de bulunduğunu ve yaşamakta olduğunu ifade etmektedir. İstanbul’da sadrazam paşa, vilayetlerde yöneticiler çarşı pazarı denetlemekte, uygunsuz esnafı falakaya yatırmakta sorgusuz sualsiz hapsetmektedirler. Geçiş döneminin bu garabeti Türkiye bürokrasisinin yenilikçiliğe ve hukuk üstünlüğüne yatkın olan zihniyetiyle, uygulamadaki despot davranışından meydana gelen çelişik bir tutum olup yaşamaya devam etmektedir.

Tanzimat Fermanı’nın kaleme alınmasında dış etki kuşkusuz muhakkaktır. En başta Avrupa dünyasının büyüyen gücüne karşılık imparatorluğu ayakta tutmak endişesinin mevcudiyeti ve nihayet fermanda ifade edilen hakların ve getirilmek istenen düzenin misalinin Avrupa dünyası olduğu su götürmez gerçeklerdir. Ortaylı, “Tanzimat” sözcüğünün “reorganizasyonu” karşılamak için kullanıldığını ifade ederek burada “Tanzimat” sözüyle hukuki yapının ıslahı, kanun ve düzen getirilmesi kastedildiğini belirtmektedir. Tanzimat adamları genelde muhafazakâr görüşlere sahip bulunmaktaydılar. Onların giriştikleri reformlar yeterli ve tam başarıya ulaşamadı, devrim denebilecek değişiklikler mevzu bahis değildi, fakat Osmanlı ülkesini medeni bir düzene götürme çabasıyla bir süre daha yaşattılar.

Ortaylı’ya göre 18. yüzyıldan itibaren devletler kaçınılmaz olarak merkeziyetçi bir dönüşüm geçirmektedirler. Modern çağda merkeziyetçilik, devletlerin büyük ölçüde mali, idari, hukuki alanda standart ve bütünleştirici bir kontrol kurmalarıyla meydana gelen bir özelliktir. Merkeziyetçilik, bir anlamda bürokrasinin gücü anlamına gelmektedir. 19.yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu geleneksel devlet tipinden modern merkeziyetçi devlet türüne geçiş sürecindeydi. Merkeziyetçi reformları yürüten kişiler, imparatorluk tarihinin aydın mutlakıyetçileriydi. 2. Mahmud döneminde temelleri atılan çağdaş idari sistemin kuruluşu Tanzimat döneminde de sürmüştür. Ama bu dönemde devletin bir hukuk devleti niteliğine sahip olmaya başladığı görülmektedir.

Yönetim sistemi yeniden örgütlenirken Fransız yönetim sistemi Osmanlı geleneğine daha yakın görülmüştür. Bunun sebebi ise idare aslında muhafazakâr bir yapıttır. Kralcı Fransa’nın kurumları merkeziyetçi niteliğiyle 19. asır Fransası’na intikal etmiştir. Evrimci bir dönüşüm geçiren Osmanlı bürokrasisinin de merkeziyetçi geleneği ve buna uygun bir modeli takip etmesi doğaldı. Yazara göre reformcu bürokratların dışişleri hizmetinde bulunmuş olmaları, reform programını büyük devletlerin kabul ettirdiği anlamına gelmemektedir. Reformları dış dünyayı takip eden ve Avrupa’ya karşı hangi tür önlemlerle ayakta kalınması gerektiğini düşünen memurlar yürütmüştür.

Tanzimat reformcularının örnek olarak Fransa’yı tercih etmesi, ne onların ihtilal Fransası’na ne de monarşiye olan düşünsel bağlılık ve özenmeyle ilgili bir adaptasyondur. Fransa’nın merkeziyetçiliği, Osmanlı reformlarına uygun bulunmuştur. Fransa’daki Corps legislatif, Rusya’daki senatonun benzeri danışma organıydı. Bizde bulunan Meclis-i Vâlâ-yi Ahkâm -ı Adliye de bu iki organın benzeridir. Nihayet Napolyon’un kurduğu Conseil d’etat da Şura-yı Devlet için örnek oldu. Tanzimat idaresinin kurduğu Meclis-i Maarif gibi danışma organları aynı zamanda icra organları halini de aldılar ve bir süre sonra bu alanda vazife yapan nezaretlerin çekirdeğini oluşturdular.

