FEMİNİZM VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER

upa-admin 18 Haziran 2016 7.740 Okunma 0
FEMİNİZM VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Özet: Feminizm, modern dünyaya farklı bir bakış açısıdır. Erkek egemen toplum yapısının kadın deneyimini dışladığını vurgular. Uluslararası İlişkiler disiplininde de aynı durum geçerlidir. Kadınlar ve deneyimleri yönetimde söz sahibi olursa, güç ve uluslararası politika anlayışı olumlu anlamda gelişecektir.         

Anahtar Kelimeler: Feminizm, Uluslararası İlişkiler.

 

Giriş

Güç, silahtan çıkan kurşun değildir ve yeniden tanımlanması gerekir. Feminizm, bunun bilinciyle uluslararası ilişkiler disiplinine farklı bir pencereden bakarak, erkek merkezli bir dünyayı sorgular ve kadınların kendi deneyimlerinin ve eylemlerinin de önem teşkil etmesini talep eder. Feminist uluslararası ilişkiler, tek sesli değildir. Henüz nihayete eremeyen bu mücadele, günümüzde hala önemini korumaktadır. Çoğu zaman gerçek anlamı dışında medyatik olarak kullanılan “feminizm” teriminin altının doldurulup, uluslararası ilişkiler disiplinini yorumlayışını açıklamak amacıyla bu çalışma kaleme alınmıştır. Bu amaçla, ilk bölüme “Feminizm, Cinsiyet ve İktidar” adı verilmiş, feminizmin kavramsal anlamı, çıkış noktası ve tarihsel süreci, cinsiyetlere bakış incelenmiştir. Daha sonra iktidar ile bağı üzerinde durulup, uluslararası politikayı nasıl yorumladığına değinilmiştir. Feminizmin üç ana dalı olan ampirik, analitik ve normatif feminizm, tek tek ayrı başlıklarda incelenmiş, sonuç kısmında ise konuyla ilgili genel yorumlar ile genel bir özet sunulmuştur.

Feminizm, Cinsiyet ve İktidar

Toplumsal hareketler otoritenin değişimini temsil etmektedir (Binici, 2103). Toplumsal bir hareket olan feminizmin tarihi Eski Çin’e kadar gitmektedir. Tarihte kadın ile ilgili sorunlar ve çalışmalar daima ülke içi bir durum olarak düşünülmüş, ulus aşabilme imkânı verilmemiştir. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Mary Wollstonecraft, “Vindication of the Rights of Woman” adlı çalışmasını yayınlamıştır. Fransız kadın devrimciler arasında o güne kadar gündeme getirilmeyen konuları tekrar açtığı için büyük ilgi görmüş, kamuoyunda yankı uyandırmıştır (Arı, 2013: 529).

İlk dalga feminizm, 1840-1850’li yıllarda kadınların oy hakkı talebi ile sahneye çıkmıştır. Gelen tepkiler kadınların işinin sadece annelik olduğu ve geri kalan olaylarda ön planda olmasına gerek olmadığı yönündedir. Hükümetlerce afişler yardımıyla ve yeri geldiğinde hakarete ulaşabilen eleştiri kanallarıyla hareketi durdurmaya çalışmıştır. Hatta “oy hakkı” (suffragette) kelimesi bile hakaret sözcüğü olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1900’lü yılların başında oy hakkı hareketi, çeşitli eylemlerle desteklenmiş ve güçlenmiştir. Kadınlar uzun süreli açlık grevlerine giderler. Eylemci kadınlar, erkek gibi oldukları, lezbiyen oldukları, çirkin oldukları gibi nahoş ithamlara maruz kalırlar. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle protestolar bir süreliğine durmuştur. Savaş, kadınların iş hayatına aktif katılımını gerektirmiş ve savaş sonrası feminist hareketin daha da güçlenmesine yardımcı olmuştur.

Oy hakkının kazanılmasından bir süre sonra hızı yavaşlayan feminist hareket, 1960’lı yıllarda şekil değiştirmiştir. “Kadının Özgürlük Hareketi (WLM)”nin talepleriyle daha radikal ve devrimci bir hal almış, “ikinci dalga feminizm” olarak adlandırılmıştır (Heywood, 2007: 86). Feminizmin ilk iki dalgası “kişisel olan siyasidir” söylevi üzerinden hareket etmiştir. Bananas, Beaches and Bases adlı çalışma siyasetin, özel ilişkiler, bireysel kimlikleri ve özel hayatları da kapsayan bir şey olduğunu ifade etmiştir (True, 2014: 317).

1970’lerde ortaya çıkan LGBT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Trans) hareketi en başından beri feminizmden beslenmiştir. “Üçüncü dalga feminizmin” doğmasına katkı sunmuştur. Queer kuramı adı verilen bu yaklaşım kadın-erkek, heteroseksüel-homoseksüel gibi soyut ve izole kalıplar yerine cinsel eylemlerin özgüllüğünü, maddiliğini, çeşitliliğini, geçişkenliğini ve bunların bireyler için taşıdığı farklı anlamları vurgular (Birdal, 2014: 171).

