Makalenin orijinal İngilizce adı: “Re-evaluating the Sources and Fragility of Turkey’s Soft Power after the Arab Uprisings”.
Yazarlar: Michelangelo Guida ve Oğuzhan Göksel.
2001 ekonomik krizinin hemen sonrasında iktidara gelen AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) önderliğinde 2000’li yıllarda gerçekleşen demokratik reformlar ve istikrarlı ekonomik kalkınma performansı, Türkiye’nin yükselen bir bölgesel güç olarak görülmesini sağlamıştır. 2010 Yumuşak Güç Endeksi’ne göre dünyanın 25.en büyük yumuşak gücü olarak konumlandırılan Türkiye, 2012 yılında aynı endekste 20. sıraya kadar yükselmiştir. 2000’li yıllar boyunca kendisini çevreleyen stratejik öneme sahip bölgelerde (Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya) yumuşak güç kapasitesini hızla arttıran Türkiye’nin yükselişi, birçok gözlemci tarafından da fark edilmiş ve konu üzerine sürekli genişleyen zengin bir akademik literatür ortaya çıkmıştır.
Fakat 2011 Arap Baharı sonrası Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında yaşanan karışıklıklar (örneğin halen devam etmekte olan Suriye İç Savaşı), Türkiye ekonomisine, ulusal güvenliğine ve diplomasisine beklenmedik ölçüde olumsuz yansımıştır. 2011 sonrası, Türkiye, kendi içinde de çalkantılı bir döneme girmiş ve bir dizi siyasi kriz yaşamıştır. Böylelikle bu zamana kadar birçok uzmanın ve Türkiyeli siyaset yapıcıların ülkenin kültürel nüfuz benzeri yumuşak güç araçları sayesinde dış politika hedeflerine ulaşabilme becerisini abarttıkları görülmüştür. Bu, aslında yalnızca Türk dış politikasına has bir sıkıntı değildir; çünkü yumuşak güç literatüründe kavramın fikir babası Joseph Nye’ın sunduğu kuramsal çerçevenin muğlaklığından kaynaklanan bir boşluk ve kafa karışıklığı bulunmaktadır.
Joseph Nye, ilk olarak 1990 yılında ortaya attığı yumuşak güç kavramını yıllar içinde geliştirmiş ve 2004 yılında bu adla yayınladığı meşhur kitabında (Türkçe Çevirisi: Yumuşak Güç, İstanbul: BB101 Yayınları) nihai şeklini vermeye çalışmıştır. Yumuşak gücü, kısaca, devletlerin askeri ve ekonomik güçleri dışında kalan araçlar kullanarak, diğer devletlerin davranışlarında değişiklikler yapma becerisi olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda, Nye, yumuşak gücü 21. yüzyıl uluslararası siyasetinde bölgesel ve/veya küresel güç olmak isteyen devletler açısından mutlaka sahip olunması gereken “üçüncül bir güç” olarak değerlendirir. Yumuşak gücü oluşturan temel yapı taşları ise; bir ülkenin diğer ülkelere yönelik kültürel nüfuzu, dış politika davranışları ve siyasi değerleri ile kurumlarının etkili ve ahenk içinde işlemesidir. Tam da bu noktada Nye’ın yumuşak güç kavramsallaştırmasındaki temel bir sıkıntı ortaya çıkmaktadır: Uluslararası alanda kültürel nüfuz sahibi olmak, başka ülkeler açısından bağlayıcılığı olan dış politika kararları alabilmek ve siyasal kurumların istikrarı/etkinliği olarak sunduğu temel yapı taşlarının tamamı aslında askeri ve ekonomik güçlerin dışında üçüncül bir güç olmaktan ziyade zaten bir ülkenin birincil ve ikincil güçlerinden devşirilen nitelik göstermektedirler.
