DOÇ. DR. SELDA ÇAĞLAR’LA MÜLAKAT: İÇ GÜVENLİK PAKETİ VE GÜNLÜK YAŞANTIMIZA ETKİLERİ

upa-admin 05 Mayıs 2015 2.984 Okunma 0
DOÇ. DR. SELDA ÇAĞLAR’LA MÜLAKAT: İÇ GÜVENLİK PAKETİ VE GÜNLÜK YAŞANTIMIZA ETKİLERİ

Trakya Üniversitesi Hukuk Bilimleri Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Selda Çağlar ile iktidar ve muhalefet partilerinin üzerinde çokça tartıştığı ve uzun ve hararetli görüşmelerin ardından Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan İç Güvenlik Paketi’ni ve bu paketin günlük hayatımızı nasıl etkileyeceğini konuştuk.

Hararetli tartışmalara yol açan İç Güvenlik Paketi’ni konuşmak istiyorum sizinle. Muhalefet partileri, bu paketin toplantı, gösteri ve yürüyüşleri kısıtladığını, yargının yetkisinin elinden alınıp polise verildiğini söylüyorlar. Polis ve Valilerin yetkilerinin arttırılmasına itiraz ediyorlar. İktidar ise, tüm itirazlara rağmen paketin gerekliliğini savunuyor. Ne getirdi bu paket, günlük hayatımızı nasıl etkileyecek görüşlerinizi alabilir miyim?

Doç. Dr. Selda Çağlar: İç Güvenlik Paketi denildiğinde, bu aslında kamuoyunun verdiği bir isim. Bu paket, pek çok kanunda değişiklik yapan ama güvenliğe yönelik olduğu iddia edilen bir yasa paketi. Öncelikle, polis vazife ve salahiyetleri kanununda ciddi değişikliklere yol açtı. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, onun dışında il özel idareleri kanununda, yani Valiye verilen yetkiler çerçevesinde önemli değişiklikler getirildi. Somut olarak neler getirildi, günlük yaşantımızı nasıl etkileyecek daha sonra söylerim, ama bu tür durumlarda genelde yapılması gereken yani iç güvenliğe yönelik bir yasal düzenleme yaparken dikkat edilmesi gereken unsur; güvenlik ile hak ve özgürlükler arasındaki dengede uzlaşmayı sağlamaktır. Örneğin, 2001’de Amerika’daki 11 Eylül saldırılarının ardından bu tür yasal düzenlemeler yapıldı, yani bir terör tehdidi olduğunda veya herhangi bir kamu düzenini bozacak önemli olayların ardından her ülkede bu tür güvenlik yasaları getiriliyor. Ama bizim ülkemizde tabii özellikle Gezi Olayları’nda yaşananlar, siyasal iktidarın buna sert tepkisi ve olayların bastırılmak istenmesi, onun dışında AİHM’den polislerin veya bu tür güvenlik güçlerinin sert müdahaleleri nedeniyle can kayıpları ya da yaralanmalarda etkili soruşturulmadığı için suçlularının saptanamadığı, dolayısıyla da bu kişilere yeterli ceza verilmediği gibi iddialar da vardı. Bunlara yönelik olarak, iç hukukta bu tür eleştirilerin, hepsini meşrulaştırma amacına yönelik bir paket gibi görünüyor. Neler var; en önemlisi bizim günlük yaşantımıza yansıyacak polis vazifeleri ve salahiyeti kanunundaki üst aramadaki değişiklik var. Önceden var olan kanunla ilgili durumu söylüyorum. Durum şu idi; önleme amaçlı durdurulabiliriz, kimlik sorulabilir, üstümüz de dıştan aranabilirdi. Bunun daha ötesini yapmak için mutlaka mahkeme veya savcı kararı gerekiyordu. Şimdi ise, hem bu aramanın ayrıntısı, hem özel hayata yönelik aranacak alanlar genişletildi, hem de hakim ya da savcı kararı olmadan kolluk güçlerinin emriyle, hatta sözlü emirle aranmamız mümkün hale getiriliyor. Araç durdurup aracın içine şöyle bir bakıp arayabiliyordu polis, ama bagaj kapağını kaldırma, koltukların altını arama yapamıyor, özel eşyalarımıza açıp bakamıyordu. Sadece dıştan vücut taraması olarak arayabiliyordu. Şimdi değişiklikle beraber, araçların görünmeyen yerleri de aranabilecek. Özel eşyalarımız aranabilecek, hatta kanunda denilen, acil durumlarda veya suç işlenmesi konusunda ciddi şüpheler varsa tüm vücut, yani sadece görünen yüzeyler değil, ayrıntılı vücut taraması da yapılabilecek. Bu hükmün anayasaya aykırı olduğunu söylemek durumundayız, çünkü anayasanın 20. maddesinde özel hayatın gizliliği hükmünde diyor ki: “Kişinin özel hayatına yönelik her türlü arama, mutlaka hakimin yazılı kararıyla başlatılabilir”. Ancak çok acil durumlarda, kamu güvenliğinin bozulması konusuna yakın ciddi bir tehdit varsa ortada, ne yapılabiliyordu? Kolluk kuvvetlerinin yazılı emriyle daha detaylı aramalar olabiliyordu. Ama şimdi ne hakimin kararı, ne de kolluk görevlilerinin yazılı emri olmadan da acil durumlarda arama yapılabilecek. Yazılı emir vermek zaman kaybı olarak değerlendiriliyor, sözlü emir yeter denmekte. Bu neye yol açabilir? Toplantı-gösteri yürüyüşlerinde, özellikle onun dışında sokakta yürürken veya başka barışçıl gösterilerde, protesto gösterilerinde “acil durumdu, yazılı izin almadan gerekli gördük, aramayı yaptık” diye özel hayatımıza sıkça müdahaleyle karşılaşabiliriz. Yani anayasaya aykırı olduğu son derece açık, bu konuda Anayasa Mahkemesi’ne muhalefet partilerinin başvuracağını düşünüyorum.