Feminizm, devlet merkezli uluslararası ilişiler ve uluslararası yapılar analizini reddeder.  Örneğin Kenneth Waltz, uluslararası sistemin anarşik doğasına ve devletler arasında sürekli çatışma haline dikkat çekerken, insan ve devlet arasında ilişki kurmaktadır. Fakat insan kelimesini adam (man) anlamında kullanmaktadır (Arı, 535).

Feminizmin önde gelen isimlerinden Tickner, Morgenthau’nun formüle ettiği realizmin altı ilkesini yeniden düzenler.

  • İnsan doğası kavramı, erkekliği model alan taraflı bir kavramdır.
  • Ulusal çıkar çok boyutludur, sadece güç ile tanımlanamaz, işbirliğini de içerir.
  • Gücün kontrol ve denetim tanımlaması erkekliği kayırmaktadır. Gücün kadınsı yönleri göz ardı edilir.
  • Ahlak ve siyaset arasında ayrım yoktur. Her siyaset ahlakla bağlantılıdır.
  • Uluslararası çatışmaların çözümünde belli evrensel ahlaki değerlerin aranması gerekir.
  • Özerklik kavramı Batı kültüründe erkekliğe özdeştir. Bu dar tanım kadın deneyimlerini siyasi alanın dışında tutar (Birdal, 173).

Feminizm, uluslararası güvenlik tanımını, kamu özel ayrımını reddederek, ev içi şiddet olgusunu da içine alacak şekilde genişletmiştir. Yurttaşlık kavramının militarize edilerek, sadece asker olabilen erkekleri kapsamasına karşı çıkmıştır. Savaşçı-yurttaşlık kavramından savunucu-yurttaşlık kavramına da geçilerek barışı sağlamanın daha kolay olacağı savunulmuştur (Birdal, 174). Hukuksal anlamda “hak sahibi birey” kavramının “mülk sahibi erkek” modeline dönüştüğünün ve bu durumun getireceği olumsuzlukların altı çizilmiştir. İnsan hakları alanında feminizmin etkisi tartışılamayacak boyutlardadır (Birdal, 177).

11 Eylül 2001 olayları feminizmin, devlet dışı aktörleri, marjinal grupları ve gücün alternatif kaynaklarını gündemde tutmasındaki ısrarını haklı çıkarmıştır (Arı, 531). Sadece askeri güce dayalı güç anlayışının yeterli olmayacağı acı bir şekilde tecrübe edilmiştir.

Özellikle 2000’li yıllardan itibaren feminizm çalışmaları artmış bununla paralel olarak farklı yaklaşımlar söz konusu olmuştur (Arı, 532). Türkiye’deki uluslararası ilişkiler literatürüne feminizm, 1990’lı yılların ikinci yarısından sonra girmeye başlamıştır (Birdal, 177). Uluslararası ilişkiler disiplinine yaptıkları katkıları daha iyi ayrıştırabilmek adına feminizm, ampirik, analitik ve normatif feminizm olmak üzere üç dala bölünmüştür.

Ampirik Feminizm

Ampirizm, Türk Dil Kurumu sözlüğünde “deneysel” kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ampirik feminizm, kadın ve cinsiyet ilişkilerinin uluslararası sahadaki durumuna dikkat çekmektedir. Uluslararası İlişkiler alanında kadın deneyiminin ya yok ya da bu deneyimlerin dünya politikasıyla ilgili olmadığı gibi yanlış bir önkabul söz konusudur. Oysa her alanda etkisi hissedilmektedir. Üçüncü Dünya ülkelerinde yoksulluğun yansıması kadınlar üzerinde daha belirgindir. Birleşmiş Milletler (2000) tahminlerine göre, gelişmekte olan ülkelerdeki toplam zirai faaliyetlerin yarısı kadınlar tarafından yapılmaktadır. Küresel piyasaların sistemde söz sahibi olmasıyla kadınların hem istismar edilmesi hem de özerkliğini kazanması kolaylaşmıştır. Dünyada hala çok sayıda kadın hizmetçi, “ithal gelin” ya da fahişe olarak gerek kendi devletinde gerekse farklı devletlerce istismar edilmektedir. Aynı şekilde küreselleşmenin etkisiyle sosyal hayatta kadınlar daha çok söz sahibi de olmaktadır. Kızların eğitimine katkıda bulunmak, dolaylı olarak eğitimli yeni bireylere, gelirlerin artmasına, özellikle az gelişmiş ülkelerde doğum oranlarını düşürme ile ekonomik kalkınmaya kapı açmaktadır (True, 321). Feminist araştırmalar, kadın-erkek eşitsizliğinin görece yüksek olduğu toplumlarda düşük olanlara göre daha müdahaleci ve sert güce dayalı bir yönetim sistemi olduğunu ortaya çıkarmıştır (Arı, 534).

