GELİŞMİŞ DEVLETLERİN EKONOMİ STRATEJİLERİ VE ELEŞTİREL BİR YÖNÜ: SERBEST TİCARET

upa-admin 19 Mayıs 2017 3.311 Okunma 0
GELİŞMİŞ DEVLETLERİN EKONOMİ STRATEJİLERİ VE ELEŞTİREL BİR YÖNÜ: SERBEST TİCARET

Özet: 1950’lerden itibaren dar bir çevrenin uzun soluklu çabalarıyla güçlenen neo-liberal ideoloji, 20. yüzyılın son çeyreğinde dünyaya damgasını vurmuş ve sosyal adalet amaçlarıyla iktisadi büyüme hedeflerini birleştiren refah devleti sisteminin müdahaleci ve paylaşmacı pratiklerinden radikal bir kopuşun bayraktarlığını yapmıştır. Devletin ekonomiye müdahalesinin en alt düzeyde olması gerektiğini savunan bu sistem ve ideoloji, en ideal olanın devletin sınıflar, bireyler ve devletler arasındaki ekonomik ilişkilere hiçbir şekilde karışmaması olduğunu öne sürer. Bu sebepten ötürü de, sanayileşmenin ve zenginleşmenin yegane yolunun “serbest piyasa” politikalarını özümsemekle ve devlet müdahaleci uygulamalarına son vermekle mümkün olacağını belirtir. Ancak bugünün sanayileşmiş ve zengin ülkelerinin tamamı, sıkı devlet politikaları, aşırı derecede yüksek gümrük vergileri ve tarifelerle bu noktaya gelebilmişlerdir. Başta İngiltere ve ABD olmak üzere birçok gelişmiş ülkede, geçmişte endüstrilerini korumak ve geliştirmek için yüksek seviyelerde gümrük vergileri, ithalat kotaları ve yasakları koyulmuştur.. Bu ülkeler, oldukları konuma korumacılık ile gelmişlerdir; ancak şu anda liberalizm politikalarını savunarak bunları gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerin de uygulaması için baskı yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Bu makalede, bugünün sanayileşmiş ülkeleri tarihsel ekonomik gerçeklikle incelenerek aslında bu gelişme ve zenginleşmenin neo-liberal uygulamalarla olmadığı ortaya sunulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Serbest Piyasa, Korumacılık, Kalkınma, neo-liberalizm, Uluslararası Ticaret.

Giriş

20. yüzyılın son çeyreğinde, neo-liberal ideoloji tüm dünyaya damgasını vurdu. Sadece iktisadi gelişme dinamikleri açısından değil, siyasal hedef ve toplumsal örgütlenme tarzı olarak da hâkim mevzileri hızla işgal eden bu ideoloji, sosyal adalet amaçlarıyla iktisadi büyüme hedeflerini birleştiren refah devleti sisteminin müdahaleci ve paylaşmacı pratiklerinden radikal bir kopuşun bayraktarlığını yaptı.[1] Devletin ekonomiye müdahalesinin en alt düzeyde olması gerektiğini savunan bu sistem ve ideoloji, en ideal olanın devletin sınıflar, bireyler ve devletler arasındaki ekonomik ilişkilere hiçbir şekilde karışmaması olduğunu öne sürer. Devlet yetkisinin her alanda ve de her anlamda kısıtlanması gerektiğini, bu yetkiyi elinde tutanların, bireylerin yaşamlarını nasıl yönlendireceklerini gerekçe ileri sürerek hiçbir şekilde karışmaması gerektiğini savunur.

1950’lerden itibaren dar bir çevrenin uzun soluklu çabalarıyla güçlenen neo-liberal ideolojinin olgunlaşma dönemi, 1970’lerin ortasından itibaren hızla genişleyen bir ideolojik tahakküm çemberine dönüştü. Neo-liberal doktrin, bütün dünyayı kapsayan yayılmacı bir tahayyülün ifadesi oldu.[2] Bu doktrinin ana ilkelerini, dünyanın hâkimi büyük devletlerin oluşturduğu G7 grubu tarafından 1990’ların başında tespit edilen ve Washington Konsensüsü olarak adlandırılan bir iktisat ve politika paketi oluşturuyor. Faiz hadlerinin bütünüyle serbest bırakılmasına dayanan mali serbestlik, sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması, bütün gümrük duvarlarının kaldırılmasıyla oluşacak eksiksiz dış ticaret serbestisi, rekabeti engelleyen tüm önlemlerin kaldırılması gibi konular örnek olarak verilebilir…