Onun dışında, ifade alma konusunda polise yetkiler verilmiş. Onda da ciddi anlamda kişi güvenliği açısından sorunlar çıkabilir. Çünkü önceden ancak savcı ifade alabiliyordu, gözaltına alma sürecinde polis merkezine gidiyordunuz ve ifadenizi ilk orada alıyordu polis. Ama şimdi, yeni anayasa değişikliğiyle, polise mağdur olan kişinin ya da şikayetçinin tanıkların bulunduğu veya sanığın bulunduğu mekana, ev, işyeri herhangi bir yere giderek, o mekanda doğrudan doğruya ifadelerini alma yetkisi getiriliyor. Bu, bir yanıyla olumlu bir şey gibi görünüyor; tanık yaşlı olabilir, engelli olabilir evine gidip emniyete çağırmadan ifade almanın, evet pratik insani tarafları da olabilir. Ama bu yetki diğer taraftan kötüye de kullanılabilir. Çok gerekli olmadığı halde, yerinde ifade alma ulu orta herkesin özel yaşamına işine evine girerek ifade alma yetkisini polis kullanabilir. Bir de şöyle bir sakınca olabilir bu maddeyle ilgili; örneğin kadına karşı şiddet Türkiye’de en yoğun karşılaşılan sorunlardan biri. Sanık da aynı evde (şiddet uygulayan kişi), mağdur da aynı evde, dolayısıyla o mekanda mağdurun ifadesini almaya kalktığınızda bir baskı hissedecektir, objektif bir şey söyleyemeyecektir. Onun dışında orada ne yapıldı, nelerle karşılaşıldı o evin içinde, hiçbir şey bilinemeyecek. Emniyetteki sorguda önce ne yapıyorsunuz, mutlaka bir hastane kontrolünden geçiriliyorsunuz, ondan sonra poliste ifade alınıyor, daha sonra tekrardan sağlık kontrolünden geçiyorsunuz ki, aradaki süreçte emniyette başınıza herhangi bir işkence kötü muamele vs. gelip gelmediğinin anlaşılması üzerine. Onun dışında kameralar var, sorgu sırasında kameralarla sürekli izlenip, ilgili polisten zarar gördüğünü iddia eden kişinin ispat etme şansı var. Ama evinizde, işyerinizde, kapalı mekanlarda hiçbir şeyi ispat edemezsiniz. Yani bu yetkinin de dikkatli kullanılması lazım.

Bu iki maddeyi de özel hayatımıza müdahale olarak algılayabiliriz öyle mi?

