7 Haziran 2015 sonrasında Türk siyasal yaşamı, 1990’ların ardından tekrar koalisyon kavramına alışmaya çalışıyor… Uzlaşma kültürünün yerleşemediği, ataerkil toplum yapısının olduğu gibi siyasete yansıdığı, otoriter ve buyurgan siyasal liderliklere ‘biat’ davranışının ‘olağan’ görüldüğü siyasal ve sosyolojik yapımızda, demokratik bir gelişme beklemek, elbette çok zor. Ama imkansız değil…
2002’den beri, kılık kıyafetten insanların cinsel tercihine, ev yaşamına, inanç ya da inançsızlığına karışan ‘total’ anlayış, siyasal kurumları, medyayı ve pek çok altyapı-üstyapı kurumunu kısmen de olsa dönüştürdü. Ne var ki, küreselleşen sosyo-ekonomik altyapı ve siyasal üstyapı kurumları, bu dönüşümü ya yavaşlattı, ya da yön değiştirtti. Dolayısıyla dönüşemeyen ve dönüşemeyecek bir ‘total’ siyaset, kendi jargonuyla; hem kendini, hem de toplumu ‘Araf’ta bıraktı.
Medyada genel gündem, adı muhafazakar, kendisi İslamcı olan siyasete değil, daha çok yolsuzluk savlarına odaklandı. Öte yandan, İran’la ‘P5+1’ ülkelerinin ‘nükleer müzakereler’de vardıkları ‘tarihi uzlaşma’, potansiyel anlamda İran’ı ekonomik-diplomatik yüzeyde yeniden dünya sistemine yönlendirirken, 2000’lerden bugüne uygulanan ‘Sünni zeminindeki İslamcı-Osmanlıcı’ söylem ve İhvan’la uygulanmaya çalışılan bölgesel ideolojik vesayet arayışı da sınıfta kaldı.
Yeni bir koalisyon en azından Türk Dış Politikası bağlamında ‘fabrika ayarları’na dönüş yaşatır mı? Henüz bu soruyu yanıtlamak için çok erken. Öte yandan Şubat 2012’de, istihbarat müsteşarını mahkemeye çağıracak kadar ileri giden yargı süreci, ‘cemaat-iktidar’ kavgasına mal olan çözüm süreci ‘ne alemde’ diye sormak gerekiyor? Tüm bir sürecin dökümünü yapmayacağım… Yalnız 2015’te yaşananlar, ‘çözüm süreci’ söyleminin hem ne kadar gel-gitli olduğunu, hem de 2015 parlamentosundaki yeni dengelerle, işin daha da karmaşık bir boyut taşıdığını gösteriyor. Pek çok siyasal gözlemci, 2015 seçimlerinden sonra AKP-HDP arasında süregelen ‘çözüm süreci’nin bir adım öteye geçeceği bir ‘siyasal işbirliği’ öngörüyordu. Bu, elbette dar anlamda ‘koalisyon’la açıklanacak bir işbirliği değildi. Anayasanın ‘başkanlık-özerklik’ ya da ‘başkanlık-federasyon’ pazarlığıyla değişeceği, ülkenin anayasal-toplumsal yapısının, iki partinin tabanlarının ve küresel-bölgesel dinamiklerin desteğiyle tamamen yeni bir biçim alacağı, neredeyse bir ‘mutasyon’ tahmini yapılıyordu. Rejimin ‘değişmezleri’, parlamentoda, olası referandumlarla, terör örgütü liderinin oluruyla, siyasal iktidarın hamleleriyle alt üst olacaktı…
Oysa, seçimlere 3 ay kala Cumhurbaşkanı’nın mevcut beklentileri rafa kaldıran müdahaleleri başladı. Şubat 2015’te AKP-HDP arasındaki ‘Dolmabahçe mutabakatı’, Erdoğan tarafından 2015 Nevruz sürecinde reddedildi. Halbuki ‘Dolmabahçe mutabakatı’nın bir sonraki aşaması, 21 Mart 2015’te PKK terör örgütü liderinin Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarındaki yazılı açıklamasıyla yaşama geçecek, özerklik ya da federasyona doğru adımların atılacağı anayasal değişiklik stratejisi, bu toplantıda kamuoyuna duyurulacaktı. Erdoğan ‘izleme komitesi’nin oluşturulacağı aşamayı yok sayarken, “Kürt sorunu yoktur” tümcesiyle, Kürt sorununda, Türkiye’nin ‘klasik çizgisi’ne döneceği mesajını verdi. HDP’nin Batı’daki illerden aldığı siyasal oy sinerjisinin altında, Erdoğan’ın ‘başkanlık’ hedefini engellemek yatıyordu. ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ sloganıyla, AKP-HDP arasındaki olası ‘konsensus’ ve ‘anayasal dönüşüm’ tahminleri havada kaldı. PKK terör örgütünün uzantısı durumundaki siyasal parti, AKP’nin ‘muhafazakar Kürt’ ve CHP’nin ‘daha sol’daki seçmenininn yanısıra, ‘taktiksel nedenlerle, siyasetin olağan akışında kendisine oy vermeyecek kesimlerden oy aldı.
