İngiltere’nin Avrupa Birliği’ni (AB) terketmesi, Batı’nın bazı ciddi sorunlarını daha da öne çıkardı. Bu olayın bir tesadüf olmadığı anlaşıldı. Avrupa’nın büyük devletlerinin jeopolitik çıkarları için her yolu denediğine şüphe yoktur. “Brexit” de, bir anlamda, buna olan tepkilerden biridir. Demokrasiden, insan haklarından, işbirliğinden ve adaletten ağız dolusu konuşanlar, bu kararın ardından bir anda başka bir sima aldılar. Şimdilerde Avrupa’nın diğer büyük devletleri İngiltere’den yakında canlarını kurtarmaktan söz ediyor ve İngilizlerin bir daha AB’ye geri dönmemesinden bahsediyorlar. Ancak İngiltere’yi Birlik’ten dışarı atan jeopolitik çıkarlar ve çifte standartlar politikası, AB’de aynen kalıyor ve dolayısıyla bölünme de devam edecektir. Genel olarak, Avrupa’nın jeopolitik, siyasi ve kültürel durgunluğu daha da güçleniyor. Sonrası nasıl olabilir?
İngiltere’nin Avrupa Birliği’ni terk etmeye karar vermesinin olası jeopolitik sonuçları hakkında uzmanlar kapsamlı analizler yapıyor ve çeşitli tahminlerde bulunuyorlar. Onlar, bu olayın nedenlerine de ayrıca önem vermektedirler. Bu, rastgele olmayıp, uzun yıllardır Batı siyasi coğrafyasında yaşanan siyasal süreçlerin doğrudan sonucudur. Meseleye daha geniş jeopolitik düzlemde bakıldığında, “Brexit”in, Batı için bir çok anlamda şimdiye kadar gözlemlenen negatif durumlardan çok daha güçlü bir darbe olduğunu görebiliriz.
Jeopolitik bağlamda bunun esas ilginç yönü, İngiltere’nin bu adımı Avrupa’nın bağımsız jeopolitik bir güce dönüştüğü bir aşamada atmasındadır. Birkaç yıldır, Berlin, AB’nin küresel ölçekte söz sahibi olan bir güce dönüşmesi için ciddi faaliyet göstermektedir. İki yıl önce Münih Uluslararası Güvenlik Toplantısı’nda Almanya Cumhurbaşkanı bu konuda açıkça konuşmuştu. Zaten Alman yönetiminin attığı adımlardan da bu husus net şekilde görülmektedir.
Doğru, bu durum İngiltere ve Fransa’yı biraz “sıkıyor”. Çünkü onlar da, tarihsel olarak kıtada söz sahibi oldular ve Almanlarla bazı özel “hesapları” da halen hafızalarında yer alır. Fakat Alman ekonomisi, Avrupa’da en güçlü ekonomisidir ve giderek Birliğin tüm üye devletlerini de etkisi altına almaktadır.
İlk bakışta, AB’nin dünya siyasetinde rol oynamasına hizmet eden siyaset, başkaları gibi Londra’yı da tatmin etmeliydi. Ancak uzmanlar, burada “İngilizlerin emperyal egosu”nun baş kaldırdığı kanaatindedirler. Somut olarak söylersek, İngiltere’nin imparatorluk geçmişi ve kudreti, onun daha bağımsız ve federal işbirliği dışında bazı özel imtiyazlara sahip olmasını gerektiriyordu. Bu bağlamda, İngilizler kendilerini sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada bile daha üstün kabul ederler. Gerçekte ise, bu iddia, AB’de bölünmeye yol açtı. Churchill’in ifadesiyle, bir daha ispatlandı ki, “İngiltere’nin daimi dostları yoktur, daimi çıkarları vardır”. Kuşkusuz, “Brexit”, bu anlamda jeopolitik bir boyut taşımaktadır. Bu açıdan, “Brexit”, şimdilerde Avrupa’daki bölünme süreçlerinin itici faktörü olarak da değerlendirilebilir.
