Türkiye’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi dünya çapında ilgiye neden oldu. Bu olayın ülkenin iç siyasi ortamında yaşanan süreçlerin içeriği ve niteliğinin belirlenmesi açısından önemi yadsınamaz. Bölgesel jeopolitik süreçlerde Ankara’nın oynayabileceği rol de belirlenmelidir. Küresel düzeyde gözlenen çelişkilerin çözümüne Türkiye’nin hangi katkıları vereceği de sıradan bir mesele değildir. Uzmanlar Recep Tayyip Erdoğan`ın halk oylaması yoluyla Devlet Başkanı seçilmesini bu yönleriyle tahlil ediyorlar. İlginç tezler ileri sürülüyor ve farklı tahminler yapılıyor. Bütünüyle jeosiyaset için güncel olan hususlara değiniliyor.
Halkın Tercihi: Türkiye’nin Zor Sınavı
Türkiye’de Cumhurbaşkanı`nın halk oylaması yoluyla seçilmesi ülke tarihinde yeni bir aşamanın başlaması olarak tanımlanmıştır. Bazı uzmanlar hatta “Yeni Türkiye” ifadesini dahi kullanırlar (bkz., örn.: İbrahim Karagül. Hayırlı olsun Türkiye! / “Yeni Şafak”, 11 Ağustos 2014). Çoğunluk, yeni siyasi havanın formalaşacağına ve daha demokratik bir yönetim sisteminin egemen olacağına inanıyor. Türkiye’nin gerçek siyasi manzarası ise biraz farklı tasavvurlar oluşturur.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan`ın seçimdeki yüzde 51,8 oranında oyla zaferi, ülkedeki siyasi güçlerin oranını ifade ediyor. Uzmanlar, burada siyasi kutuplaşmanın belirtilerini görüyorlar. Aslında, seçmenlerin yarısı AKP`nin yürüttüğü siyasete muhaliftir. İlginçtir ki, analistlerin görüşlerine göre, muhalefetin kendisi de bir bakımdan dışlanmıştır. Somut olarak, Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) dindar kesimi R. T. Erdoğan`ı kendi adaylarına tercih etti. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) entelektüel ve yüksek dünyevi kısmı ise, muhalefetin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu`nu tam anlamıyla kabul etmedi. Bu seçmenler, genellikle, oylamaya gitmediler. Tahmini hesaplamalara göre, bu tür davranan seçmen sayısı 2 milyon kişi olmuştur (bkz.: Savaş Genç. Sistem yarı başkanlık olur mu? / “Zaman”, 11 Ağustos 2014).
Siyasi bağlamda ilgi çeken iki hususu da vurgulamaya ihtiyaç vardır. Birincisi, Türkiye’de uygulanan yeni modelin Fransa modeli ile tam aynı olduğu kaydedildi. Orada uygulanan bu yönetim yöntemi ona göre başarılı ki, onun gelenekleri mevcuttur. Örneğin, Fransa Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Parlamento yönetimde denge yaratabilen yapısal olarak yeniden şekillendirilir. Bir anlamda bu, Devlet Başkanı`na alternatif niteliğindedir. Türkiye’de ise milletvekili adayları genellikle parti yönetiminin onayı ile belirlenir. Dolayısıyla Fransa’da olumlu sonuç veren sistemin, Türkiye’de “yarı başkanlık” formülü üzere akıbeti konusunda uzmanlar net görüş belirtmekte zorlanıyorlar.
Diğer husus Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde Halkların Demokratik Partisi`nin (HDP) eşbaşkanı Selahattin Demirtaş`a daha çok oy verilmesi ile ilgilidir. Bu politikacı Kürt milliyetçiliğini temsil etmektedir. Hakkari ve Diyarbakır illerinin her birinde kendisine verilen oyun sayısı % 60`tan fazladır. Genel ülke çapında bu, çok düşündürücü bir olgudur. Öyle anlaşılıyor ki; ülkede Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde insanlar artık “kendi adaylarını” ülkenin en yüksek kürsüsünde görmek isterler. Bu, Türkiye’de özel anlama sahip bir kutuplaşmayı ifade etmiyor mu? Söz konusu eğilim Ortadoğu ülkelerinde görüldüğü gibi, bir süre sonra Türkiye’de de etnik ve mezhepsel mensubiyet üzerine siyasi kimlik mücadelesini öne çıkarmayacak mı? Uzman kamuoyu bu sorulara cevap verebilir mi?
Yukarıda söylenenleri genelleştirerek, Türkiye’nin siyasi manzarasını birkaç açıdan karmaşık hale getiren etkenleri de kaydedebiliriz. Onlar aynı olmayıp, çeşitli katmanları kapsamaktadır. Burada yönetim, siyasi-ideolojik tutum, dini tutum ve etnik aidiyet gibi faktörler rol oynamaktadır. Anlaşılan, ilk kez halkın seçtiği Cumhurbaşkanı iç siyasi ortamdaki çelişkileri çözmeye çalışacaktır. Onun devlet yönetiminde başarısı, bu alanda elde edeceği başarılara yoğun şekilde bağlı olabilir. Çünkü, demokratik toplumların oluşmasında bu husus geleneksel olarak ciddi bir rol oynar. Şeffaf toplumlarda yönetimin verimliliği doğrudan bu etkenle ilişkilidir.