Şüphesiz Tanzimat döneminin devlet adamları siyasal katılma, mahalli demokrasi gibi bir siyasal programı kabul etmiş kimseler değillerdi. Hatta böyle bir politik gelişme onları korkuturdu. Onların istedikleri kanuni ve adli bir idarenin tesis edilmesiydi. Önlerindeki Avrupai örnek, Metternich Avusturya’sıydı. Osmanlı İmparatorluğu modern bir merkeziyetçi yapıya sahip olmasıyla beraber mahalli idarelerin ortaya çıkışı da kaçınılmaz bir durumdu. 19. yüzyıl tarihimizin en kayda değer gelişmelerinden birini bu oluşturmaktadır.

Yazar, Osmanlı Devleti’nin toplumsal, idari ve politik düzeninin laik olup olmadığının çokça tartışılan bir konu olduğunu belirtmektedir. Ortaylı’ya göre bu tartışmada göz önünde bulundurulmayan önemli bir noktanın 18.-19. yüzyıllar boyu imparatorluğun hukuk, yönetim ve toplum düzenindeki değişmelerin ortaya çıkarttığı düalist yapıya sahip olmasıdır. Laique-laicus-ladini, kavramının ruhban sınıfına ve ruhaniyete ait olmayan zihin ve hayat tarzını ifade etmekte kullanılan bir deyim olarak tanımlamaktadır. Ona göre genel inanışın aksine dünyada laik tutumlu din bulunmamaktadır.

Yazarın ifadesine göre devletin ve toplum düzeninin laikleşmesi, Avrupa tarihini dolduran mezhep kavgaları, din savaşları gibi kanlı olaylardan sonra gerçekleşen bir durum olmuştur. Laik toplum düzeni Avrupa kıtasına çok geç ve zor yerleşebilmiştir. Ortaylı, bazılarının laiklikten her din ve inanca mensup grupların tolere edildiği, bazılarının da toplum hayatının organize edilmesinde din dışı kaynakları temel alan hukuk normlarının mümtaz olduğu bir hukuk düzenini kastettiklerini belirtmektedir. Oysa bu iki şart laik bir toplumda var olması gereken ama yeterli nitelikler değildir. Laik toplum, standart ve monist bir yönetim düzeninin ve çeşitli din ve cinsiyette insanların eşit koşullarla bağlı olduğu bir hukuk mevzuatının var olduğu toplum düzeni demektir.

Yazarın burada vurguladığı bir husus, 18-19. yüzyıllarda imparatorluğun yaşadığı felaketlerin tesellisi İslam dinini bir ideoloji haline getirmekte aranmaktaydı. Diğer bir kayda değer konu ise Osmanlı padişahlarının ruhani olmasa bile dini bir unvan olan hilafet unvanına da sahip olduklarıdır. Esasen hâkimiyetin temelini ilahi bir kaynağa dayandırmak da Osmanlı devlet ve toplum hayatındaki ideolojinin laik olmadığının bir göstergesidir.

Yazara göre her cemaat kendi kuralları ve dünyası çerçevesinde yaşamını sürdürdü. Hukuki mevzuattaki bu çeşitlilik ve dinsel farklılaşma, 19. asırda belirli bir merkezileşme, çağdaşlaşma ve kanuni idare sistemini kabul eden Osmanlı İmparatorluğu’nda kaçınılmaz olarak laikleşme sürecini başlatacaktı. 19. yüzyılın şartları çerçevesinde merkeziyetçi bir yönetime geçen Osmanlı bürokrasisi, böyle bir yönetim gereği olan standart ve derlenmiş bir hukuki mevzuata sahip olmak durumundaydı. Ortaylı’ya göre klasik dönemde her sınıf halk ve her dini grup için, tamamıyla dini eğitimin egemen olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın başından itibaren orduda ve nihayet mülki idaredeki çağdaşlaşma dolayısıyla laik niteliğe yakın, çağdaş eğitim veren okullar kurulmuş ve bunlar dini eğitim kurumlarının yanında ve onların aleyhine serpilip gelişme göstermişlerdir.

