Kitabın Künyesi: Philippe Beneton, Muhafazakârlık, Çeviren: Cüneyt Akalın, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016.
Philippe Beneton
Fransız akademisyen Philippe Beneton, 1946 doğumlu ve Rennes Üniversitesi’nde Hukuk ve Siyaset Bilimi Profesörüdür. Muhafazakârlık ve liberal demokrasi üzerine yazdığı kitapları şöyle sıralanabilir: Le Fleau du bien. Essai sur les politiques ve sociales accidentales, 1960-1980 (libertes); Introduction a la politique moderne. Demokratie liberale et totalitalisme (Hachette); De l’egalite par defaut. Essai sur l’enfermement moderne (Criterion); L’Utopie expliquee par Thomas More (Marcona); Les fers de l’opinion (PUF).
Philippe Beneton’un kaleme aldığı Muhafazakârlık kitabı, 19. yüzyıl Avrupası’nın siyasal ve entelektüel hayatını derinden etkilemiş olan muhafazakâr ideolojinin düşünsel temellerini kuramsal bir çerçevede incelemektedir. 5 bölüm halinde muhafazakârlık doktrinin ele alındığı kitapta, muhafazakâr geleneğin tarihsel gelişimine ve bu ideolojiye katkı sağlayan düşünürlerin görüşlerine yer verilmiştir.
Muhafazakârlık
İlk olarak muhafazakârlık kavramından neyi anlamamız gerektiğini sorgulayan yazar, sözcüğün etimolojik kökenine odaklanmıştır. Muhafazakârlık teriminin Fransa’da Restorasyon döneminde ortaya çıktığına değinen Beneton, kavramın zaman içerisinde İngiltere ve Almanya başta olmak üzere başka ülkelerde farklı yan anlamlar kazanarak yayıldığını anlatmıştır. Kavram, İngiltere’de sıklıkla iktidar olan veya iktidar olmayı amaçlayan köklü bir siyasi partiyle ilişkili olduğu için, genelde saygın bir anlam taşımaktadır. Muhafazakârlığın Fransa’da aynı etkiyi yaratmadığını vurgulayan yazar, sözcüğün siyasal bir kimliği ifade etmekteki başarısızlığına dikkat çekmektedir. Kavramın akademik çağrışımının siyasal içeriğine nazaran daha az karışık olduğuna değinilse de, her incelemede sözcüğün kökenine ve temsilcilerine göre farklı anlamlar kazandığı görülmektedir. Sınırları net olarak çizilemese de, muhafazakârlığın tarihsel bir gerçeklik olduğunu vurgulayan Beneton, kavramı, bütünlüğü olan entelektüel bir akım olarak tanımlamaktadır. Muhafazakâr düşüncenin salt değişim korkusu veya herhangi bir olguyu olduğu gibi koruma kaygısıyla açıklanamayacağını belirten yazar, muhafazakârlığı modern zamanların ideolojisi olarak ifade etmektedir. Muhafazakâr doktrin, Avrupa uluslarının geleneksel siyasal ve toplumsal düzeninde aranmaktadır. Doktrinin ortaya çıkışında Edmund Burke’ün görüşlerine yer veren yazar, muhafazakârlığın Fransız Devrimi’ne karşı bir tepkinin sonucu olarak doğduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla, muhafazakâr düşünce, doğası gereği karşı devrimci bir özellik taşımaktadır. Devrimin ilkelerinin en başından itibaren reddedildiğine dikkat çeken yazar, ilkelerin insan doğasına aykırılık taşıdığını aktarmıştır. Bu bakımdan, muhafazakârlık, Aydınlanma’ya, insan haklarına ve hatta modern siyaset projelerine karşı çıkan bir ideoloji olarak ifade edilmiştir. Karşı devrimciliğin önemini vurgulayan yazar, muhafazakârlığın tarihsel gelişiminin ve temel tezlerinin devrim şartları altında şekillendiğini vurgulamaktadır. Siyasal ve toplumsal muhafazakârlık arasında bir ayrıma giden Beneton, siyasal muhafazakârlığın demokratik modernleşmeye karşı olmakla birlikte tarihsel durumlara ve ulusal geleneklere bağımlı olduğunu belirtmiştir. Diğer tarafta ise toplumsal muhafazakârlığın Sanayi Devrimi, kentleşme, kitlelerin uygarlaşması gibi geniş bir yelpazeye karşı muhalefet ettiğine vurgu yapılmıştır. Muhafazakârlığın her iki durumda da 19. yüzyıl Avrupası’nda kayda değer bir entelektüel iz bıraktığını, ancak tarihsel evrimi yavaşlatamadığına değinilmiştir.