G-7 ülkelerinin ekonomik stratejilerinin temel dinamiği, klasik iktisatçıların önde gelen temsilcilerinden David Ricardo’nun Mutlak Üstünlükler Teorisi’ne kadar dayanmaktadır. Bu teoriye göre; “Dış ticaretin gerçekleşebilmesi için tarafların karşılıklı olarak farklı malların üretiminde uzmanlaşmaları gerekmektedir. Böyle bir uzmanlaşma ise, ancak serbest ticaret ortamında gerçekleşebilir.” Ricardo’nun bu teorisi, neo-liberalizmin temel yapıtaşını oluşturmakta, bunu dayanak noktası olarak kabul eden neo-liberaller de, ‘Bugünün sanayileşmiş ülkeleri, serbest piyasa politikalarını benimsedikleri, bu politikalara kararlı bir şekilde bağlı kaldıkları için büyüyüp zenginleşmişlerdir. Devlet müdahaleciliği daima başarısızlığa mahkumdur.’ tezini ortaya atmaktadırlar. Ancak bugünün sanayileşmiş ve zengin ülkelerinin tamamı, geçmişteki uyguladıkları sıkı devlet politikaları, aşırı derecede yüksek gümrük vergileri ve tarifelerle bu noktaya gelebilmişlerdir. Başta İngiltere ve ABD olmak üzere birçok gelişmiş ülke, kendi endüstrilerini korumak ve geliştirmek için yüksek seviyelerde gümrük vergileri, ithalat kotaları ve yasakları koymuşlardır. Bu ülkeler oldukları konuma korumacılık ile gelmişler, ancak şu anda liberalizm politikalarını savunup bunları gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerin de uygulaması için baskı yapmışlardır ve halen yapmaktadırlar. Aşağıdaki ilgili başlıklarda birbirinden farklı ülkelerin korumacılık tarihi incelenecektir ve aslında bu gelişmenin bu liberal uygulamalarla olmadığı sunulacaktır.

Fransa

Fransa’nın doğusunda yer alan şehir Lyon, tarihsel olarak dünya ipek ticaretinin merkeziydi. Bundan 4.600 yıl önce Çin’de başlayan ipek dokumacılığı, 16. yüzyılda Fransa’da büyük gelişme göstermiş, ‘Lyon İpekleri’ diye büyük bir ün kazanmıştır. Fransa, bu durumu Avrupa’da ilk himayeci gümrük vergisini koyarak başarmıştır. 1567’de Lyon ipeklerini dış rekabette korumak ve kalkındırmak için gümrük vergisi uygulamasına gitmiştir.[3]

İngiltere

Sanayileşmeyi ilk başaran devlet olan İngiltere, bu başarısını devlet politikalarına borçludur. İngiltere, sanayileşmeye ilk başladığı yıllardan itibaren yavru sanayilerini korumak amacıyla müdahaleci sanayi, ticaret ve teknoloji kanunlarını yürürlüğe soktu. Üstelik bu uygulamaları birden çok kez yapmıştır. Her Kral/Kraliçe döneminde, bu politikalar değişikliğe giderek yenilenmiştir.