Hâlihazırda büyük bir ulusal ekonomisi olmayan bir ülke nasıl dikkate değer bir kültürel nüfuz sahibi olabilir? Örneğin ABD’nin kendi ekonomisinin devasa boyutları dolayısıyla dünyada rakipsiz büyüklüklere erişmiş olan sinema, televizyon, müzik ve spor endüstrileri olmasa kalıcı küresel bir kültürel nüfuz sahibi olması nasıl mümkün olabilirdi? İleri teknoloji araçları kullanan ve potansiyel düşmanları açısından korkutucu ateş gücüne sahip bir silahlı kuvvetleri olmayan bir ülke diğer ülkelere karşı caydırıcılığı olan dış politika kararlarını ne ölçüde alabilir? Aynı şekilde, ekonomik ve siyasi istikrarı sık sık ciddi kriz ve travmalarla (örneğin askeri darbe teşebbüsü, terörizm ve düşük yoğunluklu askeri çatışmalar) bozulan bir ülkenin diğer toplumlar nezdinde olumlu bir uluslararası imaj sahibi olması mümkün müdür? Dolayısıyla, Nye’ın yumuşak gücü askeri ve ekonomik güçlerden bağımsız üçüncül bir güç türü olarak sunması aslında uluslararası siyasetin çağımızda daha az şiddet kullanarak yönetilmesine dair iyimser bir temenniden öteye geçmemektedir. Yumuşak gücü doğrudan birincil ve ikincil güçlerin boyutu ve potansiyel enerjisinden üretilen esnek bir dış politika aracı olarak görmemiz daha gerçekçi bir analiz yapmamıza imkân sağlayacaktır.
Yukarıda özetlediğimiz bağlamda, biz, “Re-evaluating the Sources and Fragility of Turkey’s Soft Power after the Arab Uprisings” adlı çalışmamızda yumuşak güç üzerine gelişmiş literatürü tartıştık ve yumuşak güç kırılganlığı adını verdiğimiz yeni bir kavram ortaya attık. Buna göre; bir ülkenin henüz birincil ve ikincil güç kaynaklarını tam olarak pekiştiremeden kalıcı ve derin bir bölgesel/küresel yumuşak güç kapasitesine sahip olmasına mümkün değildir. Siyasi istikrar halk tabanında yaygın meşruiyeti olan siyasal kurumlar eliyle sağlanmaktadır. Günümüzün bu bağlamda görece en başarılı ülkeleri – kendileri de kusursuz olmaktan uzak olsalar da – liberal demokratik siyasal sistemlerdir. Ekonomik istikrar ise sanayileri ağırlıkla kâr marjı yüksek teknolojik ürünleri ihracatı ve araştırma-geliştirmeye yaptığı yatırımlar sayesinde yeni ürün geliştirme becerisi yüksek ülkelerde görülmektedir. Günümüz Türkiye’si ise henüz siyasi ve ekonomik istikrarını pekiştiremeden kendisini bölgesel ve hatta küresel bir aktör olarak değerlendirip, bu tip aktif bir dış politika yürütmeye çalıştığı izlenimini veren bir ülkedir. Bu bağlamda yumuşak güç kırılganlığı sendromunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır.
Çalışmamızda yukarıda çok kısaca özetlediğimiz yumuşak güç kırılganlığı sendromunu kavramsallaştırıyoruz ve bu bakış açısı ışığında Türkiye örneğini derinlemesine inceliyoruz. Vardığımız sonuca göre; eğer Türkiye önümüzdeki yıllarda ekonomik kalkınmasında yapısal dönüşümler eliyle hızlı bir atılım sağlayamazsa ve 2000’li yıllardaki demokratik reform sürecine tekrar dönüş yapıp şiddetli toplumsal kutuplaşma sıkıntısını en azından kontrol edilebilir bir seviyeye düşüremezse, ülkenin imaj sorunu ve yumuşak güç kırılganlığının da devam edeceğidir.
Çalışmanın tam metnine şuradan ulaşabilirsiniz:
Oğuzhan GÖKSEL