GÜÇ FAKTÖRÜNÜN ULUSLARARASI SİSTEMDE HUKUKİ VE AHLAKİ İLKELERİ AŞMASI

upa-admin 07 Kasım 2017 1.885 Okunma 0
GÜÇ FAKTÖRÜNÜN ULUSLARARASI SİSTEMDE HUKUKİ VE AHLAKİ İLKELERİ AŞMASI

Tüm özelliklerine göre anarşik model izlenimi veren uluslararası sistem, devletlere güçlü olmayı, mücadele etmeyi ve çıkarlarını diğer aktörlerle uzlaştırmayı zorunlu kılıyor. Herhangi bir aktör (devlet), bu sistemde bir şekilde sistemin “oyun kuralları”na uymak zorundadır. Var olmanın temel şartı güvenliği güçlendirmek olacağına göre, güç kullanmak her durumda makul kabul ediliyor.

Aslında, tam da uluslararası siyaseti farklı kılan şey budur. Burada güç, sadece “ultimaratio” (son çare) hallerinde uygulanmaz. Uluslararası ilişkiler sisteminde güç uygulanması ilk ve kalıcı çare olarak kabul edilir. (Kenneth Waltz, “Theory of International Politics”). Yani devlet, kendi varlığını korumak ve güvenliğini sağlamlaştırmak için güç kullanmaya her an hazır olmalıdır. Bu faktör, birçok devleti günümüzde hızla silahlanmaya zorlar. Zira bir devlet güç kullanırsa, diğer devletler de otomatik olarak ya bireysel ya da toplu savunmaya tabi tutulurlar. En iyi savunma ise, ünlü Amerikalı Siyaset Bilimci John Mearsheimer`in de dediği gibi bölgesel hegemoniyi sağlamaktır. Yani, bir devletin coğrafi konumunda kendisini dış tehditlerden koruması için, baskın statüye sahip olması gerekir. Tek kutuplu dünya sisteminin varlığını dışlayan Mearsheimer, son dönemde Çin’in Asya kıtasında esas söz sahibine dönüştüğünü düşünüyor. Analist diyor ki, Çin, hem bölgesel tehditlere karşı kendini arındırmış, hem de küresel jeopolitik alanda Birleşik Devletler ve Rusya için büyük bir rakibe dönüşmüştür.

Mevcut sistemde devletlerin davranışı güç faktörüne dayandığından, çoğu zaman uluslararası hukukun temel ilkeleri arka plana geçer. Bir bakıma, “gücün hükmettiği yerde kanun güçsüzdür” deyimi küresel jeosiyasette de kendini onaylıyor. Bunu pek çok etkene dayanarak açıklayabiliriz. Suriye krizinin giderilmesinde Rusya ile uzlaşmak yollarını kesin olarak reddeden ABD, defalarca Suriye’nin egemenliğini ihlal ederek bu ülkenin topraklarında askeri operasyonlar gerçekleştirmiştir. İlginç olan şu ki, ABD jetleri Suriye’de çeşitli hedefleri imha ederken, operasyonları Şam yönetimi ile razılaştırmamanın yanı sıra, önceden BM Güvenlik Konseyi’nde meselenin müzakeresine de izin vermez. Birkaç ay önce Suriye ordusunun İdlib’de kimyasal silah kullanmasına yanıt olarak Başkan Donald Trump’ın talimatı ile Esad güçlerinin mevzilerine 59 adet “Tomahawk” roketinin atılması da bazı siyasi ve uzman çevreler tarafından uluslararası hukuk normlarının ihlali olgusu olarak değerlendirildi. Sebep ise, bu operasyonun önceden BM Güvenlik Konseyi’nde tartışmaya çıkarılmaması idi. Dolayısıyla, ABD, güç faktörünün uluslararası ilişkiler sisteminde hukuk ve ahlak ilkelerini aştığını açıkça göstermiştir.