  • İngiltere Kralı III. Edward (1327-1377): Yün imalatını yerlileştirmeye çalışan ilk kraldır. Halkına örnek olmak için bizzat İngiltere’de üretilen yünlerle üretilmiş elbiseler giyiyordu. Ham yün ticaretini merkezileştirmiş ve yünlü giysilerin ithalatını yasaklamıştı.
  • Henry (1485-1509): Kral Henry zamanında Avrupa’da en müreffeh devlet, Hollanda’ydı. Hollanda’nın zenginleşmesinde etkili olan yün imalatından etkilenen Henry, 1489’dan itibaren İngiliz yün imalatını teşvik edici uygulamalar getirdi. Ayrıca ham yün ihracatına çok yüksek vergiler koydu. Belli bir süreden sonra ise tamamen ham yün ihracatını yasakladı.
  • Elizabeth (1558-1609): Henry’nin başlattığı ve Elizabeth’in devam ettirdiği modern bebek sanayi korumacılığı, bu dönemde önemli başarılar elde etmiştir. Gelişen İngiliz sanayisi yeni pazarlar açmak amacıyla Papalığa, Rusya, Moğolistan ve İran’a ticaret kafileleri yolladı. İngiltere’nin denizlerde üstünlük sağlamak amacıyla yaptığı yoğun yatırımlar denizaşırı piyasalara ulaşmayı kolaylaştırdı. XVIII. yüzyıl boyunca İngiltere’nin ihracat gelirlerinin hemen hemen yarısını oluşturan yün sanayisi, bu kilit sanayi, Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesini sağlayan temel unsur olmuştur. [4]
  • Oliver Cromwell (1599-1658): 1650’den ölünceye kadar ‘Devlet Koruyucu Lord’ unvanı ile ülkeyi tek başına idare eden Oliver Cromwell’in en önemli icraatı, 1651’de çıkardığı yasadır. Bu yasaya göre, İngiltere’ye ihraç edilecek olan mallar ancak İngilizlere ait ve % 50’sinden fazlası İngilizlerce donatılmış olan gemilerle taşınacaktı. Bu sayede Hollanda aracı ticareti önlenmiş olup, İngiliz denizciliği büyük oranda gelişme kaydetmiştir. Cromwell, ayrıca yün ihracatını yasaklamış, yün ithalatını ise gümrük vergisinden muaf tutmuştur.
  • George (1714-1727): Bu dönemde İngiltere Başbakanı olan R. Walpole’un 1721’de uygulamaya koyduğu ticaret yasası reformu, İngiltere’nin sanayi ve ticaret politikalarında köklü bir değişikliğe işaret eder. Önceki dönemlerde, İngiltere hükümetinin politikaları genel olarak ticareti kontrol etme ve kamu gelirlerini artırma hedeflerine yönelikti. Ancak, 1721’den sonra uygulamaya konulan politikaların hedefi, imalat sanayisini bilinçli olarak teşvik etmekti. R. Walpole, Parlamento’da yaptığı konuşmada yeni yasanın amaçlarını ve hedeflerini şöyle açıklıyordu: “Halkın refahının artmasına, hiçbir şey mamul ürün ihracatı ve hammadde ithalatından daha fazla katkıda bulunamaz.’’ 1721 Mevzuatı ve sonrasında geçekleşen tamamlayıcı politika değişiklikleriyle ileriki zamanlarda imalatta kullanılan hammaddelere konan ithalat vergileri düşürüldü ve sıfırlandı. İhraç edilen mamul mallarda kullanılan ithal ham-maddelerine verilen vergi iadeleri artırıldı. [5]

Yaklaşık 400 sene, İngiltere, yukarıdaki gibi birçok korumacı politika uygulayarak XVIII. yüzyılda süper güç haline geldi. Ancak İngiltere, serbest piyasayı hiçe sayarak, kendine rakip olabilecek ülkelerin faaliyetlerini ve gelişmesini engelleyerek, onları serbest piyasa politikalarını uygulamaya zorlamıştır. Bunu ise sömürgelerin üretim faaliyetini, sadece hammadde üretimiyle sınırlandırarak, sömürgelere primer üretimi (tarımı ve madenciliği) destekleyen politikalar dayatılarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ayrıca İngiliz sanayisi ile rekabet edebilecek hangi imalat varsa, önü kesilmiş, bu çerçevede kimi imalat faaliyetleri durdurulmuştur. Sömürgelerin, İngiliz ürünleriyle rekabet edebilecek mal ihracatı yapmaları yasaklanmıştır ve kolonilerin pazarları yalnızca İngiliz tüccarlarına ve imalatçılarına tahsis edilmiştir. O ülkelerin pazarlarına üçüncü ülkelerin girmesi engellenerek, tarifelerin sömürgelerdeki yetkililerce kullanılması yasaklanmıştır.  Friedrich List (1789-1846), İngiltere Başbakanı William Pitt’in (1708-1778) şöyle dediğini aktarır: New Englandlılar’ın (Amerika’daki ilk İngiliz kolonisi) imalata yönelik girişimlerinden rahatsızım, kolonilerimizin at nalı bile üretmelerine artık izin vermememiz gerekir.’[6]  Bu söz İngiltere’nin stratejisinin özünü sunmakta büyük önem arz etmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri

İngiltere’nin Yedi Yıl Savaşları sonucu oluşan kayıplarını giderebilmek için, Amerika’da bulunan kolonilere ağır vergiler yüklemesi sonucu çıkan Bağımsızlık Savaşı, ABD’nin kazanmasıyla sona ermiştir. Bu savaştan sonra Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki ilk Hazine Bakanı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin mali sisteminin kurucusu Alexander Hamilton, ülkesinin sınai kalkınması için bir dizi tedbirler almıştır. Bunlar arasında ithalat yasakları, korumacı gümrük tarifeleri, gümrük vergisi iadeleri, icatlar ve patentler için ödüller, ürün standartlarının düzenlenmesi ve kalitenin korunması, finansal ve ulaştırma altyapısının iyileştirilmesi vardır.