Burada biraz geçmişe dönmeye ihtiyaç vardır. Geçen yüzyılın 90’lı yıllarında, SSCB ve Varşova Paktı çöktükten sonra, Batılı politikacılar herkese entegrasyon dersi vermeye çalışıyorlardı. İlk derslerden biri, çokkültürlülükle ilişkiliydi. Şimdi açıkça görülmektedir ki, bu, daha çok kötü düzenlenmiş bir seçmeli derse benziyordu. Çünkü başkalarına hoşgörü, farklı kültürü kabul etme ve birleşme tavsiyesi verenlerin kendileri, bunu hiçbir zaman yapamadılar. Öncelikle, Avrupa siyasi militanları çokkültürlülük konusunda tutarlı olmadılar ve bunu başarısız bir proje saydılar. Sonra ise, Avrupa’nın köklü milletleri birbirleriyle anlaşamadı. “Brexit” gösteriyor ki, sözde farklı kültürlerin diyaloğundan konuşanlar, amelde birbirinin jeopolitik iddialarını hiç de kabul etmezler. Bu nedenledir ki, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, Batı, uluslararası alanda kendi nüfuzunu ve ona olan güvenini kaybetmeye başladı ve bu süreç halen devam ediyor.
İş öyle bir yere gelmiş ki, uzmanların itirafına esasen, Batı’da ve Avrupa’da uluslararası hukuka sadece uyulmamakla yetinilmiyor, hatta onu alçaltıcı bir tutum da sergileniyor. Ortadoğu’da, Doğu Avrupa’da, Güney Kafkasya ve başka bölgelerde görülen olaylar, bunu tam olarak onaylıyor. Öyle ki, Ortadoğu’da sivil insanlar topluca katlediliyor, binlerce insanlar evlerinden göç etmek zorunda kalıyorlar. Batı ise, onlara yardım etmemekle ve haklarını korumamakla yetinmiyor; onları (göçmenler) sıradan insan bile saymıyor, hakaretler yağdırıyor ve göçmenleri kabul etmemek için özel programlar hazırlıyorlar. Müslüman göçmenlere, siyasi lider seviyesinde bile hakaret ediliyor, onların her adımda hakları çiğneniyor ve kişilikleri aşağılanıyor. Devletlerarası ilişkiler düzeyinde de durum aynıdır. Ama bir şey tamamen açıktır ki, tüm bu gelişmeleri ve sorunları yaratan da, çözmek ve ayarlamak isteyen de aynı devletlerdir.
Bu bağlamda, Batı ve Avrupa için çifte standartlar politikası artık bir kurala dönüşmüştür. Güney Kafkasya’daki çatışmalarda bunu somut görebiliriz. Zira Batı, Ermenistan’ın saldırganlığını çeşitli yöntemlerle örtbas etmeye çalışıyor, bölücülere mali, siyasi ve ekonomik destek veriyor, onların seferlerini düzenliyor ve onları ekonomik yaptırımlardan koruyor. Uluslararası kuruluşlarda kabul edilen kararlara, belgelere bile önem verilmiyor. Sanki onlar yoktur. Sır değil ki, Ermenistan-Azerbaycan arasında yaşanan Dağlık Karabağ çatışmasının çözümünde arabuluculuk yapan AGİT Minsk Grubu eşbaşkanları, aslında 20 yılı aşkın bir süredir Ermenistan’ı savunuyorlar. Onlar, saldırganı yerinde oturtmak yerine, zaman zaman Azerbaycan’a karşı çirkin kampanyalar yapıyorlar. Tüm dertleri şudur ki, Azerbaycan, topraklarını işgalden azad etmesin. Gerçek, acı da olsa, bundan ibarettir.
Aynı zamanda, bazı ülkelerde “renkli devrimler” denilen ve milli devletçiliği dağıtan süreçlere kimler destek veriyor? Elbette, Batı’nın “demokrat”ları! Artık onlar nedeniyle, birçok ülke çeşitli müdahaleler sonucunda tarihlerinin en karışık aşamalarını yaşamaktadırlar. Bütün bunlar göstermektedir ki, bugün dünyayı kontrol etme iddiasında olan devletlerin liderleri ve onlara destek olanlar, stratejik açıdan tehlikeli bir tutum sergilemektedirler.
Aslında, bunun somut bir nedeni de var. Mesele şu ki, Batı’da, özellikle Avrupa’da, önemli etken olarak adalet, tarafsızlık ve hukuk değil, jeopolitik çıkarlar kabul ediliyor. Bunu doğrulayan binlerce olgu vardır. Örneğin, Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ çatışmasına doğrudan jeopolitik çıkarlar çerçevesinde yaklaşıyorlar. Öyle olmasaydı, BM Güvenlik Konseyi’nin kabul ettiği 4 kararın gerçekleşmesi için ciddi faaliyet gösterirlerdi. Erivan’dan işgal ettiği topraklardan derhal çıkmasını talep ederlerdi. Nasıl ki Libya’yı BM GK’nun kararı kabul edildiği zaman bombaladılar, Suriye’yi dağıttılar, ama bir cüce Ermenistan’ı istila ettiği bölgelerden çıkaramıyorlar? Acemi kişi bile bu bahaneye inanmaz. Çünkü gerçeklik şu ki; Batı adaleti değil, kendi jeopolitik çıkarlarını esas tutuyor. Halen de bu eğilim devam ediyor.
Bakın, hatta ruhani lider Papa bile siyasetçi gibi davranıyor. O, işgalci Ermenistan’a sefer ediyor ve dünyaya sözde “soykırım” mesajı veriyor. Bu ise, Ermenistan’a destek çağrısı yapmaktır. Düşünün, on binlerce Müslüman’ın katili, bölgede terörün kaynağı olan bir ülkeye, bir din görevlisi yolculuk ediyor ve Allah’tan onun hıfz olunmasını istiyor. Bunun anlamı nedir?
Papa, Erivan’da beyan ediyor ki, Hıristiyanlara baskı yapılıyor. Ancak nerede ve kim yapıyor bunu? O, “Ermeni soykırımı”ndan söz ediyor, ama bir kelime olsun, Ermeni terörünün kurbanlarından bahsetmiyor. Hıristiyanların Papa’sının belleği iyiyse, birkaç yıl önce Hocalı’da Müslümanlara karşı işlenen soykırımı, en azından bir kelime ile anardı. Bunun yerine, Hıristiyan dünyasına mesaj veriyor ki, Güney Kafkasya Müslüman kültürünü yıkan bölücü Ermenilere yardım edin, onların gelişimine destek olun. Genel olarak, Papa, saygın bir din adamı olarak, komşu bir devletin topraklarını işgal etmiş ve binlerce sivil insanı, özellikle yaşlı, kadın ve çocukları katletmiş bir ülkeye yolculuk etmemeliydi. Etse de, en azından, belirli gerçekleri din kardeşlerine söylemeliydi. O, bunu yapmadı. Fakat bu davranışın siyasi tarafı oldukça düşündürücüdür – dünya Katoliklerinin Papa’sı ile jeopolitik çıkarları üstün tutan politikacılar arasında bir fark olmalıydı!
Görülüyor ki, “Brexit” normal bir süreçtir. Bu, Batı siyasetinin, bakış açısının ve ideolojisinin başarılı olmadığını göstermektedir. Bunun da temel nedeni o oldu ki, son üç yılda tek lider ve öncü güç olarak Batı Avrupa (AB), uluslararası ilişkilerde ve dünya ülkelerinin karşılaştığı süreçlerde adil, yapıcı bir tutum ve yaklaşım ortaya koyamadı. Tüm alanlarda sadece liderliği sağlamaya yönelik iddiaları ise, yeni dünya düzenini oluşturmak için yeterli değildir. Unutulmamalıdır; aşırı iddialar bumerang olabiliyor.