Cephe savaşlarının sona erdiği bugünün yeni devletlerarası düzeninde, uluslararası aktörler, devlet dışı örgütler ile vekalet savaşları yürütüyor. Bilhassa Birinci ve İkinci Körfez Savaşları sonrası Orta Doğu’da toplumsal infiale yol açan terör faaliyetleri neticesinde, bölge halkı korkutularak ve sindirilerek cebren yurtlarını terk etmelerine altyapı hazırlanıyor. Terör korkusu ile ülkelerini terk etmek zorunda kalan bölge insanı, “mülteci” sıfatı ile sınır ülkelerine sığınmak zorunda kalıyor.
Terör nedir?
1977 Avrupa Sözleşmesi’ne göre, terörist eylemler; adam kaçırma, rehin alma ve ya da özgürlüklerin yasadışı yollarla sınırlandırılması eylemleri, bomba, roket, otomatik ateşli silahlarla saldırı gibi eylemler olarak sayılıyor. Dolayısıyla, uluslararası hukuk bağlamında da Orta Doğu’da yaşanan eylemlerin terör suçu olarak sayılmasında bir engel görünmüyor. Asıl mesele, terör sonucu yurtlarından zorla terk ettirilen insanların sığındıkları ülkeler içindeki statüsünün ne olacağı ve bunun o ülkelerin ulusal güvenliğine tehdit teşkil edip etmeyeceği.
Sığınma hakkı
Uluslararası hukuk kaidelerince sığınma ya da iltica, bir kişinin uyruğunda olduğu devletin ülkesini çeşitli baskılar ya da ayrımcı yasal kovuşturmalar sebebiyle terk ederek, yabancı bir devletin ülkesine girmesi ve bu devletin korumasını aramasıdır. Geleneksel olarak ise, sığınma hakkı, bir devletin uyruğunda bulunduğu ya da ikamet ettiği devletteki baskılardan kaçan yabancıların ülkesine girmesine ve ülkesinde kalmasına izin verme hakkını belirtiyor. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesinde herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınma hakkı bulunduğu ve bunun adi suçlular için uygulanamayacağını bildirmektedir. 1951 Sözleşmesi’ne göre ise, sığınılan devlet, ilkesel olarak sınır dışı etmeme yükümü altındadır. Fakat bu sözleşme bile, ulusal güvenlik ve kamu düzenini bozma gibi nedenlerle devletlerin mültecileri sınırdışı etme hakkını saklı tutuyor.
Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.
Türkiye’de bugün belki de en çok tartışılan konuların başında Suriye’deki terörden Türkiye’ye kaçan Suriyeli mültecilere verilecek vatandaşlık statüsü gelmektedir. Vatandaşlık, teorik bir ifadeyle, anayasa ile yönetilen ülkelerde anayasada vaat edilen haklardan yararlanması ve politik katılım hakkı verilmesi şeklinde ifade edilebilir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 66. maddesinde yer alan “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesi ile, Türkiye’deki Suriyeli mültecilere de aynı hak ve yükümlülükler verilmiş olacak.
“Güvenli Bölge” hayata geçseydi, Türkiye’nin yükü ağır olmayacaktı.
Yasaya göre, 2011 yılında Suriye’den Türkiye’ye sığınmış olan nitelikli mültecilere vatandaşlık hakkı verilecek. Türkiye Arap Baharı’ndan bu yana bilhassa Suriye’de iç çatışmaların başlamasından bu yana yaklaşık 2,5-3 milyon Suriyeliye ev sahipliği yapıyor. Bu rakam, günden güne artıyor. Türkiye’nin Suriye sınırının güvenliği ise, Suriyelilerin ülkelerine tekrar geri dönmelerini sağlayacak “güvenli bölge” önerisinin bir türlü uluslararası kurumlarca kabul görmemesi nedeniyle sağlanamamış oldu. Dolayısıyla, Türkiye’ye uluslararası aktörlerce Suriyelilere vatandaşlık verilmesi dışında pek bir seçenek bırakılmamış oldu. Güvenli bölge sayesinde, ülkesinden kaçan insanlar için daha kontrollü bir yaşam alanı sağlanacak ve buranın güvenliği de uluslararası güçler tarafından korunacaktı. Fakat herşeyin ötesinde, Rusya ile yaşanılan uçak krizi, bu ihtimali neredeyse tamamen ortadan kaldırdı.
Suriyelilerin Türkiye toplumuna entegrasyonu en kritik mesele.
Suriyeli sığınmacıların Türk vatandaşlığına alınmasının sosyal bir refleks oluşturması doğal. Nitekim Körfez Savaşı sonrasında Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sığınanların bir kısmının terör örgütlerine yardım ve yataklık yapması ve istihbarat sağlaması hala hafızalarda yerini koruyor. Burada Türkiye’nin dikkat etmesi gereken en önemli husus, vatandaşlığa alınacak olanların ülkelerinde herhangi bir yasadışı faaliyette bulunmamış olmasıdır. Bu noktada, Türk istihbaratına büyük bir sorumluluk düşüyor. Bir diğer önemli husus, Suriyelilerin toplumda kabul görmesi ve entegre olabilmesi noktasında iki tarafın da göstereceği hassasiyettir. Mağdur olarak, Suriyelilerin, kendilerini üstün veya dışlanmış gibi hissederek farklı oluşumlar içine girmesi, Türkiye’de büyük sancılara neden olacak ve toplumsal krizleri tetikleyecektir.
Hülasa, Suriye’deki ateş daha uzun bir süre sönecek gibi görünmüyor. Yaklaşık 1100 km’lik güney sınırında, Türkiye, kapısında daha fazla sığınmacı görmeye devam edecek. Bunların hangilerinin masum olduğunu belirlemek oldukça güç. Fakat Türkiye de, uluslararası hukuk normlarınca sığınma hakkı isteyen bir insanı, suç işlemedikçe geri çeviremiyor. Yüksek nitelikli sığınmacıların, kuşkusuz ülke ekonomisine katkısı da olacaktır. Fakat Türkiye’de işsizlik oranlarının hala yüksek olmasının üzerine, bir de kısım kısım Suriyelilerin bu orana katılacak olması, ülke için ciddi bir sorun teşkil ediyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu yükü kaldırabilmesi için üretim kollarını çeşitlendirmesi ve iş sahalarını genişletmesi bir zorunluluktur.
Furkan KAYA