13 Mart 2016’da başkent Ankara’nın göbeğinde, Kızılay meydanında, bomba yüklü aracın infilak ettirilmesi sonucu, ne yazık ki, yine can kayıpları yaşandı; yurttaşlarımızı kaybettik, yüzden fazla yaralı ile ortaya kanlı bir tablo çıktı. Ulusumuza baş sağlığı dilerken, yine ortaya birbirinden gizemli komplo teorileri atıldı, kerameti kendinden menkul stratejistler, buradan hangi odakların ülkemize ne mesaj verdiklerini, daha saldırı gecesi tartışmaya başladılar.
Dikkat edilecek olursa, Ankara, Ekim 2015’ten beri sarsılıyor. Ankara Garı’ndan Merasim Sokak’a, oradan Kızılay meydanına uzanan “terör fırtınası”, çok açık biçimde, ülkenin bütünlüğüne, toplumun huzuruna ve devletin varlığına yönelik bir içerik taşımaktadır. Terörün, insanlık dışı, her tür ulusal ve uluslararası normu reddeden, vahşi yapısına rağmen, günümüzde ne yazık ki bir siyasal yöntem olarak kullanıldığını bir yerlere kaydetmekte fayda bulunmaktadır. Dolayısıyla, Ortadoğu’daki belirsizlik, Doğu Akdeniz’den Basra’ya uzanan hatta devletsiz bir coğrafyanın belirginleşmesi, ülkemiz açısından, “Pakistanlaşma” riskini içinde barındırmaktadır. Suriye “Afganistanlaştıkça”, ülkemiz “Pakistanlaşmıştır.” Afgan mücahitlerin Sovyet işgaline karşı verdiği mücadelede, ABD’nin, mücahitleri Pakistan üzerinden desteklemesi, bir süre sonra, Pakistan-Afganistan sınırını, anlamsız hale getirmiş, hatta 11 Eylül 2011 olaylarında, El Kaide liderini barındırmakla suçlanan Taliban, Pakistan medreselerindeki, Afgan talebelerin oluşturduğu bir örgüt olarak yapılandırılmıştır. Bugün Taliban, sadece Afganistan’da değil, Pakistan’da da etkin bir örgüttür, hatta kamuoyu desteği sürecinde, Pakistan Halk Partisi ve Müslüman Birliği’nden sonra, üçüncü sırada gelmektedir.
Ülkemize yönelik cihadçı gruplarla çeşitli iddialar, artık karşımızda, “içimizdeki Suriye” gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Kendi yurtlarında yaşanan iç savaştan kaçan milyonlarca mültecinin arasına sızan, alfabenin hemen hemen bütün harflerinde sayılabilecek pek çok bölgesel ve küresel çaplı terör örgütü, ne yazık ki, irili ufaklı hücreleriyle ülkemizin içinde konumlanmıştır.
Üstelik ülke içinde, 1970’lerin başında yazılıp çizilmeye başlanan, demode post-modern fikirler, 2000’lerin başında, neo-liberal entelektüeller aracılığıyla pazarlanınca, kimliklerin siyasallaşması sonucu, ulusal alaşım ve dayanışma rafa kaldırılmıştır. Günümüzde Türkiye’de sosyalist sol’un erimesi, sadece Soğuk Savaş sonrasıyla açıklanamaz. Gün geçtikçe PKK terör örgütü ve siyasal uzantıları, sosyalist sol’u içinde eritmiştir. Bunun içine eski solcu, yeni neo-liberaller eklenince, toplumun hafızası askıya alınmış, yaşanan kaos ve belirsizlikler algılanamamıştır.
Eski başbakanlardan Bülent Ecevit, Türkiye’deki din anlayışının, Alevi ve Sünni’siyle, Araplardan farklı olarak, Tanrı korkusuna değil, Tanrı sevgisine dayandığını, bunun da tasavvufla insana yansıdığı ve Anadolu hümanizmasının biçimlendiğini, defalarca dile getirmişti. Atatürk, bu çerçevede devraldığı mirası, kimliklerin reddedilmediği ancak yurttaşlıkla ve sosyolojik ulusal tabanda harmanlanan bir zeminde, modern toplum yapısında, laik hukukla taçlandırmıştı. Bu topraklara asırlardan beri uğramaya cesaret edemeyen Vahabi-Selefi anlayışı, ABD düşünce kuruluşlarının laboratuvarlarında üretilen “Ilımlı İslam”la, taban bulmaya başladı. Suriye’de yaşanan süreçle, bu altyapı yoğunlaştı.
Pek çok terör örgütünün hedefi olan ülkemiz, PKK ve IŞİD’in, şehir merkezlerine yakın çevre semtler ve kırsal alandan devşirdiği yoksul aile çocuklarıyla, adeta bir “insan deposu” olarak kullanılmaya çalışılıyor. Sözünü ettiğimiz örgütlerden biri eylem yaptığında, bir kısım sosyal taban görmezden geliyor, “oh olsun” diyor.
Bu, iyi bir gidiş değildir. Post-modern muhafazakarlıktan, etnik kimlikçiliğe varan zeminde, ülkemizin parlamentosu, adeta kimliklerin siyasallaşarak temsil edildiği, Lübnan parlamentosuna dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Tarihten gelen gelenek, modern ve laik Cumhuriyet’le, çok partili yaşamla, demokrasi idealiyle taçlandırılan birikim, Ortadoğu odaklı, bölgesel liderlik hayallerine heba edilmemelidir.
Suriye’de Rusya’nın 14 Mart 2016’da ilan ettiği çekilme, “taktiksel” bir hamledir. Yanıbaşımızdaki Suriye, Kürt bölgesi, BAAS rejimi ve IŞİD arasında parçalanırken, bu ülkenin bakiyesi, içimize sosyal karmaşayla ithal edilmekte, AB ülkeleri, Türkiye’yi deyim yerindeyse bir “önleme karakolu” olarak kullanmaya gayret etmektedir.
Kamu düzeninin, sosyal barışın bozulduğu; bölgesel her tür fraksiyonun, Türkiye’de İslamcılık’tan etnikçiliğe, var olan diğer örgütlerle yeniden harmanladığı ortam, ne yazık ki bir felaket senaryosunun emareleridir.
O yüzden, Türkiye’ye “kim mesaj verdi” sorusundan önce, ülkenin DNA’ları olan, Atatürk Cumhuriyeti ve ulusal aydınlanmanın gereklerine, fabrika ayarlarına dönülmeli, Suriye’de istikrarın yeniden kurulması için gayret sarfedilmeli, ABD ve Rusya ile yeniden değerlendirmeler yapılabilmelidir. Bunun içine elbette İran cephesini, İsrail ile ilişkileri de katmak gerekiyor.
Yoksa son günlerde sıklıkla provası yapılan Suudi Arabistan önderliğindeki sözde İslam Ordusu gibi yapılarda figüran durumuna gelmek, ülkemize yönelik terör tehdidini daha da karmaşık ve kanlı hale getirecektir. Siyasi kıble Ankara’dır ve herkes aklını başına almalıdır…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