GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MEDYA-SİYASET İLİŞKİSİ

upa-admin 02 Aralık 2015 3.059 Okunma 0
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MEDYA-SİYASET İLİŞKİSİ

Basın ve yayın tarihi boyunca, medya-iktidar ilişkileri en önemli tartışma konularından birisi olmuştur. İktidarlar, basına yönelik olarak yasal veya yasal olmayan bazı uygulamalarda bulunmaktadırlar. Medya gücünü elinde bulunduranlar da, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, sahip olduğu sınırsız imkanlarından yararlanmak amacıyla sahip oldukları medya kuruluşlarını bu amaçlar doğrultusunda kullanabilirler. Bu noktada, yasama, yürütme ve yargıdan sonra medyanın dördüncü güç haline geldiği zaten bilinen bir kavramdır. Günümüzdeki gelişmeleri daha iyi kavrayabilmek adına, bağımsızlığı ve hatta özerkliği bile sorgulanan medyanın politikayla olan ilişkisini tanımlamak amacıyla, öncelikle post-modernizm kuramının ne anlama geldiğini sorgulamalı, daha sonra ise bu bağlamda iç içe geçmiş iki halkaya benzeyen siyaset ve medyanın ilişkisini incelemeye yönelmekte yarar vardır.

Post-modernizm; tüketiciyle ilişkinin ön planda olduğu, teknoloji hakimiyetindeki toplumların konumunun irdelendiği ve modernist anlayışı eleştiren bir kuramdır. Bu açıdan, yukarıdaki önermede neden modernizm yerine post-modernizm kavramının kullanıldığı daha iyi anlaşılacaktır. Post-modern dünyada, kültürler birbirine entegre olmuş durumdadır. Norbert Elias’ın metaforu doğrultusunda hareket edersek; dünya ayrı kutuplar halinde değil, bir bütün olarak oynanan bir satranç tahtasına benzemektedir. Bu oyundaki karşılıklı hamleler, bizim şimdiki ve gelecekteki planlarımızı etkilemektedir. İşte post-modern dünyada, medya-siyaset ilişkilerini bu çerçevede incelemek gerekmektedir.

Medya, sadece demokratik ülkelerde değil, demokrasi dışı yönetimlerde de halkın desteğini kazanmak veya halkı istenilen doğrultuya yönlendirmek yani rıza üretmek amacıyla kullanılan bir araç olarak önemi inkar edilemez bir güçtür. Tarihin her döneminde bu ikili ilişki süregelmiştir ve özellikle yazılı basının günden güne önemini arttırmaya başlaması ve post-modern çağa adımımızı atmamızla birlikte etkisini iyice arttırmıştır. Özellikle televizyon mecrasının geniş kitlelere ulaşabilecek ve onları etkileyebilecek hale gelmesiyle birlikte, bu etki daha da yükselmiştir. Türk basın tarihine baktığımızda, bu ikili ilişkiyi net olarak görebilmemiz mümkündür.

Türk basını, Tanzimat dönemindeki oluşumundan itibaren daha çok devlet desteği ve buna bağlı olarak devlet güdümünde bir görünüm sergiledi. Osmanlı Devleti’nde Tanzimat döneminde yapılan reformlardan biri olan eyalet sisteminden vilayet sistemine geçilmesiyle birlikte, her ile devlet eliyle kurulan ve bir nevi günümüzde resmi gazete niteliğinde olan ve çıkarıldığı ilin halklarının dilinde basılan devlet gazeteleriyle Türk basını ortaya çıkmıştır. Çıkışındaki devlet etkisi, tarih boyunca Türk medyasının peşini bırakmadı. Başlangıçtan itibaren Türk basınının genel görünümü -çok kısa dönemler hariç- devlete olan bağımlılığı ve devletçi tavrı oldu.(1) Nitekim bahsedilen Tanzimat dönemi, toplumsal ve hukuki bir ihtiyaçtan ziyade siyasi bir amacı gerçekleştirmek niyetinde olan bir manevra idi.(2)

Bu açıdan, yukarıdaki görüşler post-modern dünyada daha karmaşık bir biçimde tekrar etmekte ve özgür medya iktidar baskısıyla en başta bahsedildiği gibi bağımsızlığını kaybetmektedir. Aynı zamanda halk nezdinde de güvenirliğini de hızlıca yitirmektedir. Bu noktada, özgürlüğün demokrasiyle olan ilişkisini incelememiz siyaset medya arasındaki iç içe geçmiş halkaları daha net çözümlememizi sağlayacak bir araç olacaktır. Özgür medyanın demokrasi için gerekli bir şart olduğu görüşünün iki bileşeni vardır. Birincisi, medyanın hükümet üzerinde bir gözlemci gibi çalışmasıdır. İkincisi, bilgi sahibi ve eleştirel olabilen vatandaşlar için basının zorunlu bir şart olmasıdır.(3) Kaldı ki, bilindiği üzere demokrasi tüm sınıfların, tüm ideolojilerin, iktidarın, muhalefetin yöneten ve yönetilenlerin dilinden düşürmediği, savunduğu, arkasına saklandığı vazgeçilmez bir sözcük haline gelmiştir. Ayrıca unutulmamalıdır ki demokrasi rejimi halkın onayına en çok ihtiyaç duyan yönetim şeklidir. Bu açıdan bakıldığında da, medya, demokrasiyle yönetilen ülkelerde medya tartışmasız onay ve ikna araçlarından birisi haline gelmiştir.