Yazarın burada altını çizdiği diğer bir husus ise Osmanlı İmparatorluğu’nun, tebaaya adaletin iki çeşit mahkemede (şer’i ve nizam) iki ayrı sistemdeki kanunlarla dağıtılmakta olduğu, eğitimin iki türlü okulda yapıldığı, bürokraside iki sınıf memurun beraber çalıştığı (daha doğrusu birbiriyle çekiştiği) iki tür dünya görüşünün birbiriyle mücadele ettiği bir toplum sistemi durumunda yaşamını sona erdirmesidir.

19.yüzyılın ortalarında Osmanlı endüstrisi, gelişen ve ucuz üretim yapan Avrupa endüstrisi ile rekabet edecek konumda değildi. Böyle bir rekabetten galip çıkmak için Japonya gibi çok uzakta bir ada olmak şarttı fakat Osmanlı ülkesi Batı Avrupa ile asırlardır kaçak veyahut kanuni ticari ilişkiler içinde bulunmaktaydı. Osmanlı idarecilerinin sanayi teşvik tedbirleri gibi, yerli endüstriyi devlet desteği yoluyla kurma girişimleri de umulan sonuçları vermemiştir. Bu başarısızlıkta buhar döneminde olan Avrupa sanayisinin ve ticaret ürünleriyle rekabette bulunamamak kadar, 19. yüzyılın Japonya, Rusya ve Prusya’sında yapıldığı gibi, geniş köylü kitlelerinin sömürüsünü endüstri yatırımlarına yönlendirerek uyarılmış bir gelişme yaratamamanın da etkisi bulunmaktadır. İmparatorluğun coğrafi ve siyasal durumu, dış dünyadan kendini izole etmesini ve uyarılmış bir gelişmeyi imkânsız kılmıştır. Ekonomik yapıya bakıldığı zaman Osmanlı ülkesi çeşitli iktisadi kompartıman ya da çevreden meydana gelmekteydi.

Tanzimat döneminin genel ideolojik atmosferi ve devlet idarecilerinin hedefledikleri değişiklikler ön planda mevcut olan toprak rejimine ve tarımsal yapıya yönelikti. Öşür vergisinin kaldırılması esaslı bir reforma konu olamadı. Özellikle yeni toprak düzeninde öşür oranının her yerde 1/10 olarak belirlenmesi zengin tarım bölgelerinde toprağı kullananlarının gelirinin yükselmesine, bazı yerlerde ise eski haksızların sürmesine sebep oldu. Maliye için öneme haiz olan bu vergi bir türlü kaldırılamadığından öşür mültezimlerinin baskısı ve yolsuzluğu Cumhuriyet dönemine değin sürdü.

Osmanlı ülkesindeki uluslararası haciz memuru olarak nitelendirilebilecek Düyun-u Umumiye etkin bir mali örgütlenmeye sahipti. Bu kuruluşun çağdaş bir bürokratik örgüt ve kayıt sistemiyle çalıştığı ve mali teknikleri uyguladığı bilinmektedir. Trajik olan durum ise Osmanlı maliye organizasyonunun çağdaş mali tekniklerle bu alacaklı kuruluş sayesinde karşılaşmış olmasıdır. Fakat bu yabancı bir mali kuruluşun, Osmanlı ülkesinin ekonomik güç ve refahının gelişmesi için değil, temsilcisi olduğu alacaklıların ve yabancı yatırımcıların güvenliği için faaliyette bulunması normaldi.

Burada altını çizilen en önemli husus, Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. asırdaki ekonomik ilişkiler sistemini “ yarı sömürge” olarak tanımlamanın genel bir kanı olmasıdır. Bu yarı sömürgelik durumu 19. asrın ulusal çıkar çatışması içindeki sistemlerden birine bağlanarak şekillenmemişti. Denge oyunlarını beceriyle icra etmekte olan Osmanlı diplomasisi gibi, Osmanlı ekonomik münasebetleri de büyük devletlerarasındaki çıkar mücadelelerinden ustalıkla faydalanmaktaydı. 19. asrın ihtiyaç duyduğu politik ve yönetim yapısını oluşturmak için gayret gösteren reformcular, çağlarına uyum sağlamayan bir ekonomik altyapıyı miras olarak almışlardı. Bir başka ifadeyle, dünya görüşleri, uygarlık anlayışları ve devlet gelenekleri arasındaki çelişkili yol, ekonomik engelleri aşamamaktaydı. Geciken Osmanlı çağdaşlaşmasının temel açmazını bu oluşturmaktaydı.