Doç. Dr. Selda Çağlar: Tabii ki, zaten ilk söylediğim anayasaya kesinlikle aykırı. Sözlü emirle bu türden müdahalelerde bulunmak, özel hayatın gizliliğini ihlal eder. Ne kadar sıklıkla kullanılır, bunu bilemeyiz. Ama kullanma ihtimalini siz yasaya koyduğunuz anda, mutlaka kullanılacaktır. Dolayısıyla polisin yetkilerini, hak ve özgürlüklerin en yüksek düzeyde korumakla mükellef bir devlet olarak daha da sınırlandıracağınıza, bu şekilde hele ki anayasaya aykırı bir biçimde genişlettiğinizde sorun çıkabilir her zaman. Onun dışında, polisin silah kullanma yetkisinde bir değişiklik var. Burada da anayasanın 17. maddesi, maddi-manevi fizik bütünlüğümüzü koruyan bir madde. Ancak zorunlu durumlarda ve belli ölçülerde silah kullanmaya izin veriyor, bunun da sınırlarını net bir biçimde söylemiş anayasa. Yaşam hakkının müdahalesi olarak gördüğümüz silah kullanma yetkisinin, çok dikkatli bir biçimde kullanılması gerekiyor. Silah kullanmada uluslararası standartlarda polis, kendi ya da bir başkasının canına yönelik çok yakın ve ciddi bir tehlike var ise bu tehlikeyi bertaraf edecek ölçüde silah kullanabiliyor. Yani uluslararası hukukta AİHM’nin kabul ettiği ölçüt bu. Ama yeni yasal düzenlemede sınırlar bu şekilde net olarak çizilmemiş, çok geniş bir imkan tanınıyor. Silah kullanmayı neredeyse meşru hale getirebilecek bir sisteme neden olabilir gibi görünüyor.

Bununla birlikte, jandarmanın yetkilerini düzenleyen kanunda da aynı polis vazife ve salahiyeti kanununa paralel özellikler getirilmiş. Polise verilen yetkilerin bir kısmı Jandarma Komutanlığı’na da verilmiş. Bunlardan biri; hem polis, hem de jandarma hakim kararı olmadan Emniyet Genel Müdürü veya İstihbarat Daire Genel Başkanı’nın emriyle 48 saate kadar şüphelileri dijital dinleme yetkisine sahipler. Yani başkalarının özel hayatına müdahale olabilecek faaliyetlerden bir tanesidir. Diyor ki yeni yasal düzenleme; dinledikten sonra bu dinleme bulgularını yazıya dökerek, savcının önüne ya da hakimin onayına sunulacak. Ama o onaya sunulduğu zaman bir faydası yok bunun, çünkü zaten dinlenmiş oluyorsunuz. Hakimin onayına sunmak neyi değiştirecek, hakim eğer onay verirse daha da meşrulaşacak delil olarak kullanılacak. Eğer bir gün dijital verilere dayanarak o kişi hakkında dava açılırsa, hakimin onayı olması nedeniyle yasal bir delil olarak kullanılabilecek. Ama kullanılmayanlar ne olacak? Diyelim hakim onay vermedi, “boşuna dinlemişsiniz” dedi. İmha edilecek, o kayıtlar imha edilmeli. Ama Türkiye’de kişisel verilerin gizliliği ciddi bir sorun ve bunlar kayıtlarda kalırsa, bir gün olumsuz bir biçimde herkes için tehdit niteliği taşıyabilir, üstelik de özel hayata müdahale yapılmakla kalınır, yapılmıştır artık olay bitmiştir.

Biraz önce Gezi Olayları etkili oldu dediniz. Fakat hükümetin bir iddiası da Kobani olaylarında kamu düzenini sağlayamadıkları gerekçesiyle bu yetkilerin getirilmesinin gerektiği şeklindeydi. Paketin bir diğer çıkış unsuru Kobani olaylarıdır diyebilir miyiz? Yani hükümet, bu yasayı  öncelikle kendini korumak için mi, halkı korumak için mi çıkardı?