ABD’de Hamilton’un önerileri doğrultusunda bebek sanayilerinin korunmasına 1816’daki tarife değişiklikleri ile başlanmıştır. 1830 yılında ise tarife oranları daha da yükseltilmiştir. Bebek sanayilerinin korunmasına, İngiltere’dekine benzer bir şekilde pamuklu giysiler, demir ve yün sanayileri gibi hafif sanayilerden başlanmıştır.[7]

Grafik 1 ve Grafik 2, bizlere 1789 ve 1999 arası dönem için, ithalat mallarındaki (genel ithalat ve mamul mal ithalatı) gümrük vergi oranlarının ve vergiye tabi malların değişimlerini göstermektedir.

GRAFİK 1

Grafik 1: ABD’de Bütün İthalat Mallarındaki (Serbest ve Gümrüğe Tabi)

Gümrük Vergi Oranı ve Gümrüğe Tabi İthalatların İçindeki Payı % (1821-2000)

Kaynak: Shafaeddin (1998:15) Tablo 3.1’den yararlanılarak Göktürk Altınbaş tarafından hazırlanmıştır.

 GRAFİK 2

Grafik 2: ABD’de Mamul Mallardaki Gümrük Vergi Oranları % (1789-1990)

Kaynak: Shafaeddin (1998:15) Tablo 3.1’den yararlanılarak Göktürk Altınbaş tarafından hazırlanmıştır.

1821-1946 yılları arasında, toplam ithalat malları içinde gümrüğe tabi malların seviyesi yaklaşık olarak % 41,34’dür. Bu yüksek oran ancak, 1968-1999 yılları arasında % 7’ler seviyelerine inmiştir.[8]

1866 ile 1883 yılları arasında ABD’de imalat sanayine yönelik ithalat tarifeleri ortalama olarak % 45’tir. ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki kırk yıllık süreçte, dünyanın en hızlı gelişen ekonomilerinden birisi haline dönüşmesi, küreselleşme hareketlerinden ziyade, erken dönem kapitalist ekonomilerin (İngiltere, Hollanda) deneyimlerinden çıkarmış olduğu doğru derslerle sağlanmıştır. [9]

GRAFİK 3

Grafik 3: Seçilmiş Kalkınmış Ülkelerin 1820-1950 Yılları Arasında, Mamul Mallara Uygulamış Oldukları Ortalama Tarife Oranları (Ağırlık Ortalama, %)

Kaynak: Chang (2003:39) Tablo 2.1 kullanılarak elde edilmiştir. (iktisadi.org) (Chang, H. J., (2003), Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.)

Ayrıca Grafik 3 bize göstermektedir ki, ABD, 1820 yılından 1950 yılına kadarki her dönemde dünyadaki en korumacı politikaları uygulayan iki ülkeden birisi olmuştur. ABD’nin 20. yüzyılın ortalarından itibaren, gümrük duvarlarını indirmesi ise şu şekilde açıklanabilir; İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin, yıkılmış ve bütünüyle zarar görmüş Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında yüksek oranlı bir arz kapasitesi fazlalığına sahip olduğu görülmektedir. ABD bu noktadan sonra, elindeki arz kapasitesini etkin bir şekilde kullanabilmek amacıyla serbest ticaret politikalarını hayata geçirmeye başlamıştır. Bu girişimin temelleri, Bretton Woods konferansında imzalanmış olan gümrük ve tarife antlaşmaları ile atılmıştır.[10] Kısacası ABD, mamul mallardaki tarife oranlarını ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, tartışmasız bir şekilde Dünya sanayi üretimi liderliğini ele geçirdikten sonra gerçekleştirmiştir.