Analitik Feminizm

Analitik feminizm, uluslararası ilişkilere yeniden düzen vermek gayesi güder.  Kadınlık ve erkekliğin, biyolojik anlamından bağımsız olarak bir sosyal inşa sürecinin sonucu olduğunu savunur. Özerk davranma, üstünlük, güçlülük, silah taşıma, halkı koruma gibi nitelikler, “erkeklik özellikleri” olarak anılmakta ve “erkek” kimliği buna göre şekillenmektedir. Örneğin, tecavüz hukuki olarak tanımlanırken bile konuya erkek bakış açısıyla yaklaşılmakta, herhangi bir zorlama yoksa kadının rızası vardır yorumu yapılmaktadır. Bu yapı içinde erkekler koruyucu, asker, kadınlar ise onları bu toplumsal göreve hazırlayanlar olarak görülmektedir. Böyle şekillenen bir güvenlik anlayışı, kas gücüne dayanır ve herkesin hayatını ve güvenliğini tehlikeye atarak güvenlik ikilemini sürekli besler (Arı, 536).

Normatif Feminizm

Normatif feminizm daha çok feminizmin uluslararası ilişkilerdeki teorileşme süreci ile ilgilenmektedir. Normatif feminist teorisyenler kadın aktivistlerin tecrübelerini insan hakları, çocuk hakları ve insani yardım gibi konularda dile getirmektedir. Duyarlılık etiği, feminist teorinin insani müdahale, çok taraflı anlaşmalar, barışın tesisi gibi konularda ve yaşanan ikilemlerde ne tür etik ilkeler benimseyeceğidir. Egemen bir devlete müdahaleden, kendi tarafından korunamayan insanlara yönelik bir sorumluluk hissetmeye geçişin, liberal etikten duyarlılık etiğine, yani egemenin (erkek ya da devlet) benliğine dair varsayımlarından öteki insanlara karşı da sorumluluk duygusuna sahip bir varsayıma geçiş anlamına gelmektedir (True, 339).

Bilgi siyasetine oldukça önem veren normatif feminizm, toplumsal cinsiyet farklılığının sadece dişil ve eril kimlikler arasındaki ilişkiyle değil, bu hiyerarşi içinde bilgiye nasıl ulaşılabileceği konusunu tartışır. İkili toplum yapısını (dişil-eril) sorgular. Bu iki yapının sürekli birbirini dışlama durumu öncelikle açıklanması gereken bir toplumsal inşa sürecidir (True, 341).

Sonuç

Dünyadaki en büyük azınlık olan kadınlar hak mücadelelerini yıllardır sürdürmektedir. Henüz, içinde yaşadığımızı iddia ettiğimiz bilgi çağına yakışır bir seviyeye ulaşamamıştır. Özellikle az gelişmiş ülkelerde kadın haklarının ve özgürlüğünün seviyesi hareketin başladığı andan ileriye gidememiştir. Günümüzde uluslararası kuruluşlar tarafından desteklenmektedir. Birleşmiş Milletler tarafından 1975-1985 kadın on yılı olarak kabul edilmiştir (Arı, 529).

2015 yılı itibariyle hikâyenin en başından beri çok fazla gelişme yaşansa da hala kadınlar dış politika kararlarını alan, uygulayan gerekirse savaşları yürüten kurumlar arasında eşit söz hakkına sahip olamamıştır. Simone De Beauvoir’ın sözleriyle ifade etmek gerekirse; “Dünyanın temsili, tıpkı dünyanın kendisi gibi, erkeklerin eseri; erkekler dünyayı kendi bakış açılarından tanımlıyorlar. Sonra da kendi tanımlarını mutlak hakikatmiş gibi sunuyorlar.”

 

Özge KOBAK

İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi

 

KAYNAKÇA

  • Arı, Tayyar. (2013). Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, MKM Yayıncılık, Bursa, 8. Baskı.
  • Birdal, Sinan M. (2014). “Feminizm”, Uluslararası İlişkilere Giriş, Ed. Şaban Kardaş, Ali Balcı, Küre Yayınları, İstanbul, ss. 169-180.
  • Heywood, Andrew. (2007). Siyaset, Çeviren: Bekir Berat, Ed. Buğra Kalkan, Adres Yayıncılık, Ankara.
  • True, Jacqui. (2014). “Feminizm”, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Küre Yayınları, İstanbul, ss. 315-347.
  • Binici, Özer. (2013). “Yeni Toplumsal Hareketler ve Feminizm”. http://akademikperspektif.com/2013/11/09/yeni-toplumsal-hareketler-ve-feminizm/.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.