Birleşik Devletlerin kendi gücüne güvenerek tek-kutuplu bir dünya sistemi fikrinin peşinde koşması, günümüzde birçok çatışmanın çözümünü imkânsız hale getirdi. Suriye’de 2011 yılı başlarında başlatılan halk kalkışması ve iç savaş halen devam etmektedir. Gerek ABD, Rusya ve Çin gibi küresel, gerekse İran ve Türkiye gibi bölgesel jeopolitik oyuncular, gelişmelerin gidişatına kendi çıkarları çerçevesinde yön vermeye çalışıyorlar. Bölgenin bir parçası olan İran ve Türkiye’nin sorunun çözümü sürecinde özel etkinlik sergilemesi tamamen normal kabul edilmelidir. Çünkü krizin derinleşmesinden en çok zararı bu ülkeler görebilir. ABD ise, diğer aktörlerin çıkarlarını dikkate almadan sorunun çözümüne tamamen kendi çıkarları çerçevesinde ulaşmaya çalışıyor. Washington’un bu konumu, bölgede çıkarları olan ülkelerin karşıt kutuplarda birleşmesine yol açtı. Sorunun çözümüne yeni nefes getirmiş Astana sürecinin başlaması, ABD’nin kendi gücüne güvenerek bölge ülkelerinin çıkarlarını göz ardı etmesinden kaynaklanıyor.

Son dönemlerde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) raporlarını ABD’nin görmezden gelmesi de bu ülkenin güç faktörü kullanarak BM`ye karşı gittiğinin kanıtıdır. UAEK Başkanı Yukiya Amano’nun İran’ın nükleer anlaşmasına uyduğuna dair bu yılın başlarındaki konuşması (bkz.: https://www.iaea.org/newscenter/statements/statement-by-iaea-director-general-yukiya-amano-on-iran-16-january-2017) ve ayrıca kurumun son raporları, Washington’ın meseleye yaklaşımı ile kesinlikle bir araya sığmıyor. Öyle ki, ABD, UAEK`in İran’la ilgili olumlu yönlü raporlarına rağmen, bu ülkeye nükleer nedenlerden dolayı daha sert yaptırımlar uyguluyor. Böylece, güç faktörünün uluslararası hukuk normlarını ezdiğine tanık oluyoruz. Diğer yandan, BM ve onun uzman kuruluşlarının karar ve hesaplarına karşı büyük devletlerin saygısız davranışı, bu kurumun küresel çapta karmaşık ve çelişkili olayların çözümünde aciz kaldığının bariz göstergesidir.

Devletlerin benzer olaylara çeşitli tepkiler vermesi de uluslararası hukukun ilkelerine karşı güvensizliğin oluşmasına olanak sağlayan etkenlerdendir. Bir durumda tüm ciddiyetleriyle uygulanan kuralın başka bir benzer durumda uygulanamaması üzücü. Bunu uluslararası topluluğun Dağlık Karabağ Sorunu etrafında sergilediği konumdan da açıkça görebiliriz. Tüm konuşmalarında Ukrayna ve Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün dokunulmazlığından bahseden ve her defasında bu ülkelerin işgal durumundan eziyet çektiğini beyan eden Batı’nın siyasi çevreleri, maalesef Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü müzakere konusu olduğunda aynı tavrı sergilemekte aciz kalıyorlar. Ukrayna ve Gürcistan topraklarının Rusya tarafından işgal edildiğini dile getirerek bu ülkeye karşı sert yaptırımlar uygulayan ABD, diğer yandan Azerbaycan topraklarını işgal altında tutan Ermenistan’la yüksek düzeyde ilişkiler kuruyor, hatta daha da ileri giderek bu ülkenin NATO tatbikatlarına katılmasını sağlıyor. Bu, bir kez daha, Batı siyasi çevreleri için Helsinki Nihai Senedi’nde yer alan ilkelerin Müslüman coğrafyası için herhangi bir esas olmadan ihlal edilebileceğini gösteriyor.

Her defasında devletlerin egemenliği ve toprak bütünlüğü prensibinden, insan hakları ve demokrasiden ağız dolusu konuşan Batılı ülkeler, amelde “çifte standartlar” uygulamakla aslında büyük faciaların teşkilinde başrolü oynuyorlar. Binlerce kilometre uzak mesafeden gelerek Suriye, Irak, Afganistan gibi ülkelerde barışı ve adaleti sağlamaya çalıştıklarını zanneden bu güçler, Orta Doğu’daki kriz durumun esas günahkârıdırlar. 21. yüzyılın başında, bu bölgede yılda terör eylemlerinin sayısı hiçbir zaman 100’ü geçmezdi. 2002’de, koalisyon güçlerinin Afganistan’a, Irak’a ve komşu ülkelere askeri müdahalesi sonrasında bu sayı hızla artmaya başladı. Bugün ise, Orta Doğu bölgesinde yılda işlenen terör eylemlerinin sayısı 1000’e yaklaşmaktadır. Mevcut jeopolitik gerçeklerin arka planında bu rakamın daha da artacağını tahmin etmek zor değildir.

Kaynak: Newtimes.az

 

Ceyhun AHMEDLİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.