Japonya

Orta Çağ’dan itibaren Hollandalı ve Portekizli tüccarların Japonya seferleri ve burada kurmuş oldukları ilişkiler, Japonya’nın Avrupa ile tanışmasının ve Avrupa ile arasındaki farkın anlaşılmasının ilk dönemlerini oluşturmuştur. Ancak Japonya’nın sanayileşme ve serbestleşme sahnesine çıkışı, 1858 yılında imzalamak zorunda kaldığı ticaret anlaşmasıyla gerçekleşmiştir. ABD savaş gemilerinin yüksek ikna edici kabiliyetleri sayesinde 1858 yılında serbest ticarete açılmak zorunda bırakılan Japonya’da, bu tarihten itibaren % 5’in üzerinde gümrük tarifesi uygulanması yasaklanmıştır, Japonya tarife özgürlüğünü ancak 1911 yılında geri kazanabilmiştir.[11]

9. yüzyılın son çeyreğine gelmeden önce Japonya’da feodal sistemin çöktüğü görülmektedir. Feodal sistemin çöküşü ile birlikte 1868 yılından itibaren Japonya’da Meiji Restorasyonu olarak da anılan yenileşme reformlarına girişilmiştir. Aynı dönemde, Japonya dış ticaretinin kontrolünde özgür olmadığı için (1858 Anlaşmaları), yurtiçi sanayinin desteklenebilmesi adına tarife dışı bazı korumacı/anti-neoliberal uygulamalara gitmek zorunda kalmıştır. Aynı dönemde Japon devleti seçilmiş bazı sanayi kollarında (gemicilik, madencilik, tekstil -pamuklu, yün ve ipek- ve askeri sanayi) pilot (örnek) tesisler kurmuş ve bu tesisleri ileri aşamalarda düşük bir karşılıkla özel sektöre devretmiştir. Devletin bu tesislere desteği, devredildikten sonra da çeşitli teşvikler yardımıyla devam etmiştir. 1911 yılında tarife özgürlüğü yeniden geri kazanıldığında ise yurtiçi sanayilerin korunmasına yönelik bir dizi tarife değişikliğine gidilmiştir. Bu dönemde Japonya’da genel bir tarife uygulamasından ziyade, seçilmiş anahtar sanayilere yönelik hedefsel tarife uygulamalarının hayata geçirilmiş olduğu görülmektedir.[12]

Japonya’nın doğal kaynaklar açısından zengin bir yapısının olmayışı, ülkeyi özellikle de 1960 sonrası sanayileşme sürecinde hammadde ve sanayi girdilerinin ithalatına yöneltirken, bu eğilim, ülkenin ihracat yapma gereksinimini de ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde Japonya çeşitli makroekonomi araçları ve tarifeler yardımıyla kısmi neo-liberal iktisat politikalarını hayata geçirmiştir. Bu durum Japonya’da özellikle de 1960’lı yıllardan itibaren bir ihracat patlamasının yaşanması ile sonuçlanmıştır.[13] Japonya’da İkinci Dünya Savaş’ı sonrası gelişim sürecinin anlaşılabilmesi için, aynı dönemde aktif bir şekilde faaliyete geçirilen bir kurumdan bahsetmek yerinde olacaktır. Savaş süresince Levazım (Munitions) Bakanlığı adı altında hizmet veren, savaş sonrası erken dönemde Ticaret ve Sanayi Bakanlığı adını alan, 1949 sonrasında ise Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı adı altında hizmet veren kurumun, Japonya’nın savaş sonrası erken dönem gelişim öyküsünde önemli bir yeri vardır. Bu kurum, sanayi planlaması, finansman, şirket evlilikleri, ürün kotaları, döviz kuru ayarlamaları ve yabancı teknolojinin elde edilmesi ve yaygınlaştırılması ile ilgili çok geniş yetkilerle donatılmıştır ve ülkenin uzun dönem büyümesine dair planlamaların yapılması tamamıyla bu kuruma bırakılmıştır.[14] Japonya’daki gelişim süreci bu yönden sosyalist ekonomilere yakından benzemektedir. Japonya’daki farklılığı yaratan ise; aynı kurumun geliştirmiş ve uygulamış olduğu bir ara rejim uygulaması olarak dikkat çekmektedir.