Ortaylı, Tanzimatçıların 19. yüzyıl ortalarında reformlarını geleneksel bir devletin kadrolarıyla değişik dil ve dinden grupların mücadele ettiği bir ortamda gerçekleştirmek zorunda olduklarını vurgulamaktadır. Bu kişilerin muhalifleri fazlaydı, fakat hiç kimsenin burnunu kanatmadan, özgürlüğünü sınırlamadan eski bir imparatorluğu modernleşme yoluna çıkardılar. Tanzimat yöneticileri karakterlerinde muhafazakârlık ve yararcı reformculuğu birleştirmiş, dünya görüşleri, davranış biçimleri ve politikalarıyla 19. asır Osmanlı toplumundaki yeni insanın biricik temsilcileri ya da öncüleri olmuşlardır. Fakat bu yeni Osmanlı tipinin büyük ölçüde eski toplumun efendisinin yaşam biçimini, dünya görüşünü bilinçli bir şekilde sürdürdüğü aşikârdır. Yazar, burada Mustafa Reşid Paşa, A. Cevdet Paşa, Ali ve Fuat Paşaları Tanzimat dörtlüsü olarak nitelendirerek bunların yapmaya çalıştığı reformlara yer vermiştir. Tanzimat devri aydını, Avrupa siyasetini ve idarenin çağdaşlaşmasını Metternich düşüncesiyle özümseyen bir gruptu. Metternich’in “imparatorluğun dış politikadaki gücü, içteki düzeninin sağlamlığına bağlıdır” sözü onların temel şiarıydı. Tanzimatçı devlet adamı imparatorluğun gerçekleriyle, dış devlet adamlarının yorumlarını ve kendi düşüncelerini tartarak harekette bulunmaktaydı.

Ortaylı’ya göre Ali Paşa’nın sadrazamlığı döneminde idari ve hukuki alanda Tanzimat döneminin en kalıcı düzenlemeleri yapıldı. Bu reformlar yapılırken Avrupalıların oyununa gelinmediği, aksine, ülkenin askeri ve mali zaafına rağmen, Avrupa müdahalesini en aza düşürecek bir yöntem takip edildiği görülmektedir. Tanzimat bürokrasisinin yabancı dile vakıf, dış dünyayı takip edebilen yetenekli üyelerinin yanı sıra yeni devrin kültürel çevresine, çalışma metotlarına uyum gösteremeyenlerin de var olmasıdır. Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi isimli romanı, 19. asrın çağdaşlaşma bürokrasisinde gerçekten yetenekli, okuyan ve yabancı dil öğrenen Rakım Efendi ile tembel, gösterişçi ve yeni yaşamı yüzeyden taklit eden Felatun bey tipi memurların canlı misali, o devrin hariciye teşrifatçılarından (“Mahşer Midillisi” unvanlı) Kamil Bey’di. Bu zat Fransızcasının komikliği ile nam salmış olanlardandı.

Yazar, Tanzimat’ın başında beri bürokrasi üyelerinden, paşazadelerden Kamil bey gibileri, yeniliğe karşı olanlar tarafından devamlı alaya alındığını ve halen alaya alınmakta olduğunu ifade etmektedir. Bu nedenle siyasi edebiyatımıza yerleşmiş bir kavram olan “Tanzimat tipi”, Tanzimatçıların yalnızca bir grubunu, daha doğru bir ifadeyle ikinci sınıfını oluşturanlar için kullanılabilmektedir. Gerçekte Tanzimat tipi, bizim toplumumuzda kendi kendini yetiştiren, eleştiren ve yeni ufuklar arama girişimde bulunan insanın ilk misalidir. Tanzimat insanının ortaya çıkışında geleneğin rolü bulunmaktadır, fakat geleneği değiştirme geleneği de Tanzimatçılarla ortaya çıkmıştır sonucuna varılabilir. Boğaz’daki mehtap gezintileri, sayfiye köşklerde kadınlı erkekli söz meclisleri, muhafazakâr çevrelerin ve A. Cevdet Paşa gibilerin dedikodu ve eleştirilerine sebep oluyorsa da yeni yaşam aynen devam ediyordu. Alafrangalık, laik eğitimin ve laik bürokrasinin giderek özümsediği bir yaşam tarzıydı.

