Küresel jeosiyasette ciddi değişikliklerin oluştuğu hakkında uzmanlar sık sık yazıyorlar. Bu sırada Pekin’in yürüttüğü dış politikaya ayrıca yer veriliyor. Örneğin, Latin Amerika ülkeleri ile işbirliği konusunda Çin’in yeterince aktif davrandığını itiraf etmek gerekir. Bu bağlamda bilinen klasik “Monroe Doktrini”nin artık eskidiğinden bahsedilmektedir. Uluslararası ilişkilerin farklı düzenleme sistemine ihtiyacı ortaya çıktı. Fakat şimdilik herhangi yeni bir doktrin yoktur. Buna rağmen, Çin’in Güney Amerika devletleri ile ilişkilerinde ilginç hareketler görülüyor. Bu nokta dünya politikasına kendi ciddi etkisini gösteriyor. Pekin’in küresel ölçekte etkinliğini artırmak niyetinde olduğu belli oluyor.
“Amerika’ya Müdahale Etme!”
Çin’in Latin Amerika politikası Batı`yı rahatsız ediyor. İstatistiksel verilere göre, Pekin 2000 yılından bu kıta ülkelerine yatırımını 12,6 milyar ABD doları hacminden 261,6 milyar dolara kadar artırdı. Bu, yeterince hızlı bir gelişmedir. Fakat mesele sadece rakamlarda değil. Analistlerin kanaatine göre, Çin kavramsal düzeyde yeni bir dış politika kursu gerçekleştiriyor. Bu noktada Pekin aslında “Monroe Doktrini”ni inkar eden bir sistem ortaya koyuyor (bkz.: Игорь Денисов. Китай против откормленных и скучающих / “МГИМО Университет”, 11 Ağustos 2014).
Bilindiği gibi, tarihte “Monroe Doktrini” olarak bilinen ve 19`uncu yüzyılın 20`nci yıllarından ABD’nin dış politikasının temelini oluşturan ilkeler bir bütün olarak uluslararası ilişkiler sistemini ciddi etkiledi. Fikir yazarı o dönemde Amerika’nın Dışişleri Bakanı olmuş John Quincy Adams idi. Onun oluşturduğu hükümleri ABD’nin beşinci Başkanı James Monroe Kongre’ye sundu. Orada Amerika kıtasına herhangi Avrupa ülkesinin müdahalesi Washington’un ulusal çıkarlarına dokunma olarak değerlendirildi. Amerika kıtasının herhangi bir ülkesi bağımsızlık elde ediyorsa, buna bütün dünya devletleri saygı göstermelidir.
Böyle bir doktrinin oluşması rastgele değildi. Aynı dönemde Rusya, Prusya, Avusturya ve Fransa İspanya’nın eski sömürgelerine mümkün müdahaleyi ele aldılar. Bununla Avrupa’nın büyük devletleri Amerika’daki çeşitli ülkelerde kontrolü ele geçirmek niyetlerini ortaya koymuşlardır. Washington işte bu girişime esnek tepki göstererek kıta siyasi güçlerinin dünya ağalığı amacının önünü kesti. Monroe, Kongre’ye konuşmasında açıkça ifade etti ki, Avrupalıların siyasi sisteminin Amerika kıtasında uygulanmasına kesinlikle izin vermek olmaz. O, ABD’nin farklı siyasi sisteme sahip olduğunu ve onu başka sistemle değiştirmenin mümkün olmadığını vurguladı.
Görüldüğü gibi, “Monroe Doktrini” her şeyden önce siyasi niteliktedir. Bununla ABD Amerika kıtasına dış müdahalenin mümkünsüzlüğünü somut kavramla ifade etmiş oldu. Bu dönemden bu yana bu şartlara uyuluyor. Örneğin, Latin Amerika ülkeleri üzerinde ABD’nin egemenliği şu veya bu şekilde sağlanıyor.