Japonya gelişiminin ilk basamaklarında; sınırsız rekabeti engelleyici, ancak belirli sektörlerde de sınırlı bir rekabeti doğurucu uygulamaları hayata geçirmiştir. Bunun sonucunda Japonya, uluslararası ticarete açıldığında elinde belirli sanayiler bazında güçlü ve sınırlı bir rekabetin ve güçlü şirketlerin olduğu bir piyasa yapısına sahip olabilmiştir. Japonya’da, korumacı dönemde sağlanmış olan sağlam sanayi altyapısı ile birlikte, 1960 sonrası dönemde uluslararası ticarete açılmak, Japon ekonomisinin aynı dönemdeki yüksek oranlı büyüme performansı adına büyük öneme sahiptir. [15]

Japonya’nın gelişiminin ilk evrelerinde uygulamış olduğu sistemli ve istikrarlı korumacı politikaların, Japonya’nın ihracata yöneldiği anda elinde hazır ve gelişmiş bir sanayi ve yönetim altyapısının oluşmasında kilit rol oynadığı görülmektedir. Japonya, gelişiminin ilk evrelerinde kendisini, bebek sanayi koruma politikaları, teşvik kredileri, üreticilerin menfaatine yönelik ve iç talebi canlandırıcı vergi uygulamaları ve sağlam kurumsal altyapının oluşturulması gibi pek çok faaliyet aracılığıyla uluslararası rekabete hazır bir konuma getirmiştir.[16]

Güney Kore

Bugün dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olan Güney Kore, devletin piyasaya müdahale edip kalkınmacı rolünü üstlenmesiyle bu aşamaya gelmiştir. Hükümet politikaları, yeni endüstriyel sınıfı destekleyici bir şekilde yönlendirmiştir Kore hükümeti, hem fonksiyonel, hem de seçici olarak tüm faktör ve ürün piyasalarına yoğun olarak müdahalelerde bulunmuştur. Devlet, üretiminin büyük bir bölümünü ihraç etmede rekabet gücü kazanabilmek için, seçilmiş faaliyetlere yüksek, değişken ve sürekli bir koruma uygulamıştır. Ayrıca sübvansiyonlarla ihracatı destekleyici imkanlar sunmuştur. Yurtiçi yatırılabilir kaynakları bebek sanayilere yönlendiren devlet, çeşitli eksik rekabet piyasalarını içselleştirebilen büyük özel şirket gruplarının (Cheabol) oluşumunu da teşvik etmiştir. Firma çalışanlarının teknik eğitim şemalarının planlanmasında, donanımında da yardımcı olmuştur ve bunun yanı sıra ar-ge ve teknoloji alt yapı kurumlarına da yatırım yapılmıştır. Tüm bunlar yapılırken yerel firmaların bağımsız araştırma yeteneklerinin geliştirmesi de teşvik ve yardımlar yoluyla uyarılmıştır.

Bağlantıyı Kurmak: Günümüze Doğru Bir Bakış

ABD, İngiltere, Japonya, Güney Kore vb. gelişmiş ülkeler teknoloji ve sermaye birikimi açısından diğerlerine oranla çok daha ileri durumdadır. Çünkü bu ülkeler sanayi dallarını uzun bir süre dış rekabetten korumuş ve sübvansiyonlarla beslemiştir. Ancak günümüzde bu ülkelerin gelişmemiş/gelişmekte olan ülkelerle serbest ticarete girmesi, serbest piyasa düzeni ile dengesizliği ve uçurumu gittikçe artmıştır. Çünkü bu az gelişmiş ülkelerdeki sanayilerin, ileri ülkelerin sanayileri ile rekabet gücü bulunmamakta ve korunmaya ihtiyaç duymaktadır.[17]