Yazarın burada işaret ettiği başka bir konu ise toplumsal ve kültürel değişim belirgin bir yabancı düşmanı tepki yarattığı gerçeğidir. Fakat 19. asrın ortalarında Osmanlı aydınları, Batı yaşam biçimine ve Batı kültürüne belirgin bir rahatlıkla yaklaşmaktaydılar. Bu bakış açısında o kültürün temeline inmeden, onu faydacı bir bakışla uygulamaya konmasının yanı sıra ülkenin bağımsızlığının da önemli bir rolü bulunmaktadır. 19.yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu reform hareketine misyoner bir anlayışıyla girişmiş değildi. Tanzimat hareketinin devrim olarak başlamadığının bir işareti de budur. Tanzimat’ın özelliği, Türkiye tarihinde devrim değil, devrimi hazırlayan sonuçları ortaya çıkaran bir hareket olmasıdır.

Yazara göre 1860’ların muhalifleri henüz laik ulusalcı ideolojiye ya da açık radikal görüşlere sahip bulunmamaktaydılar. Kendilerini Yeni Osmanlılar olarak isimlendiriyorlardı, fakat Avrupa, yaşlı imparatorluğa yeni bir ruh ve yaşam kazandırmak isteyen bu grupları “Jeune Turc” olarak niteledi. Jön Türklük kendine özgü bir politik kimlikti. Köhneyen monarşilere karşı ayaklanmada bulunan, direnen bütün ülkelerin muhalifleri bu adla anıldı (Portekizli Jön Türkler gibi…).

Yazarın sonuç bölümünde vurguladığı bir husus, modern asrın toplumları artık tarihi yaşamayıp, yapmakta olmasıydı. Tanzimat aydını da tutucu yöneticisinden muhalif yazarına değin modern dünyada var olmak için değişmek ve olaylara yön vermenin gerekli olduğunu idrak etmişti. Meşrutiyete geçiş bir büyük ihtilalle değil, gene yönetici grubun içindeki bir başka grubun başkaldırmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu olay yalnızca iki grup bürokratın birbiriyle basit bir mücadelesinin ya da sarayı hedefleyen bir iktidar hırsının sonucu olarak görülemez. Yaşanan asrın ve ülkenin gerçeklerinden uzak aydın bürokrat fantezisinin eseri olarak da kabul edilemez. Çok genç yaşlardan itibaren Babıali bürokrasisinin içinde yetişen memurların Meşrutiyet gibi bir idealin etrafında bir araya gelerek muhalefette bulunmalarının sebeplerini, imparatorluğun o günkü coğrafyasının ve politik havasının renkliliğinde aramak, 18. yüzyıldan beri Balkanlar’da meydana gelen gelişmelerin payının da olduğunun unutulmaması gerekir.

Ortaylı’ya göre, Yeni Osmanlılar aydın olup muhalefetleri baştaki yöneticiden ziyade, mevcut politik rejime ve ülkenin yaşamakta olduğu hayata karşıydı. Yeni Osmanlılar toplumsal bir farkındalık sahibi olan, tarihe ve geleceğe özgürce bakmaya başlayan Osmanlı entellektüelleriydi. Yeni Osmanlıların düşünceleri, anayasacı liberalizmden modernist İslamcılığa, hatta olgunlaşmış bir Türkçülüğe ve sosyalizme kadar farklı görüşleri kapsayan rengârenk bir yelpaze oluşturmaktadır. Yeni Osmanlılar hareketinin tarihsel önemi, sonraki siyasal fikir ve örgütlenmelerin onların mirası üzerinde gelişip yaşamlarını sürdürmeleridir.