Bu tür şeylerde devlet-toplum ilişkilerine de bakmak lazım. Bu ilişkilerin en rahat görülebildiği yasalar, güvenliği sağlamaya yönelik yasalardır. Eğer devlet topluma güveniyorsa ve toplumu önceleyerek onları korumak, özgürlüklerini korumak üzere bir güvenlik paketi çıkartıyorsa, bu konuda kimsenin olumsuz bir şey söylemesi söz konusu olamaz. Ama 1982 anayasasına bakıldığında, devletin sanki daha korunmaya muhtaç bir kurummuş gibi gösterildiği, vatandaşı, toplumu, kamuyu korumaktan ziyade, devletin güvenliğini korumak, devletin varlığının devamını sağlamaya yönelik bir reflekse sahip olduğunu görüyoruz anayasanın. Daha çok Türk devlet geleneğinde bu vardır. Devlet, önce kendini koruma, kendini güven altına alma ilkesini anayasalarında yansıtır. Dolayısıyla, buradan bakıldığında Kobani tabii ki etkili olmuştur. İnsanların güvenliğini sağlayamadık bu mevcut yasalarla diye, kendilerine bir özeleştiri yapmış olabilirler. Ama bu tür olaylarda da, devletin birimlerine verilen müdahaleyi en etkili biçimde yapabilmek, vatandaşı koruyabilmek için başka faktörler de var. Yasa tek başına yeterli değil. Yani ne yapacaksınız, çok iyi eğiteceksiniz polisinizi, jandarmanızı. Nerede nasıl davranacağını, müdahalenin şeklini ve sınırlarını çok iyi bilecek. Dolayısıyla, polislerin ya da jandarmaların kendi hatalarından kaynaklanan bir koruma zaafiyeti de söz konusu olabilir. Bu yüzden her şeyi yasalarla değiştirmek ve düzenlemek söz konusu değildir. Güvenliği sağlamak için, ya da Kobani olaylarında güvenliği sağlayamadınız diye şimdi daha sert yasa yaptığınızda, bu sefer farklı bir toplumsal çatışmaya yol açabilecek. Yani polis, zaten makam olarak güçlü, elinde silah var. Devletin asıl gücünü kullanan onlar. Ama asıl güçsüz olan toplum. Dolayısıyla burada o dengenin kurulması, polisin zaten var olan gücünü daha fazla arttırmaya yönelik tedbirlerle, halkı korumak söz konusu değil diye düşünüyorum. Farklı kriterler var burada, yani bir tek bu gerekçeye sığınılmamalı.

Yani polisin yetkilerin arttıracak yasa çıkarmak yerine, kaba bir ifade olacak ama aralarındaki çürükleri ayıklamak daha mı etkili olur toplumun güvenliği için?

Doç. Dr. Selda Çağlar: Aralarındaki çürükleri ayıklamak demeyelim, yasa olmadan o yetkileri kullanamıyor polis, yasaya dayalı olarak yetkilerini kullanacak. Ama burada kurumsal bir yapılanmadaki zaafiyetleri çözeceksiniz. Yani yasalar var, yetkiler var, ama o kurumda bu yetkiler nasıl kullanılıyor? Nasıl bir düzenleme var kurumun iç yapısı olarak? O yetkilerin kullanılması konusunda nasıl bir bilinç var? Polislerin psikolojik testlerden geçirildiğini tabii biliyoruz. Ama bunlar ne sıklıkla yapılıyor, ne kadar süreyle çalıştırılıyorlar? Polislerin de çok uzun süre çalıştırılmaları veya o emir konuta zincirindeki ağır yapı vs. gibi şeylerle de ruhsal açıdan yıprandıklarını biliyoruz. Dolayısıyla, bu tür yetkileri arttıran bir yasal düzenleme yaptığınızda, münferit olarak polislerin bu yetkileri bu tür faktörlerle daha ağır biçimde kullanmayacaklarını nasıl garanti edeceksiniz? Bu tür tehditleri de ortadan kaldırmanız lazım ki -zaten bu fazla yetkileri çok dikkatli kullanacaktır polisimiz, ulu orta kullanmayacak- diye bir güvence getirmeniz lazım kurumsal yapıya. Bunu getiremezseniz, tehdit olur.

Dikkatimi çeken maddelerden bir tanesi de yasadışı topluluk ve örgütlerin simgelerini taşımak suç sayılacak. Yani terör örgütü ile topluluk arasındaki farkın ortadan kalkması anlayışı doğuyor. Biz topluluk dendiğinde kadın örgütlerini, STK’ları, LGBT’leri vs. anlıyoruz. En barışçıl gösteriyi de yapsak, bize “dağılın” dendiğinde dağılmamız gerekecek ve akabinde müdahaleyle karşılaşacağız. Bu yasa bir nevi direnme hakkımızı da elimizden almıyor mu?