Gelişmemiş ülkeler, ekonomisini geliştirmek amacıyla ileri teknolojiler elde etmek isterse, Liberalizmin görüşleri işe yaramaz. Yeni teknolojilerin uygulanabilmesi için üretimde belli bir seviyeyi ve kaliteyi yakalamak, zaman ve tecrübe ister. Dolayısıyla bu zaman zarfında bu ülkeler, korunmaya ihtiyaç duyar. Bu tür bir koruma, elbette belli bir süre maliyetli olur çünkü bu ülkeler aynı malın daha ucuzunu ve kalitelisini belli bir süre ithal edemezler. Ancak zenginleşmek ve ileri teknolojili bir sanayiye kavuşmak isteyen gelişmekte olan ülkeler, bazı bedeller ödemek zorundadır. Örneğin Japonya, Dünya otomobil piyasasında çok daha iyi rekabet edebilmek için Toyota markasını 30 yıl boyunca korudu ve sübvansiyonlarla besledi. Bu sürede Japon halkı ithal edilebilecek daha ucuz otomobillerden mahrum kaldığı gibi, vergileriyle Toyota’yı desteklemek zorunda kaldı. Ve Toyota’nın bir dünya markası olması, 60 yıla mal oldu. İngiltere’nin alçak (deniz seviyesinin altındaki) ülkelerdeki yün üretim düzeyini yakalaması için VII. Henry döneminden itibaren yaklaşık 100 yıl geçti. ABD’nin tarifeler olmaksızın güvende hissedecek ölçüde ekonomisini geliştirmesi ise 130 yıl sürdü. Böyle zaman dilimleri, korumacılık, tarifeler, kotalar vb. uygulamalar olmasaydı, Japonya hala ağırlıklı olarak ipek, İngiltere yün ve ABD pamuk ihraç ediyor olurdu.[18]

Gelişmiş ülkeler IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla, kendi zamanlarında yapmadığı serbest ticareti, gümrük tarifelerini, ithalat yasaklarını, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere yine bu kurumlar aracılığıyla zorla kabul ettiriyor. Bu ülkeler serbest ticaretin erdemini gelişmemiş ülkelere bahsederken korumacılık uygulamalarını hala ve yine sürdürüyorlar.

Günümüzde Avrupa Birliği(AB), serbest ticaret ve korumacılığı aynı anda uygulayan bir sisteme sahiptir. AB üyeler arasında serbest ticareti teşvik ederken, aynı sistem diğer taraftan kendi birliğinden olmayan ülkelere karşı bilinçli ve sistemli bir şekilde korumacı uygulamalar getirmektedir. Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan Ticaret Potansiyelini Kısıtlayıcı Önlemler Raporu’nda AB ülkelerinin 2008 yılından bu yana 700 kez ticareti sınırlama önlemi aldığı ve küresel ölçekteki ithalat ürünlerine vergi koyma önlemlerini belirgin bir şekilde arttırdığını belirtmiştir. 2008 yılında Ekonomik Destek Paketi ile demir-çeliğin ithalatına kısıtlama getiren ABD’yi, sendikaların yabancı işçi çalıştırılmasına karşı çıktığı İngiltere takip etmiştir. Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise önde gelen Fransız otomotiv şirketlerine Orta ve Doğu Avrupa’daki fabrikalarını kapattırıp Fransa’ya taşınmasını sağlayarak, korumacılığı devlet eliyle desteklemiştir.

Yukarıda belirtilen örneklerden de anlaşılacağı gibi neo-liberal uygulamaları benimseyen ülkeler, söz konusu kendi ülkelerinin ekonomik çıkarları olunca gümrük vergileri, kotalar ve sübvansiyonlar gibi “serbest ticaret” kuramına tamamen zıt politikaları rahatlıkla uygulamaktadırlar. Ancak korunmaya en çok ihtiyaç duyan gelişmemiş ve kalkınmayı bekleyen ülkeler, yine söz konusu neo-liberal ülkeler tarafından IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar ile engellenmekte ve bunlar aracılığıyla sanayileşmelerinin önüne set çekilmektedirler.

Bugünün sanayileşmiş ülkeleri, bir an önce serbest piyasa politikalarını benimseyerek bu konuma gelmediklerini hatırlamalı,  korumacı  politikalara kararlı bir şekilde bağlı kaldıkları için büyüyüp zenginleştiklerinin farkına varmalıdırlar. Mevcut ekonomik ve siyasal güçlerini kullanarak, neo-liberal stratejilerden vazgeçmeli, gelişmemiş ülkeleri serbest ticarete zorlamamalıdır. Ancak bu şekilde dünyada daha adil bir piyasa egemen olup gelişmemiş ülkelerin de kalkınmasında mihenk taşı vazifesini görebilir.

 

Sadık ÖNCÜ

KAYNAKÇA

  • A. Kokko, (2002), “Export-Led Growth In East Asia: Lessons For Europe’s Transition Economies”, Stockholm: Stockholm School Of Economics, European Institute Of Japanese Studies Working.
  • ALTINBAŞ Göktürk, “ABD Nasıl Kalkındı? Geçmişin Hikayesi”, http://www.iktisadi.org/abd-nasil-kalkindi-gecmisin-hikayesi.html, (10 Aralık 2016).
  • BAIROCH, KOZUL-Wright P. & R, (1996), “Globalisation Myths: Some Historical Reflections On Integration, Industrialisation And Growth In The World Economy”, UNCTAD DP, No: 113.
  • CHANG H.J, Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.
  • CHANG Ha-Joon, Sanayileşmenin Gizli Tarihi, Emin Akçaoğlu (çev), Ankara: Efil Yayınevi, 2015.
  • DURA Cihan, “Sanayileşmiş Ülkeler Serbest Rekabetle mi Kalkındı?”, Politika Dergisi, Sayı: 23 (Haziran 2010). .
  • İNSEL Ahmet, Neo-Liberalizm: Hegemonyanın Yeni Dili, 3. Basım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.
  • LIST Friedrich, The National System of Political Economy by Friedrich List, trans. Sampson S. Lloyd, with an Introduction by J. Shield Nicholson (London: Longmans, Green and Co., 1909). (06.04.2017). < http://oll.libertyfund.org/titles/315 >.
  • MYRDAL Gunnar, The Political Element in the Development of Economic Theory, 1930.
  • S. M. Shafaeddin, (1998), “How Did Developed Countries Industrialize? The History Of Trade And Industrial Policy: The Cases Of Great Britain And The USA”, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı, Tartışma Belgeleri, No: 139.
  • T. O. Awokuse, (2005), “Export-Led Growth And The Japanese Economy: Evidence From VAR And Directed Acyclic Graphs”, Applied Economics Letters, 12.
  • TUNCER Selahattin, “Korumacılık Teori ve Uygulama”, Maliye Araştırma Merkezi Konferansları Dergisi, 1994, Vol. 36, No: 14, www.journals.istanbul.edu.tr/iumamk/article/download/1023012868/1023012096, (11 Aralık 2016).

[1] Ahmet İnsel, Neo-Liberalizm: Hegemonyanın Yeni Dili, 3. Basım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 7.

[2] İnsel, a.g.e., s. 13.

[3] Prof. Dr. Selahattin Tuncer, “Korumacılık Teori ve Uygulama”, Maliye Araştırma Merkezi Konferansları Dergisi, 1994, Vol. 36, No: 14, www.journals.istanbul.edu.tr/iumamk/article/download/1023012868/1023012096, (11 Aralık 2016), s. 240.

[4] Cihan Dura, “Sanayileşmiş Ülkeler Serbest Rekabetle mi Kalkındı?”, Politika Dergisi, Sayı: 23, (Haziran 2010), s. 12.

[5] Dura, a.g.m., s. 13.

[6]  List (1841), s. 95. Pitt, o sırada olduğu Chatham Kontu olarak gösterilir.

[7] Shafaeddin, S.M., (1998), “How Did Developed Countries Industrialize? The History Of Trade And Industrial Policy: The Cases Of Great Britain And The USA”, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı, Tartışma Belgeleri, No: 139.

[8]  Göktürk Altınbaş, “ABD Nasıl Kalkındı? Geçmişin Hikayesi”, http://www.iktisadi.org/abd-nasil-kalkindi-gecmisin-hikayesi.html, (10 Aralık 2016).

[9] Bairoch, P. & R. Kozul-Wright, (1996), “Globalisation Myths: Some Historical Reflections On Integration, Industrialisation And Growth In The World Economy”, UNCTAD DP, No: 113.

[10] S. M. Shafaeddin, a.g.t., No: 139.

[11] H. J. Chang, Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, ss. 89-90.

[12] Chang H. J., a.g.e., ss. 90-92.

[13] Awokuse, T. O., (2005), “Export-Led Growth And The Japanese Economy: Evidence From VAR And Directed Acyclic Graphs”, Applied Economics Letters, 12, ss. 849-858.

[14] Kokko, A., (2002), “Export-Led Growth In East Asia: Lessons For Europe’s Transition Economies “, Stockholm: Stockholm School Of Economics, European Institute Of Japanese Studies Working, s. 142.

[15] Altınbaş, a.g.m.

[16] Chang H. J., a.g.e., ss. 93-96.

[17] Gunnar Myrdal, The Political Element in the Development of Economic Theory, 1930.

[18] Ha-Joon Chang, Sanayileşmenin Gizli Tarihi, Emin Akçaoğlu (çev), Ankara: Efil Yayınevi, 2015, ss. 346,347.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.