“Güçlü Adam”ın Türkiye Örneği: Erdoğan’ın Sorumluluğu
Daha geniş düzlemde bakıldığında, Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçiminin sivil ve demokratik siyasi mücadelenin kurallarına uygun yapılması olumlu değerlendirilebilir. Recep Tayyip Erdoğan`ın zaferi, ülkenin gelişme modeline toplum tarafından destek verilmesinin habercisidir. Hissedilir ki, AKP`nin yürüttüğü iç ve dış politikanın tutarlılığı seçmenlerin sabit bölümü tarafından aktif şekilde destekleniyor (bkz.: Hilal Kaplan. En güzel kaybeden / “Yeni Şafak”, 11 Ağustos 2014). Uzmanlar bu hususu yıllardır AKP`ye alternatif olarak yetiştirilen ve ülkeyi ihtilaflara sürüklemek niyeti güden çevrelerin mağlubiyeti gibi değerlendiriyorlar.
Yukarıda vurgulananlara diğer açılardan bakıldığında, Ankara’nın dış politika kursuna sadık kalacağı belirtiliyor. Bunun önemini anlamak gerekir. Mesele şu ki, Türkiye aslında büyük ve köklü devlet olduğunu bir kez daha doğruladı. İktidarda olanlar kim olursa olsun, Ankara artık sabit bir dış politika yürütmektedir. Bu nedenle Erdoğan’ın Başkanlığı döneminde Azerbaycan’ın Türkiye’nin en yakın ortağı olacağına hiç şüphe yoktur.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in R. T. Erdoğan`ı samimiyetle tebrik etmesi ve işbirliğinin gelişmesi düzleminde belli öneriler ileri sürmesi bunun açık kanıtıdır. İlham Aliyev çok ciddi ve ileri görüşlü bir lider olarak stratejik düşünmeye ve güçlü siyasi iradeye sahiptir. Bunu artık herkes biliyor. Şüphe yok ki, iki Türk devletinin Başkanları; R. T. Erdoğan ve İlham Aliyev, bu kardeş ülkeler arasındaki ilişkileri yeni bir seviyeye yükselteceklerdir.
Türkiye’de yapılan Başkanlık seçimi genelde Ortadoğu’da jeopolitik manzaranın yenilenmesine neden olabilir. Bu bölgede olayların gidişatı gösteriyor ki, Ankara yeterince dengeli ve adil bir siyaset yürütüyor. Onun belirli vesilelerle olayların dışında kalması izlenimi oluşabilir. Fakat ciddi analistler Türkiye’yi Ortadoğu’nun gerçek liderleri arasında görürler. Ahmet Davutoğlu’nun yeni hükümette daha fazla yetkilere sahip olacağının beklendiğini dikkate alarak, dış politikada Ankara’nın daha da aktif bir rol oynayacağını öngörmek mümkündür.
Uzmanların bu bağlamda değerlendirmelerinde çok önemli bir husus yer alır. Söz konusu husus, Erdoğan’ın artık “güçlü adam” modeline göre faaliyet göstereceği gerçeğidir. (bkz.: Murat Yetkin. Erdoğan zamanı / “Radikal”, 11 Ağustos 2014). Bu ne demektir? Öncelikle, Erdoğan’ın lider karakteri artık A. Merkel, V. Putin ve H. Ruhani ile karşılaştırılır. Türklerin “güçlü adamı”nın halktan aldığı destek, Almanların A. Merkel`e olan güveni seviyesindedir. Avrupa’da başka hiçbir siyasetçi bu derecede nüfuz kazanamamıştır. Fakat R. T. Erdoğan esasen Ortadoğu yönünde aktiftir. Demek ki, yeni Türkiye Cumhurbaşkanı’nı Batı’nın, İran’ın ve Ortadoğu’nun kabul ettiği “güçlü adam” olarak düşünebiliriz. Bu, Erdoğan’ın Türk siyasetindeki nüfuzunun göstergesidir.
Öte yandan, R. T. Erdoğan, V. Putin ve H. Ruhani ile eşit güçte bir lider olarak kabul edilir. Bu, Türk siyasetçinin Avrasya ve Orta Asya yönlerinde de söz sahibi olabileceği anlamına gelir. Meseleye küresel ölçekte yaşanan süreçler açısından da bakmanın önemi vardır. Suriye ve Irak’taki iç ihtilaflar, İsrail-Filistin sorununun keskinleşmesi, Ukrayna krizinin derinleşmesi, Ermenistan-Azerbaycan çatışmasının çözümsüz kalması büyük bir jeopolitik coğrafyayı çok hassas bir noktaya getirdi. Bu, Washington’un bölgeye ilgisini daha da artırdı. İşte bu bağlamda ABD’nin güçlü bölgesel bir lidere ihtiyacı arttı. Nihai olarak, bu faktörler Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da siyasi dengeyi değişmektedir. R. T. Erdoğan bu süreçlerin en aktif üyelerinden birisi olabilir. Bütün bunları dikkate alarak, uzmanlar “Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır” tezini ileri sürüyorlar.
Bütün bunlar Türkiye’de Başkanlık seçiminin sonuçlarının ulusal, bölgesel ve küresel çapta siyasi süreçlere etki edebileceğini göstermektedir. Birçok açılardan yenileşmelerin olacağı tahmin ediliyor. Tabii ki, burada her şeyin R. T. Erdoğan`a bağlı olacağı öforisine kapılmak saflıktır.