Doç. Dr. Selda Çağlar: Bu, aslında yeni bir değişiklik değil, zaten vardı. Toplantı-gösteri yürüyüşleri kanununda 1998 yılında böyle bir yasak getirilmişti. Var olan yasağı tekrarladı. Zaten örgütlerin simgelerini, yasadışı toplulukların simgelerini taşımak bir suç olarak düzenlenmişti. O nedenle yeni bir durum yok burada, ama o örgütlerin simgelerini sadece taşıyor olmanın (üzerinizde bir bere veya başka bir şey olabilir) o kişi herhangi bir suç işlemediyse, bir eylem yapmadıysa, sadece bunun bile başlı başına bir suç olarak düzenlenmesi üzerine bir düşünmek lazım belki de… Ne tür sakıncası olabilir yasadışı topluluk veya örgütlerin simgesinin taşınmasının, bir giysi veya bir pankart vs. olması toplumsal kargaşaya yol açabilir. Bu kesin… Şimdi tabii burada yasadışı topluluk dendiğinde bir meşruiyet kazandırılıyor. LGBT’liler veya diğer STK’ler, diğer platformlar yasadışı örgütler değil. Yani bunların dernekleri var, yasal olarak kurulmuşlar. Dolayısıyla engel olmaz, ama her zaman şu yapılabilir: bu tür yasal barışçı gösterilerin, yürüyüşlerin, toplantıların içine provokasyon amaçlı bu simgeleri taşıyan insanlar her zaman girerek, o barışçıl toplantıyı yasadışı bir toplantıya dönüştürme ihtimalleri her zaman vardır. Yani bu konudaki düzenlemede eskisinden daha farklı bir düzenleme yok.

Protestolarda yüzün kapatılmasına getirilen cezayı nasıl yorumluyorsunuz?

Doç. Dr. Selda Çağlar: Yüz kapama vs. böyle bir yasak, yine eski kanunda vardı zaten. Ama burada önemli olan şuydu; -o zamanlar da tartışılıyordu- yüzü kapamak, biber gazından korunmak için yapılmış olabilir. Bu nedenle gaz maskesi kullanılıyor olabilir. Sadece bu  tür nedenlerle kapatanlarla, gizli eylem veya provokasyon yani barışçıl bir gösteriyi bozmak için kendi kimliği tanınmasın diye yüzünü kapatanların ayırt edilmesi son derece güç. Bu madde, her zaman kişi güvenliği aleyhine kullanıma açık bir madde.

Bir başka açıdan tekrardan polislerin yetkilerinin arttırılmasına döndüğümüzde, polisleri tasfiye maddesi var. Bütün “paralelci” polislerin tek tek tespit edilip emekliye ayrılması söz konusu olamayacağına göre, “paralelci” diye adlandırdıkları bu polisler, varlıklarını sürdürecektir. Peki, polisin yetkisi bu kadar arttırıldığı zaman, o polisin de yetkisi artmış oluyor. O zaman ne olacak, bunun ayrımını nasıl yapmayı düşünüyorlar?

Bu konuda bir ayrım yapılamaz tabii… Polislik mesleği son derece objektif olma durumundadır. Mesleğin kendisi bunu gerektirir. Ama siyasi taraf olma-olmamaya göre polis mesleğini yapmaya kalkanlar, var olduğu da iddia ediliyor,da mutlaka vardır zaten. Polislerin sırf siyasi düşüncelerine göre tasfiye edilmesi, “iktidar yanlısı polis” ya da “iktidar karşıtı polis” ayrımı yapılması, zaten bir kamu kurumu için son derece tehlikeli, riskli bir şeydir. Dolayısıyla, bu tür mesleklerde yargıda da, güvenlik birimlerinin tamamında da gerekli olan şey; siyaseten son derece tarafsız olmaktır. Bunlar toplumu-vatandaşı korumak, kamu düzenini sağlamaya yönelik olarak  görevlerini yapmalılardır. Bu işi tasfiye boyutuyla önleyemezsiniz. Görevini yaparken kendi siyasi görüşünü ön planda tutarak hareket edenler çıkacaktır. Bu kişiler bugün “paralelci” olur, yarın başka bir siyasi görüş olur. O nedenle zaten polise yetkileri verirken dikkatli olmak gerekir. Çünkü hakikaten büyük bir güç var ellerinde, bunu bu şekilde bir ayrımla yapmamak gerektiğini düşünüyorum.

Peki paketin hayatımızı olumlu yönde etkileyecek maddeleri hiç mi yok?

