Ülkemize özgü uzun bayram tatili sürecinde, Batı medyasında çıkan iki analiz, ya gözlerden kaçırıldı, ya da bayram rehavetinin azizliğine uğradı. İlk analiz, Financial Times‘ta David Gardner’in imzasını taşıyordu (BBC Türkçe, “Financial Times: Türkiye Kaosa Sürüklenebilir”, 23 Eylül 2015, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/09/150922_ft_turkiye_analiz). Gardner, 1 Kasım 2015’teki tekrar seçimde, yoğunlaşan PKK terörünü, sivil halk üzerindeki KCK yapılanması aracılığıyla ilçe bazlarında yaşanan toplu kalkışma girişimlerini, devletle, halk ve terör örgütü arasındaki yapısal krizlerden ve çatışmalardan dem vuruyordu. Bu bağlamda, seçimlerde “güvenlik gerekçesiyle” Kürt oylarının yok sayılması durumunda, siyasal iktidarla birlikte Erdoğan’ın da meşruiyetini yitirme riskiyle karşı karşıya kaldığını belirtmişti. İç politikadan alıştığımız üzere, Erdoğan’ın Başkanlığı ve Kürtler’in özerkliği korelasyonunun dışında, Erdoğan’ın Başkanlığı ya da AKP iktidarını HDP’nin engellemesi denkleminde, PKK terörüyle ilgili tartışmaları ön plana çıkarıyordu.
İkinci analiz ise, daha şiddetli bir vurguyla gündeme getirildi. Foreign Affairs‘daki analizde, Türkiye’de siyasal mekanizmanın kontrolü kaybettiği ve “iç savaş” senaryolarının hızlandığı özellikle ifade edildi (Michael Tanchum, “New Kurds on the Block, The Rise of Turkey’s Militant Youth”, Foreign Affairs, September 23, 2015, https://www.foreignaffairs.com/articles/turkey/2015-09-23/new-kurds-block).
Elbette, Batı’daki bir-iki değerlendirme ve yazıyla Türkiye’yi ele almak mümkün değil. Ne var ki, söz konusu yazıların yoğunluğu bir hayli arttı. Aslında, ister istemez bir sürecin sonuna doğru gelinmesi, farklı kalemlerden benzer ifadelerin dile getirilmesine neden oluyor. Şöyle ki, 2011’de Suriye’de başlayan olaylar, 2001’den beri süren bir deneyin final bölümünün sahnelenmesine neden oldu. ABD, 2001 sonrasında, RAND’ın sosyal laboratuvarlarında üretilen senaryolarda olduğu gibi, 11 Eylül’de kendini korkunç bir saldırıyla deşifre eden “radikal İslam”a karşı, “Ilımlı İslam”ı öne sürmeye çalıştı (RAND Project Air Force, “The Muslim World after 9/11”, Prepared for the United States Air Force, http://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/monographs/2004/RAND_MG246.pdf), (Cherly Benard, “Civil Democratic Islam”, RAND National Security Division, Library of Congress Cataloging-in-Publication Data, 2003, http://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/monograph_reports/2005/MR1716.pdf), (RAND Center for Middle East Public Policy, Angel Rabasa Cheryl Benard, Lowell H. Schwartz, Peter Sickle, “Building Moderate Muslim Networks”, http://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/monographs/2007/RAND_MG574.pdf), (Cherly Benard, “Five Pillars of Democracy”, RAND, http://www.rand.org/pubs/periodicals/rand-review/issues/spring2004/pillars.html).
Bu raporlara benzer pek çok metin, ABD yönetici elitinde tartışıldı; “Amerika yeniden keşfediliyor” gibi, İslam’ı “ılımlı” çerçevede keşfetmeye, İslamcı perspektifle liberal demokrasileri, “oxymoron” zeminde meczetmeye çalıştılar. Buradan da “muhafazakar demokrat” ya da “Müslüman demokrat” bir siyaset oluşturabileceklerini, yine “oryantalist” bir çerçevede tahmin ettiler. Ülkemiz bu çerçevede ana zemin gibi görülse de, hedef Ortadoğu’da piyasa ekonomisi ve demokratik bir İslamcılıkla iç içe geçmiş, Batı açısından sorun yaratmayacak yeni rejimler oluşturmaktı. Laik Türkiye’de ılımlı İslam, rejimin seküler yapısından bir geriye gidişti, ne var ki, Türkiye özelindeki deney tutarsa, Ortadoğu’da İslamcı ve Batı’yla sorunu olmayan “dost rejimler”i üretmek mümkün olabilirdi.