Şimdi ise uzmanlar “Monroe Doktrini”nin etkisini kaybettiğini vurguluyorlar. Bunu doğrulayan olgulardan biri olarak Amerika’nın Dışişleri Bakanı John Kerry`nin 2013 yılında Amerika Devletleri Örgütü’nün karargahındaki konuşması gösteriliyor. J. Kerry o zaman kıta ülkelerini eşit ortağı olarak kabul ettiklerini açıklamıştı. Bu fikirleri bazı Çin uzmanları “zorunlu itiraf” gibi değerlendirdiler. Olabilir ki, bu, böyledir. Ancak Washington’un dış politika kursunda ciddi değişiklikler yaptığını da dikkate almak gerekir. Bu açıdan J. Kerry sadece yeni gerçekleri ifade etmiş olur.
Bunların arka fonunda Pekin’in Latin Amerika ülkeleri yönünde yürüttüğü siyasetin düşünülmüş, kapsamlı ve stratejik mahiyette olduğu fikrini ileri sürmek mümkündür. Çin Cumhurbaşkanı’nın bu kıtaya son yolculuğunda ünlü futbolcu Pele’nin “en önemli gol sıradaki vurulan goldür” fikrine siyasi içerik vermesi bu anlamda çok düşündürücü bir izlenim oluşturuyor.
Pekin Oyun Kurallarını Değiştiriyor mu?
Pekin’in birbiri ardına sunduğu projeler hatta en güçlü devletleri bile şaşırtıyor. Örneğin, Çin’le diplomatik ilişkileri olmayan Nikaragua’da bile “Nikaragua Kanalı” denilen bir kaç milyar dolarlık projenin gerçekleştirilmesi öngörülüyor. Arjantin ve Brezilya’nın dış ticaretinde Pekin önemli yer tutuyor. Peru ile ilgili dev programlar uygulanmaktadır. İlginçtir ki, tüm bunlar Çin’in görünürde herhangi siyasi ve jeopolitik çıkar gütmediği fonunda oluşuyor.
Meselenin bu tarafı ile ilgili Çin Cumhurbaşkanı mecazi fikir söyledi. O, Meksika’da mültecilerle görüşmesi sırasında dedi ki, “bir takım harınlamış ve tembel ülkeler elini Çin’e uzatarak, onun politikasını eleştiriyor”. Ancak onlar anlamak istemiyorlar ki, “Çin ne devrim ihraç ediyor, ne fakirlik ve açlık yaratıyor, ne de hiç kimseye baş ağrısı vermiyor” (bkz.: Игорь Денисов. Китай против откормленных и скучающих / “МГИМО Университет”, 11 Ağustos 2014).
Tüm bunlar gerçek manada ABD’nin Latin Amerika ülkelerinde nüfuzunun düştüğüne delâlet ediyor. Burada diğer büyük devletlerin bu bölgedeki etkinliğini dikkate almak gerekir. Kıtanın Brezilya, Arjantin, Peru ve başka güçlü devletleri de artık Washington’un siyasi ve ekonomik kontrolü altında kalmak istemiyorlar.
Çin’in Latin Amerika’da kendi konumunu alabilmesi sadece ABD`yi rahatsız etmiyor. Avrupa Birliği ve Rusya da bu tür gidişattan rahatsızlar. Ancak onlar da belli vesilelerle Pekin’in eylemlerine hak kazandırıyorlar. Çünkü 200 yılı aşkın bir süredir, uluslararası ilişkiler sisteminde yer almış ve “Amerika Amerikalılar içindir” tezine dayalı komple bir doktrinin çökmesi söz konusudur.
Peki hangi yeni yaklaşım “Monroe Doktrini”nin yerine geçebilir? Bazı uzmanlar mecazi olarak “Şi Cinping Doktrini”nden söz ediyorlar. Fakat resmi düzeyde şimdilik hiçbir yeni sistem mevcut değildir. Sorunun zorluğu şu ki, “Monroe Doktrini” ortadan kalkarsa, o zaman bu, otomatik olarak ABD’nin yabancı siyasi sistemleri kabul etmesi anlamına gelir. Örneğin, Amerika’nın siyasi sisteminde Avrupa veya Çin’in siyasi sisteminin öğeleri yer alabilir. Washington’un buna razı olacağı makul görünmüyor. Çünkü bu durumda dünya boyunca etkisi olan demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü vb. gibi değerler kendisinin şimdiki yerini kaybetmiş oluyor. Bu ise küresel ölçekte Amerikan değerlerinin iflası demektir. Zor ki, Washington bunu kabul etsin.
Söylenenlerden şu sonua varılabilinir ki, ABD uluslararası ilişkiler sisteminde sadece bazı yenileşmelere itiraz etmez. Uzmanların sık sık “yeni dünya düzeni oluşuyor” görüşünü ileri sürmesi şimdilik daha çok teorik niteliktedir. Somut olarak hangi yeni sistemin söz konusu olduğu bilinmemektedir.
Öte yandan, Pekin herhangi yeni doktrin hazırladığını inkar ediyor. Çin, genellikle, bu tür yaklaşımı kabul etmediğini, hiçbir siyasi ve ideolojik amaç gütmeden karşılıklı yararlı işbirliği modeline ağırlık verdiğini söylüyor. Gerçekten, Latin Amerika ülkeleri Pekin’in siyasi, jeopolitik ve ideolojik talep ileri sürmeden ilişkileri geliştirmek niyetinde olduğunu kabul ediyor. Örnek olarak Şili’de gerici güçler iktidara geldiğinde Pekin’in onlarla işbirliğini geliştirmesi gösteriliyor. Aynı dönemde hatta SSCB bile Pekin’i kıskanmış. Mantığa göre, Çin Salvador Allende`yi deviren siyasi güçlerle işbirliği yapmamalıydı. Ama hayat tamamen bunun aksini gösterdi. Çin siyasi-ideolojik fark gözetmeksizin karşılıklı yararlı işbirliğine hazır olan herhangi bir devletle ilişkiler kurabilir.
Bu, dış politikada “bizimkiler ve diğerleri” prensibinden aslında vazgeçilmesi demektir. Çin aynı yöntemle dünyanın her bölgesinin ülkeleri ile işbirliğini güçlendirebilir. Bununla birlikte, Pekin’in hiçbir jeopolitik amaç gütmediğine de inanmak saflık olurdu. Doğru, Pekin daha çok bölgesel ölçekli kurumlar yaratmayı tercih ediyor. Onların içinde dikte eden rolünü oynamamağa çalışıyor. Fakat BRİCS’de banka oluşturmak fikri gösterdi ki, Çin ilkesel vesilelerle kendi çıkarını öne çekmeye çalışıyor. Bunun içindir ki, Rusya daima ondan endişe ediyor. Orta Asya’da Pekin’in etkinliğinin analizi de Çin’in jeopolitik çıkarlarının varlığından haber veriyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki, “Monroe Doktrini çöküyor” demek riskli meseledir. Mümkündür ki, bu doktrinin zamanı geçsin. Ancak onu daha mükemmel bir sistemle değiştirmeye hazır olmamak daha korkunç sonuçlar verebilir. Büyük devletler bugüne kadar bütün dünyayı değil, kendilerini düşündüler. Uluslararası ilişkiler sisteminde adalete ve demokrasiye dayalı kurallar kabul olunmadıkça, insanlık kaos tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Anlaşmazlıkların çözümünde gözlenen taraf tutma, bazı devletlerin saldırgan eylemlerine göz yumulması bu tezin doğruluğunu gösteriyor. Yani mesele, “anti-Monroe” konumu tutmakla sınırlı değildir.
Comments are closed.