Dünya kurulduğundan bugüne kadar askeri alanda çok önemli teknolojik gelişmeler yaşandı. İnsanoğlu yüzyıllar boyunca mızrak, kılıç ve oklarla savaştı. İnsanlık geliştikçe insanları daha kolay öldürebilen silahlar yapıldı. Barut, silah teknolojisinde dönüm noktası oldu. Artık büyük ordulara sahip olmak değil, baruta sahip olmak önem kazandı. Silah teknolojisi geliştikçe savaşlar kısalmaya başladı. Ancak ölen insan sayılarında artış meydana geldi. Dakikada yüzlerce mermi atan silahlar, tanklar, savaş uçakları ve kıtalararası füzeler icat edildi. Bütün bu gelişmeler yaşanırken, yeni savaş taktikleri önem kazandı. Ancak kara harekâtı hiç önem kaybetmedi. Ülkeler, bir bölgeyi ele geçirmek veya o bölgede bulunan düşmanı temizlemek için önce savaş uçaklarıyla operasyon yapsalar bile, bölgeyi “düşman”dan tamamıyla temizlemek için kara operasyonları şarttı. Bunun için ordular, yeni gelişmelere ayak uydururken kara ordularının da kapasitelerini arttırma yoluna gittiler. Bu çalışmada Türk Ordusu’nu diğer ordulardan ayıran en büyük özellik iki kısa anı ile incelenecektir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale Cephesi’nde kaleme aldığı notlar aslında herşeyi özetlemektedir. Mustafa Kemal, Türk askerinin gerçek gücünü şu şekilde anlatmaktaydı: Bombasırtı Olayı (14 Mayıs 1915) çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan bir hadisedir… Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok… Okuma bilenler Kur’anı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse Kelime-i Şehâdet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.
Bu olayın yaşanmasından sonra Türk Ordusu, işgalcilere karşı Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Savaştan zaferle çıkan ordu, Mustafa Kemal’in önderliğinde yeni bir Cumhuriyet kurmuştu. Savaşın zaruri olmadığı sürece bir cinayet olduğunu savunan Mustafa Kemal, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi ile ülkesinin barışa hizmet edeceğini belirtiyordu.
Ancak zamanla yaşanan gelişmeler dünyayı iki kampa bölmüş ve Soğuk Savaş dönemindeki Sovyet tehdidi Türkiye’yi Batı ile yakınlaşmaya zorlamıştır. 1950 yılında iktidar olan Demokrat Parti, bu çerçevede NATO’ya girmek için çalışmalarda bulunmuştur. Bu süreç içinde patlak veren Kore Savaşı (1950- 1953) nedeniyle Türkiye, Batı’nın yanında olmak ve komünizmle mücadele etmek için Kore’ye bütün personel dâhil 5090 kişilik bir tugay gönderme kararı almıştır. Kore Savaşı, ABD, Çin ve Sovyetlerin katılımıyla uluslararası bir boyut kazanmıştı.
Çin hakkında akademik düzeyde araştırmalar yapan Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi Ümit Alperen, Çin’e yaptığı gezilerin birinde Kore Savaşı’ndan katılmış bir Çinli ile tanışmıştı. Anılarını anlatan eski asker, Türk askerinden övgüyle bahsetmekteydi. Ümit, eski askerden dinlediği anıyı şu şekilde anlatmaktaydı:“Savaşta biz ne zaman bir grup Amerikalı askeri sıkıştırsak hemen silahlarını bırakarak teslim oluyorlardı. Ancak Türk askeri son kurşununa kadar savaşıyor, kurşunu bittiğinde ise süngüsünü takarak hücuma kalkıyordu. Bizde ya askeri öldürmek ya da yaralamak zorunda kalıyorduk. Bu durum hepimizi şaşırtıyordu…”. İşte bu anlatılan kısa anı Türklerin asker bir millet olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Türk askerinin bu özelliğini ortaya çıkaran diğer bir anı ise Körfez Savaşı’na katılmış olan emekli bir Türk komutanına aittir. (Komutanın isteği üzerine ismi ve rütbesini açıklamıyorum) Emekli Komutan, 1990- 1991 yılları arasında gerçekleşen Körfez Savaşı sırasında aldığı emir üzerine apar topar Şırnak bölgesindeki birliğe katılır. O dönem için Türkiye’nin savaşa katılıp katılmayacağı muammadır. Çünkü dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal Irak’a asker gönderilmesi taraftarıyken Dışişleri Bakanı Ali Bozer, Milli Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay buna karşı olduklarını dile getirerek bulundukları görevlerden istifa eder. Muhalefet ise Özal’ın isteğine karşıdır.
Eski asker, o dönem yaşadığı bir olayı şöyle anlatır: “Ocak, Şubat, Mart ayları boyunca Şırnak’ta kaldım. Daha her yerde kar vardı. Mart’a doğru yaklaştıkça yağmur yağmaya başladı. Donmuş olan toprak çözülmüş her yer çamur olmuştu. Türkiye savaşa girme kararı alırsa yapılacak operasyon için iki tugay askeri birlik Şırnak’tan yani Türkiye, Suriye ve Irak’ın sınırlarının birleştiği noktadan Irak’a girecek… Her yer çamur olduğundan dolayı kimse bu bölgeden Irak’a girmek istemiyordu. Amerikan askerleri için çok zor bir durumdu. Ama biz bu süreçte yağmur çamur dinlemeden eğitimlere devam ediyor ve gelecek emri bekliyorduk. Eğer ki “Girin” emri gelseydi Amerikalıların yürüyemediği bölgelerde biz operasyonu başlatacaktık.”
Kısacası bir savaştayken elinizdeki silah size çok büyük üstünlük kazandırabilir. Ancak gönülden savaşacak ordunuz yoksa o zaman en zayıf orduya sahipsinizdir. Kurtuluş Savaşı’nda da yokluk içinde savaşan bir milletin yıllar sonra dahi bu özelliğini koruması dünyada Türk Ordusu’na hep artı bir özellik katmıştır. Ancak ülkesi ve barış için savaşan bir ordunun, başka ülkelerin çıkarları için kullanılması bu yapıya zarar vermektedir.
Sonuç olarak Türk Ordusu, Mustafa Kemal Atatürk’ün şu övgü dolu sözlerini hak etmektedir: “Türk Ordusu! Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Kanaatinle, imanınla, itaatinle hiçbir korkunun yıldırmadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı sonunda alt eden büyük gayretin için gönül borcumu ve teşekkürümü söylemeyi kendime aziz bir borç bilirim.”
Emrah KAYA
Süleyman Demirel Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans