Küresel çapta yaşanan jeopolitik telatümler, çok sayıda güncel meseleleri ortaya çıkarıyor. Genel olarak, dünya düzeninin yenilenmesinin öneminden bahsediliyor. Bazı bölgelerde meydana gelen silahlı çatışmalar, yoksulluk ve açlığın yayılması, yasadışı göç süreçlerinin şiddetlenmesi, devletlerarası ilişkilerde gerginliğin artması, büyük güçler arasında rekabetin tavizsiz ve amansız içerik arz etmesi ve diğer durumlar insanlığı rahatsız ediyor. Bu gibi sorunların çözümü için somut adımlar atmak gerekiyor. Bu bağlamda, uzmanlar, dünyanın en güçlü devleti sayılan Amerika’nın dış politikasının da gözden geçirilmesinin gerekliliğini vurguluyorlar. Şimdiki Başkanlık seçimi yarışı da gösteriyor ki, ABD toplumunda geleneksel siyasi katmana karşı memnuniyetsizlik hızla artıyor. Şimdilerde “elit karşıtı” konumda olan siyasi liderlere (örneğin Bernie Sanders) eğilim artmıştır. Bu belirtinin sonucunun da, ABD dış politikasında uzun yıllardır mevcut olan konsensüs teorisinin değişmesine neden olacağı konusunda tahminler veriliyor. Gerçekten de bu mesele teorik ve pratik bakımdan ilgi doğuruyor.
İki Hattın Mücadelesi: Amerikan Dış Politika Konsansüsünün Sınırları
Amerika Birleşik Devletleri öyle bir devlet değildir ki, dış politikasında kısa sürede keskin değişiklikler meydana gelsin. Dünyanın en güçlü ülkesi için, bu, kabul edilemez. Uzun yıllardır Beyaz Saray sahibi kim olursa olsun, genel olarak kabul edilen siyasi ilkeler genel olarak takip ediliyor. Uzmanlar, bunu, ABD’de “dış politika konsansüsünün sınırları” şeklinde nitelendiriyor (bkz.: örn., Дмитрий Суслов. Гудбай, прежняя Америка? Прогноз до 2024 года / “valdaiclub.com”, 11 Ağustos 2016).
Henüz Woodrow Wilson ve Franklin Roosevelt dönemlerinde Amerika’da tecridçilerle (isolationist) beynelmilelcilerin keskin ideolojik mücadelesi yaşanmıştır. Sonuçta, 1940’lı yıllarda, Harry Truman’ın Başkanlık döneminde, dış politika uzlaşması denilen ve 4 prensibi birleştiren ortak bir tutum oluşmuştur. Onları hem liberal-beynelmilelciler, hem de cumhuriyetçi neokonservatörler kabul ettiler. Bu yaklaşım, ABD’nin Soğuk Savaş’ta zafer kazanması ile daha da güçlendi.
Konsensüsün dayandığı ilkeler şunlardır: 1) ABD’nin “küresel liderliği”ne bağlılık; 2) “liberal uluslararası düzen”in yayılmasına ve güçlenmesine bağlılık; 3) ABD’nin nüfuzu, güvenliği ve gelişmesi ile onun “liberal uluslararası düzen”de liderliği arasında yoğun bağlılığın olmasının itiraf edilmesi; 4) “demokrasinin yayılmasına bağlılık” (bkz.: önceki kaynağa).
Listelenen hükümler, Amerika’nın uluslararası sorunların ve krizlerin çözülmesinde küresel etkisini saklamayı ve onu güçlendirmeyi sağlamalıydı. Burada Amerikan değerleri ile siyasi iddialarının sentezini görüyoruz. Washington, dünyanın liberal düzeninin korunmasında ve güvenliğin sağlanmasında sadece lider kalitesinde yer almalıydı. Bu nedenle, onun temel ideolojik aleti demokrasi olmalıydı.
Tarih gösterdi ki, ABD, uzun yıllardır bu ilkeler temelinde küresel çapta ciddi rol oynadı. Sosyalist bloğun çöküşünden sonra ise, hem Amerikan toplumunda, hem de onun siyasi katmanında bu hattın doğruluğuna duyulan güven hayli arttı. Fakat yine de tarihin alayıdır ki, küresel liderlik hattının zararı, Amerika onu daha kararlı bir şekilde hayata geçirmeye başladığında ortaya çıktı. Öyle ki, kısa zamanda tüm dünyayı kendi tasavvuruna uygun kurmanın, onu evrensel saydığı özgün değerlerine tabi etmenin perspektifsiz olduğu aydınlaştı.
Özellikle geçen yüzyılın 90’lı yıllarından itibaren, Batı’nın inandığı bir takım değerlerin çöküşü tamamen hızlandı. Öncelikle, dünyanın ABD ve onun ideolojisinin lehine geliştiği hakkındaki tasavvurlar çöktü. Uygun olarak, bununla Amerikan ideolojisinin evrenselliğine duyulan inanç da yok oldu. Sonra, küreselleşme ve demokrasinin kusursuzluğu konusundaki tasavvurlar da büyük zarar gördü. Çeşitli bölgelerde yaşanan sorunların çözümünde, devletlerarası ilişkilerde hukuki çerçevenin gözetilmesinde, farklı kültürel değerlere karşı hoşgörünün korunmasında, ülkelerin güvenliğinin sağlanmasında ve piyasa ekonomisinin etkin gelişiminde ciddi sorunlar meydana çıktı.
XXI. Yüzyılın Gereksinimleri: “Zorunlu Yenileşme” veya Rasyonel Seçim?
Tüm bunlar, nihai halinde Amerika’nın dış politikası için önemli olan uzlaşma kavramının giderek yenilenmesi gerektiğini ortaya koyuyordu. Bu durum, halen resmi olarak Washington tarafından kabul edilmemiştir. Fakat ülkenin önde gelen analistleri ve stratejistleri, bir takım siyasi liderleri doğrudan veya dolaylı olarak yenilenmeye olan ihtiyacı belirtiyorlar. Bu açıdan, uzmanlar, Başkanlık seçim kampanyasında belirtilen tezlere ayrıca ilgi gösteriyorlar. Onlar hesap ediyorlar ki, Cumhuriyetçi Donald Trump’ın dedikleri uzun yıllardan sonra Amerikan dış politikasının konsensüsüne aykırı olan bir pozisyonu belirtiyor. Bu işadamı, dolayısıyla son yıllarda ABD toplumunda bedbinliği yansıtan ruh halini siyasi ortama taşıyor (bkz.: önceki kaynağa).
Trump’ın şahsında, uzmanlar, Washington’un dış politikasında hızlı değişiklikleri görüyorlar. İlginçtir ki, bu seçim yarışında geleneksel siyasi eliti ve dış politika konsensüsünü savunanlar fiyaskoya uğradılar. Hillary Clinton, onların tek temsilcisi olarak kalıyor. Bunun yerine, sistemi eleştirenler – Donald Trump, Bernie Sanders (sosyalist) ve Ted Cruz daha fazla popülerlik kazandılar.
Kamu oyunun bu yönde değişmesi, Amerika’nın geleneksel siyasi-ideolojik konseptinin başarısızlığı gibi ölçülüyor, onun modern aşamanın gereklerine uygun olmadığı sonucu çıkarılıyor. Onu diyelim ki, Batı’nın tanınmış politikacıları, ünlü uzmanlar Zbigniew Brzezinski, Henry Kissinger, Joseph Nye ve başkaları da, Washington’un dış politikada zaman zaman düzenlemeler yapması ihtiyacını vurguladılar.
Peki, Başkanlık seçiminden sonra ABD’nin dış politikasında somut hangi düzenlemelerin olacağı tahmin ediliyor? Kabul ediliyor ki, D. Trump Başkan seçilirse, ABD’nin son 70 yılda egemen olan dış politika teorisinden ciddi biçimde sapmalar beklenebilir. Aynı şekilde, Çin’e yaklaşım daha düşmanca olur. Avrupa’ya karşı hayli sert ve pragmatik tutum şekillenebilir. Rusya’ya daha pragmatik-tarafsız bir tutum oluşur, Ortadoğu’ya ise daha duyarsız, iç işlerine karışmama ilkesi temelinde bir yaklaşım olabilir (bkz: önceki kaynağa).
Clinton’ın kazanması seçeneğinde ise, toplum tarafından Başkan’ın politikasının daha keskin eleştirilmesi mümkündür. 2020 yılına kadar popülist siyasetçiler yönetimi itham ederek, yeni Başkan seçiminde daha çok oy kazanabilirler. 2024 yılında ise, onların temsilcisi ABD’ye Başkanlık edebilir ki, bu da “anti-elit”in zaferi demek olur (bkz.: önceki kaynağa).
Tabii ki, bunlar bir tahmin olup kendi onayını bulamayabilir de… Ancak bir husus nettir: Amerika’nın dış politika hattı modern çağın gereklerine uygun derecede cevap vermiyor. Dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen çatışmalar, başkalarının içişlerine kaba müdahale, Washington’a yarayan siyasi grupları iktidara getirme girişimleri, hatta suç çetelerini kendi siyasi amaçları için kullanma, çifte standartlar politikası ve diğer faktörler doğruluyor ki, Amerika başta olmak üzere, tüm süper-devletler politikalarında değişiklik yapmalıdırlar.
Bu bağlamda, onların Güney Kafkasya’ya da yaklaşımının yenileşmesi beklenir. Çünkü yıllardır Ermenistan’ın saldırganlığına gereken cevap verilmedi ve ona karşı etkili önlemler alınmadı. Ne büyük devletlerin liderleri, ne başta BM olmak üzere uluslararası kuruluşlar, ne de sorunun doğrudan çözülmesi ile uğraşan AGİT Minsk Grubu eşbaşkanları üzerlerine düşeni yapmadılar. Bu, gerçektir ve Amerika’nın yeni Başkan’ı da bunu göz önüne almalıdır.
Böylece, tüm durumlarda ABD’de dış politika hattında ciddi ve köklü değişikliklerin zamanının geldiğini anlamaktadırlar. Küresel gelişme eğilimleri de gösteriyor ki, farklı bir siyasi konsepte ihtiyaç duyulmuştur. Çok kutuplu dünyada önderliğin biçim ve içeriği, önceki dönemlerden daha net ve farklı bir şekilde seçilmelidir. Yenilenen insanlığa eski kriterlerle yaklaşım, aslında başarısızlık demektir. Bu bağlamda, geleneksel uluslararası liberal düzen de değişmelidir. Çözüm, anlaşılan zamana kaldı…