7 Haziran 2015’teki ‘HDP fenomeni’, 11 Temmuz 2015’te, HDP siyasetini, 1990’lardaki ayarlarına geri döndürecek bir açıklamayla sarsıldı. PKK’nın KCK yapılanması, 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde uzattığı sözde ateşkes sürecini sonlandırma durumunu kamuoyuyla paylaştı. Söz konusu metinde, baraj yapımı ve karakol-kalekol inşaatlarının sürmesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevi gereği ‘terörle mücadele’ kapsamındaki faaliyetlerine son verdirme gerekçeleri-uyarıları sıralanıyordu. HDP-PKK çizgisinde aktif olan siyasiler ve bazı kalemşörler, sözde ateşkesin bitmediğini, ancak bu açıklamayla bitebileceği ikazları yaptılar. Bir başka deyişle, terör örgütü kendi koşullarını öne sürerek, kamuoyu nezdinde devlet kurumlarıyla siyasal pazarlığa girişti.
HDP için en temel sorun, PKK’nın terör faaliyetlerini yeniden hızlandırması ve eş zamanlı bir siyasetin sürdürülmesinin olanaksızlığıdır. Bir başka açıdan ‘terör’ve ‘parlamenter siyasetin’ birlikte yütütülmesi söz konusu değildir. Bu giderek, TBMM’de 80 milletvekili ile temsil edilen bir partinin, ‘varoluşsal krize’ girmesi demektir. Zira HDP, parlamenter siyasetle, bölge oylarının ve farklı siyasal-kimliksel taleplerinin siyasal sisteme entegre olacağı ve terörün bir daha yaşanmayacağı gibi bir beklentiye yanıt vermeye çalışmıştır. Zaten HDP’ye verilen ’emanet oylar’ da, tam olarak bu kapsamda değerlendirilmelidir.
AKP’nin ‘çözüm süreci’nde, 2005 Ağustos’undan beri devam ettirdiği ‘zikzaklı politika’, artık terör örgütünün ‘seçim öncesi geçici sözde ateşkesleriyle sürdürülemez bir boyuttadır. Güvenlik eksenli politikalar tozlu raflardan çıktığında, PKK terör örgütün Suriye’deki uzantısı PYD ve yönettiği Rojava kantonları, Irak’ta Türkiye’yle iyi ilişkileri süren Kürdistan bölgesel yönetimi ve Barzani liderliği, Suriye-Irak derinliğindeki IŞİD, Türkiye’ye yeni dönemde, İhvan ve Suudi Arabistan’la ilişkiler yüzeyinde soğuk bakan, dünya sistemine entegre olmaya çalışan Esad’ın müttefiki İran’la muhatap olacaktır.
Yeni bir koalisyonun ilk işi mevcut dosyaları gözden geçirmek ve ‘tek kişi’ye dayanan bir siyasal stratejiyi ‘tozlu raflar’a kaldırmak mı olacaktır? Yoksa ‘tekrar seçim’le çözümsüzlüğün pekişmesi mi yaşama geçecektir? Zaman herşeyin ilacıdır ama hiçbir şey yapmadan, sorunlar bitmez daha da yoğunlaşır. Şimdi siyaset zamanı…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