Yazarın vardığı sonuca göre Tanzimat dönemi 11. asırdan beri Batı ile ilişkide bulunan, mücadele eden bir toplumun ekonomik, sınai Batı medeniyetine bir direniş göstermesidir. Misal bulunmamaktaydı, bu alanda da ecdadımız liderlik yapmak ve yenidünyanın koşullarına uyum göstermek mecburiyetindeydi. Eleştirilen bu batılılaşmadan kendisini kurtarabilen bir Doğu toplumu da bulunmamaktadır. Fakat Tanzimat ve imparatorluk içerisinde yürütülmeye çalışılan bir hareketti; gelişmeler, arzu edilsin veya edilmesin bu gelenekten gelen idareciler tarafından göğüslenmiştir. Uzun ve sancılı bir asır hala devam etmektedir. Hüküm vermek tarihçi için kolay bir şey değildir. Bunun sebebi Tanzimat devri tarihi her şeye rağmen önemli bir dünya parçasının bir geniş coğrafya üzerindeki kavimlerin tarihini ifade etmektedir; kapanmış bir bilinç olarak nitelendirilemez, dramatik gelişmelerle yaşamaya devam eden bir tarihi oluşturmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyıla kadar kendisinin gerilemekte olduğunu kabul etmemekteydi. Fakat bu yüzyılda yaşanmaya başlanan toprak kayıpları, Osmanlı İmparatorluğu’nu askeri alanda reformlar yapmak zorunda bıraktı. 19. yüzyıldaysa bu reformları sağlam bir sisteme oturtmaya yönelik olarak idare, hukuk, eğitim ve maliye alanlarında reformlara girişilmek zorunda kalındı. Tanzimat Dönemi’nin genç Türkiye Cumhuriyeti’ne bazı faydalarının olduğunun da inkâr edilmemesi gerekir. Tanzimat yeni kurulan Cumhuriyete parlamento, siyasal parti kadroları, basın gibi kurumları miras bıraktı. Cumhuriyetin doktorları, fen adamları, hukukçu, tarihçi ve filologları son devrin Osmanlı aydın kadrolarından oluşmaktaydı. Cumhuriyet ilk başta eğitim sistemini, üniversiteyi, yönetim örgütünü ve mali sistemini imparatorluktan devraldı.

Cumhuriyetin yapmış olduğu devrimleri tetikleyen unsurlardan birisi de yeterli derecede radikal olamayan Osmanlı modernleşmesidir. Osmanlı Devleti, Batı’da sanayileşmeyle beraber ortaya çıkan kurumları kendine ithal etmek mecburiyetinde kaldı. Çünkü o dönemde gerçek anlamda ileri olan toplum Batı dünyasıydı. Bu dönemde yapılan reformlar, eski sistemin var olduğu bir ortamda yapıldığı için ikili bir yapı ortaya çıktı ve imparatorluk yıkılana kadar bu durumun yarattığı sancılar devam etti.

Şunu da unutmamak gerekir ki Osmanlı kendisini Batılılaşma rüzgârının dışında tutamazdı. 11. asırdan beri Batı’yla sürekli olarak mücadele eden bir toplumun Batı medeniyeti karşısındaki direnişinin sembolü olmuştur Tanzimat dönemi. 1839’da başlayan Tanzimat Dönemi, Avrupalıların “Hasta Adam” olarak niteledikleri Osmanlı İmparatorluğu’nu komada belirli bir süre daha yaşatarak önlenemez sonu sadece ertelemiş oldu.

Bu kitap, otokratik bir modernleşme olarak tanımlanan Osmanlı modernleşme çabalarının aşamalarını ve bu süreçte yaşamış olduğu sorunları anlaşılır bir şekilde anlatan ve kapsamlı bir biçimde analiz eden kitaplardan birisidir. Osmanlı modernleşme tarihinin iyi kavranması, günümüzün Türkiye’sinin politik ve sosyal kurumlardaki güçlü ve zayıf yönlerin idrak edilmesi bakımından önemlidir.

Sina KISACIK

2 Comments »

  1. Furkan 23 Nisan 2015 at 10:47 - Reply

    elinize sağlık harika bir özet olmuş

  2. Fatma 23 Kasım 2017 at 21:25 - Reply

    Ellerinize saglik. Sinavlarda bircok kitaptan sorumluyuz okumaya vakit yetmiyor artik, gercekten cok isime yaradı.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.