Umberto Eco, iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’dan alıntı yaparak şöyle bir yorum getirmiştir: “Enformasyon artık alınıp satılan, ekonomik ticaret eşyası üretmekte kullanılan bir araç değildir; çünkü enformasyonun kendisi alınıp satılan bir meta haline gelmiştir.”(4) McLuhan, burada enformasyon kavramını post-modern dünyada alınıp satılan bir nesne haline dönüştürürken, iktidarın ticari emeller uğruna medya üzerinde nasıl bir baskı kurabileceğini ve onu nasıl manipüle edebileceğini de gözler önüne sermiştir. Bu bağlamda, “Holdingleşen Medya” o denli güçlenmiştir ki, uluslararası ekonomik sistemin çok önemli bir parçası haline gelmiştir.  Örneğin 1990’larda Rupert Murdoch’a ait uluslararası medya şirketi News Corporation’un ekonomik bir krize girmesinin, tüm Batı ekonomik sistemlerine yan etkileri olabileceğinden söz edilmekteydi.(5) Siyasileşen, holdingleşen ve ticarileşen medyaya ülkemizde Gezi olaylarına verdiği destekle gündeme gelen Amerikalı tarihçi ve filozof Noam Chomsky, şu şekilde yaklaşmıştır: “Ticari medyanın çoğulculuğu sağlamak bir yana liberal demokrasi içinde imtiyazlı kesimleri halkı kavrayışı ve katılımı tehdidinden koruyan uyanık bekçi olduğunu öne sürmektedir.”(6) Bu fikirden yola çıkarak, post-modern dünyada siyaset ve medya arasında karşılıklı bir hizmet olduğu fikrine ulaşmak mümkündür. Medya, iktidara zaten halihazırda tüm ayrıcalıkları elinde bulunduran kesme daha fazla imtiyaz kazandırırken, iktidar sahipleri medyayı ekonomik olarak oldukça güçlendirmektedir. Medya mensupları gitgide gazeteciliğin işlevlerinin dışında başka işlevler edinmiş ve politikacı gibi davranmaya başlamışlardır, çünkü medya holdingleri içeriklerinde yalnızca medyayı değil başka sektörlerde yatırımlar da bulundurmaya başlamışlardır ve bu nedenle de devlet desteğini arkalarına almak onlar adına önemli bir unsur haline gelmiştir.

Türkiye’de de, 1980’lerden sonra ABD’de Başkan Reagan, İngiltere’de Muhafazakar Parti lideri Başbakan Thatcher ve SSCB lideri Gorbaçov önderliğiyle yükselen liberal politikalarla birlikte holdingleşme düzenine giren medya çarkının tamamen bir parçası olmuştur. Bu yeni kurulan düzen, tüm dünyaya küreselleşme adı altında sunulmuştur.

UNESCO’nun hazırladığı ünlü McBride Raporu’nda, medyanın işlevleri sıralanırken öncelikli olarak “haber ve bilgi sağlama” görevine dikkat çekilmiştir; çünkü her birey, haber alma hakkına sahiptir. Günümüzde büyük medya kuruluşlarının bizlere sağladığı bilginin manipülasyona uğrayarak servis edildiği göz önünde bulundurulduğunda, medyanın en önemli işlevini yerine getirmediğini görmekteyiz. Kendilerini muhalif olarak tanımlayan ve hükümet sempatizanı olmadığını vurgulamaya çalışan yayın kuruluşları dahi kendi ideolojilerini benimsetmeye çalışmaktadır. Artık okuyuculara, dinleyicilere ve izleyicilere gerçek haber değil yorum sunulmaktadır. Böyle bir ortamda, özellikle eğitim bilinci ve siyaset ahlakı yerleşmemiş üçüncü dünya ülkelerinde halkın kutuplaşma süreci kaçınılmazdır. Merkezi idareden ayrı bir kamu tüzel kişisi olan RTÜK ve TRT gibi kurumların bile siyasal iktidarın bir organı olarak çalıştığı, idari vesayetin sınırsız biçimde uygulandığı bir ülkede ise bu süreç çoktan başlamıştır bile.

Tüm açıklamalardan şu sonuca varmak mümkün olacaktır; Demokrasinin ve çağdaş bir anayasanın var olamadığı ortamda, hür iradeye sahip bir basından bahsetmemiz söz konusu olamayacaktır. Post-modern çağda iç içe geçmiş bu halkaları ayırabilmemizin en önemli koşullarından biri olarak karşımıza en başta demokrasi çıkmaktadır. Demokrasiyle birleşen hukuk devleti olgusu da siyaset ve medyanın karşılıklı bağımlılığını görece de olsa zayıflatma şansına sahiptir. Dileğim basın özgürlüğünün dünya üzerindeki tüm “ileri” veya “geri” demokrasilerinde içselleştirilebilmesi, muhalif veya iktidar sempatizanı tüm gazetecilerin toplum ve ülkenin ortak faydasını her şeyin önüne gözetebilmesidir…

Justin Trudeau’nun dediği gibi sene olmuş 2015!

Temmuz Yiğit BEZMEZ

DİPNOTLAR

  1. Nilgün Gürkan, Türkiye’de Siyasal Tıkanma ve Medya, s. 104.
  2. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 169.
  3. John O’Neill, Piyasada Gazetecilik Yapmak, s. 40.
  4. Umberto Eco, Göstergebilimsel Bir Gerilla Savaşına Doğru Enformasyon Devrimi Efsanesi, s. 94.
  5. William Shawcross, Medya İmparatoru Rupert Murdoch, s. 16.
  6. Noam Chomsky, Medya Gerçeği, s. 43.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.