Doç. Dr. Selda Çağlar: Bana göre en olumlu şey; uyuşturucu madde üretenler, ya da bunun ticaretini yapan, satanlarla ilgili hüküm. Burada uyuşturucu maddenin kapsamı daha da genişletilmiş. Bonzai vs. gibi türevlerini de uyuşturucu statüsüne koymuşlar. Onun dışında eklenen kısımlara bakarsak; okulların ve hastanelerin yanında, özellikle çocukları ve gençleri korumak üzere hem uyuşturucu üretimi, hem alım-satımı, eğer okul yanında ya da gençlerin bulunduğu mekanlarda ise, bu tür şeyler bunlara arttırıcı cezai hükümler getirilmiş ki, bunlar bence olumlu… Bonzaiden, uyuşturucu tüketiminden ölen, ya da sakat kalan çok sayıda insan var bu ülkede. Daha ayrıntılı bir incelemeyle belki daha başka olumlu taraflarını da bulabiliriz. Örneğin, az önce de söyledik; mağdurun, şikayetçinin veya tanıklarının bulundukları yerde ifadelerinin alınmasının da olumlu tarafları var.

Paket, ilk olarak kapalı oturumda görüşüldü. Madem halkın güvenliği düşünülen bir yasa tasarısı söz konusu, bunun kamuoyu önünde görüşülmesi gerekmez miydi? Sonradan açık oturuma geçildi…

Doç. Dr. Selda Çağlar: Bu kapalı oturumlar her zaman doğru olarak düşünülemez. Ancak, belki devlet sırrına yönelik bir yasa tartışılırken veya bir karar alınırken, parlamentoda kapalı oturum çok sınırlı ve istisnai olarak yapılabilir. Parlamentolardaki kural, görüşmelerin açık olmasıdır. Bu tv vasıtasıyla, Meclis Tv’de halka açıkça her şey gösterilir, onun dışında tutanaklar vardır. Zaten herkesin konuşması tutanaklar altındadır, bu tutanakları da internet sitesinden rahatça görebilirsiniz. Ama burada, bu pakete çokça tepki verileceği biliniyordu. Hem kamuoyunun tepkisi vardı, hem de muhalefet partilerinin tepkisi söz konusuydu. Dolayısıyla meclisteki o kargaşanın, siyasilerin birbirlerine yapılan çirkin tavırlarının dışarıya açıkça yansımaması, meclisin bir parça itibarının korunması düşüncesiyle anladığım kadarıyla kapalı oturum tercih edildi. Ama hiç de öyle olmadı.

Şiddet her yanımızda; kadına şiddet, çocuğa şiddet vs. Söylemlerinde “şiddete karşıyız” diye sıkça vurgu yapan milletvekillerinin çoğunun, fiziksel çatışmaların arasında kalmış görüntüler yansıtmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Onlar orada kendi güvenliklerini sağlayamazken, halkın güvenliğini sağlayabilecekleri nasıl düşünülebilir ki? Kamuoyuna nasıl yansıdı bu?

Doç. Dr. Selda Çağlar: Şimdi tabii mecliste bu ilk defa olmuyor. Pek çok yasa paketinde veya stratejik kararlarda olabilir; örneğin Irak’a asker gönderilme konularında karar alınırken, sözlü çatışmanın yanı sıra bu tür fiziksel çatışmaları, kavgaya-arbedeye varan görüntüleri sıkça izlemişizdir. Bu tür şeyler tabii ki meclisin ve meclis üyelerinin itibarını sarsan güvenini düşüren bir şey. Devletin iç organlarından biri parlamento. Dolayısıyla devletin organlarını, kendilerini temsil eden kişiler bunlar. Seçilerek milletvekili olarak parlamentoya gelmiş kişilerin, ortada bir sorun varsa, bu sorunları bu derece kavgacı, çatışmacı bir biçimde bunun çözümüne yönelik olarak fiziksel şiddet, küfür, sataşma, iftira vs. şeylerle çözemeyecekleri çok açık. Halkın gözünde itibar ve güven kırıcı bir durum. Ama neden kaynaklanıyor? Bana göre siyasi üslup konusunda Türkiye’de medeni bir dil hiçbir zaman yerleşemedi. Mecliste sorun çözücü medeni bir dil yerleştirilemediği sürece, sataşmaya veya konuyu asıl bağlamından koparıp kişiselleştirerek, parti üyelerinin tek tek kişiliklerine yönelik sataşmalara çevrildiğinde, bir meclis görüşmesinde bu tür sahneler kaçınılmaz oluyor. Ne yapılması lazım: bu, üzerinde son derece uzlaşma gerektiren bir soru. Muhalefet, iktidar ve diğer partiler uzlaşabilmeli ki, kamuoyu tarafından güvenliği sağlayıcı bir düzenleme ortaya çıksın. Ama burada o uzlaşma geleneğinden de uzak olduğumuzu gördüm.