Evdeki hesap, elbette çarşıya uymadı… 2011’deki “Arap Uyanışı” sonrasında, ne ılımlı İslam, ne de liberal bir siyaset ortaya konuldu, fakat Batı’nın ürktüğü “radikal İslam”, Libya’dan Afganistan’a uzanan coğrafyada etkinleşti. Ulus-devlet sınırlarını tartışmaya açan neo-liberaller, şimdi sınır tanımayan IŞİD gerçeği ile karşı karşıyalar…
1916 Sykes Picot ve 1920 San Remo ortamında, Batı’nın o günkü gereksinimleri doğrultusunda oluşturulan mandalar ve devletleşen halleri, 1991-2003 1. ve 2. Körfez Savaşları, 2011 sonrasındaki “Arap Uyanışı”yla adeta çözülmeye başladı, devlet yapıları deyim yerindeyse “peynir gibi dağıldı”. Suriye özelinde yaşananlar, Türkiye’deki “Stratejik Derinlik” başlığındaki İslamcı hayalleri yerle bir etmekle kalmadı, imparatorluk hayalleri yüzeyindeki Ortadoğu yaklaşımı, yerini mevcut ulus-devlet sınırlarını korumaya bıraktı.
Aslında gelinen aşamadaki en önemli süreç, Ukrayna krizi ve Kırım işgalinin ardından, Rusya’nın Doğu Akdeniz’e kalıcı olarak dönmesidir. ABD’nin gökdelenlerinde, lüks plazalarda, düşünce kuruluşlarındaki İslamcı deneme-yanılmalar, Soğuk Savaş sonrası Rusya’ya önemli bir konumlanma olanağı sağladı. Gürcistan-Rusya arasında Ağustos 2008’de Kafkas Savaşı sürerken, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Moskova ziyareti gözlerden kaçmıştı. Söz konusu ziyarette, SSCB’nin Lazkiye yakınlarındaki Tartus deniz üssünün, Rusya adına tekrar açılması konusunda uzlaşılmıştı. Suriye kaosuyla birlikte, Rus donanması Doğu Akdeniz’de hem deniz gücünü, hem de Suriye’de genişleyen üsleriyle kara ve hava gücünü arttırdı. Suriye-Irak derinliğinde, IŞİD’in yayılmacı siyasalarına karşı, Rusya-İran destekli Esad yönetiminin konumu işaret edicidir. Suriye sonrası tartışılırken, Esad sonrasının olmayabileceği ele alınıyor. Bu çerçevede Şam-Lazkiye hattında “daraltılmış Esad’lı Suriye”, Rusya-İran açısından oldukça verimlidir. Putin BM’deki son konuşmasında IŞİD’e karşı Suriye’de savaşan güçler olarak, Esad yönetimi ve PYD öncülüğündeki Kürt hareketini övmüştür. “Esad’lı geçişin” mümkün olabileceği, Türkiye’de mahçupça ifade edilirken, Suriye özelindeki politika, 2000’lerdeki bölgesel siyasanın sarsıldığını göstermektedir. İktidar partisi yöneticilerinin “Esad’la görüştüğümüz için bizi kınıyorlardı” dediği Batı, Esad’a karşı mesafesini korumuş gözükmekle birlikte, Rusya’nın dahil olduğu denklemde, “ortalama bir çözüm” aramaktadır. Tabii bu arada milyonlarca insan mülteci durumuna geldi, yüzbinlerce insan yaşamını kaybetti, pek çok insan sakat kaldı, Avrupa “mülteci sorunu”yla, kendi çelişkilerini, bizzat kendi kıtasında, toplumlarının içinde yaşamaya başladı. Batılı başkentlerin kamuoylarının, kendi ülkelerinde, çözümle ilgili baskısı arttı.
Şimdi de “oyun bitti, herkes evine” deniliyor. Bu arada ülkemiz, parçalanan Ortadoğu coğrafyasında, kendi bütünlüğü, toplumsal alaşımı, siyasal ve ekonomik istikrarı açısından, yazının başında dile getirdiğimiz zeminde, “kanlı iç savaş senaryoları”yla ele alınmaya başlandı. Batılı ülkeler ve siyasaları, elbette uzun uzun ve haklı gerekçelerle eleştirilebilir. Ne var ki, “Stratejik Derinlik”teki politikalar, artık misyonunu tamamlamıştır. Fabrika ayarlarına dönerken, siyaseti de yeni baştan ele almak, demokrasiye her zamandan daha fazla sahiplenmemiz lazım… Ve bu restorasyonu uygularken, ABD müttefiği, NATO üyesi, Avrupa Konseyi kurucu üyesi ve AB giriş sürecinde olduğumuzu unutmadan hareket etmek gerekiyor.
Bu kırılgan coğrafyada, modernleşmedeki farkımız, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in nitelikleri bir yana bırakılırsa, “devletsizlik” belasının, bulaşıcı olduğu, her zaman zihnimizin bir tarafında kayıt altında kalmalıdır. Tarihin hükümleri acımasızdır…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