Aslında daha bir netlik de yok, çok farklı açıklamalar yapılıyor. Fakat bu Ağrı’da yaşanan son olaylarda Vali yetkilerinin arttırılması sonuçlarını somut olarak daha sık göreceğimizi gösterir mi?

Doç. Dr. Selda Çağlar: Orada hakikaten tam bir netlik yok. İktidar başka bir şey söylüyor, Vali başka bir şey söylüyor, TSK ayrı bir şey söylüyor. Ama burada bu yasayla bağlantılı olarak Valilere şu yetki veriliyor artık: herhangi bir kamu güvenliğini tehdit eden bir konuda, Vali, kendi kolluk kuvvetleri dışında diğer güvenlik birimlerini yardıma çağırabilir, onlara talimat verebilir ve bu güvenliği kendi kaynakları dışında sağlayabilir. Onların araçlarına el koyabilir, aynı zamanda ona karşı görevi yerine getirmeme suç olarak tanımlanmış. Baktığımız zaman paketin tamamına, devlet tarafından atanan bir memurun, üstelik tek başına o güvenliği sağlama gibi bir görevle gelmemiş bir Vali’nin o bulunduğu il çerçevesinde sağlıktan tutun, eğitime kadar bir sürü görevi vardır. Dolayısıyla, bu konuda da yargıyı göz ardı ederek yetkili kılınması yine sakıncalı diye düşünüyorum. Güçler ayrılığında yargıyı bertaraf edecek bir paket gibi gözüküyor. Yargıyı, savcıyı devre dışı bırakarak, devletin kamu kurumlarının yetkilerini daha fazla kılan bir paket genelde.

Toparlarsak yaşantımıza bu paketin olumlu mu yoksa olumsuz yönleri mi ağır basacak?

Doç. Dr. Selda Çağlar: Zaten bakıldığında Türkiye’de toplantı-gösteri yürüyüşleri konusunda, barışçıl olanlar için özellikle söylüyorum, Gezi Olayları’ndan sonra ciddi sıkıntılar yaşanmaya başlanmıştı. Bu tür halkın başka türlü tepkisini ortaya koyma, eleştiri veya örgütlü olarak bir hak elde edebilme gibi bir imkanın bu yasadan sonra çok daralacağını düşünüyorum. Artık bir kere değil, birden fazla kere düşünmeleri gerekiyor sokaktaki herhangi bir gösterilere “ben de katılayım” diyen birinin. Hatta bir gazeteci bile görevini yaparken, bu tür suçlamalara bu tür davranışlara maruz kalabilecek. Bu, çok önemli ve sakıncalı bir durum. Yani AİHM’ye gidilecek veya Anayasa Mahkemesi’ne bireysel olarak başvuruların artacağını düşünüyorum bu anayasa paketinin tam olarak uygulanması halinde. Yani hukuki yargısal sorunlarımız artacak.

Doç. Dr. Selda Çağlar kimdir?

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitimini aldı. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi alanında yüksek lisansını tamamladıktan sonra doktora eğitimini Kamu Hukuku alanında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde tamamladı.

Akademik ve İdari görevler: 24 Aralık 2013 tarihinden bu yana devam eden Engelli Öğrenciler Birimi, 4 Ekim 2010 tarihinden bu yana T.C. Başbakanlık/T.C. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, Edirne İnsan Hakları İl Kurulu Üyesi, 2 Mayıs 2011 tarihinden bu yana devam eden Trakya Üniversitesi/Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yönetim Kurulu Üyeliği ve 7 Aralık 2009 tarihinden bu yana devam eden Türkiye Özürlüler Vakfı/Bilim ve Danışma Kurulu Daimi Üyelik.

Üniversite sayfası: http://personel.trakya.edu.tr/scaglar/

Röportaj: Nilüfer ÖNEN

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.