Birinci bölümde, ayrıca, Edmund Burke’ün düşüncelerine yer verilerek, karşı devrimcilik çözümlenmeye çalışılmıştır. 19. yüzyılda liberal ve Jakoben düşünce akımlarının aksine muhafazakârlığın Fransız Devrimi’ni bir bütün olarak mahkûm ettiğini ve bu mahkûm edişte Burke’ün ünlü Reflections on the Revolution in France (Fransız İhtilali Üzerine Düşünceler) eserinin temel bir metin özelliği taşıdığına değinilmiştir. Bu metin, muhafazakâr geleneğin en üstün referansı olarak kabul edilmektedir. Burke’ün ünlü eserine dair analizlere geçmeden önce, düşünür, muhafazakârlığı tüm özellikleriyle tanımlanmıştır. Deneyimli bir parlamenter ve gazete yazarı olan Burke, ünlü eserinde, Fransız Devrimi’ni şiddetle eleştirmiştir. Bu eserin açıklanması kolay olmayan bir yapıya sahip olduğunu belirten yazar, devrimci bir kopuş olarak tanımladığı Fransız Devrimi’nin sunmuş olduğu fikirlerin aksine, kitapta, törelerin yoğunluğu ve geleneğin ağırlığının ön plana çıktığını aktarmaktadır. Aynı zamanda, Burke, eserinde insan haklarını ve modern siyasal rejimleri eleştirmektedir. Fransız Devrimi’nin tarihin zincirlerinin kırılması olarak tasvir edildiği eserde Burke, devrimi “çıplak akıl” ile siyaseti inşa etmek olarak değerlendirmiştir. 1688 İngiliz Devrimi’yle 1789 Fransız Devrimi’nin mukayeseli olarak ele alındığı eserde, İngiliz Devrimi’nin sadece bir hanedan değişikliğine yol açtığını ve yeni bir egemenlik modelini meydana getirmediğini belirten Burke, devrimin yeni bir politik düzen yaratmaktan ziyade İngiliz ulusunun tarihi haklarını korumayı amaçladığını ifade etmiştir. Bu bakımdan, İngiliz Devrimi, tarihsel zorunluluğun bir yansıması olarak Fransız Devrimi’nin aksine tarihin sürekliliğini sağlayan bir olgu olarak ele alınmıştır. Fransız Devrimi’nin yenileştirici özelliğinin skandal bir kopuş olarak tanımlandığı eserde, tortulaşma, intikal, miras gibi önemli unsurların insanların toplumsal bağlarını koruduğu belirtilmiştir. Bu bakımdan, İngiliz halkını, Fransız sofistlerinin iddia ettiği soyut hakların değil, tarihsel hakların birleştirdiğine değinen Burke, Fransız Devrimi’ni uygarlık mirasının tahribatı olarak yorumlamıştır. Kitapta, Fransız Devrimi’nin getirdiği özgürlük anlayışının tiranlık, bilgi felsefesinin kibirli bir bilgisizlik ve insanlık anlayışlarının vahşi bir hoyratlıktan öteye geçemediği vurgulanmıştır. Eleştirilerini devrim sonrasının modern toplumuna yönelten Burke, İngiliz haklarını tarihsel, somut ve toplumu bir arada tutan değer yargıları olarak tanımlarken, Fransız haklarını soyut, karmaşık ve metafiziksel ürünler olarak açıklamaktadır. Fransız haklarının yıkıcı özellikleri 3 başlık altında incelenmiştir: Bunlar toplumu atomlara ayrıştırma, töreleri bozma ve iktidarın özünü değiştirmek olarak sıralanmaktadır. İnsan haklarının soyutluğunu eleştiren Burke, toplumsal parçalanmanın temelinde insanları bir arada tutan Kilise, aile gibi geleneksel otoritelerin güç kaybetmesinin rol oynadığı aktarmaktadır. Kurallara bağlı sadakat duygusunun ön plana çıkarıldığı sağlam otoritelerin gerekliliğine değinen Burke, Fransızlara has metafizik özgürlüğün disipline edilmekten uzak töreleri yıkıcı özelliklerine dikkat çekmektedir. Eşit haklara sahip bireylerin meydana getirdiği Fransız tipi yönetim şekillerini tenkit eden Burke, demokrasiyi de yozlaşmış bir rejim olarak tanımlamaktadır. Görüşlerine yer verdiği Burke’ün saf bir muhafazakâr olarak tanımlanamayacağını ifade eden yazar, Alexis de Tocqueville ile Burke arasında bir karşılaştırma yoluna gitmektedir. Tocqueville’in de modern ilkeler karşısında benzer kaygılar taşıdığını belirten yazar, bu ilkelerin anarşizmin ya da despotluğun habercisi olarak kabul edildiğini belirtse de, son kertede ilkelerin meşruiyetinin kabul edildiğine vurgu yapmaktadır. Bu bakımdan, Burke liberal bir muhafazakâr, Tocqueville ise muhafazakâr bir liberal olarak tanımlanmıştır.
İkinci bölümde de karşı devrimciliğin tarihsel kökenlerini açıklamaya devam eden yazar, Burke’ün yanı sıra Joseph de Maistre ve Louis deBonald’ın görüşlerine yer vermiştir. İnsanı bir araç olarak tanımlayan ve olaylar üzerinde özgül bir ağırlığı olmadığını belirten Maistre, hak kavramının toplumsal sözleşmenin bir gereği olarak görülmesini doğru bulmamaktadır. İnsan için toplumdan önce bir dönemin var olmadığı belirtilmiştir. Bu bakımdan haklar kurucu bir aklın ürünü olmaktan ziyade, tarihsel bir nitelik taşımaktadır. Bu doğrultuda, Fransız Devrimi’nin insan hakları bildirgesi saf bir soyutlama olarak ele alınmıştır. Otoritenin kaçınılmaz bir bileşken olduğunu vurgulayan Maistre, herkesin bireysel aklıyla hareket ettiği bir toplumda otoritenin ortadan kaybolacağını belirtmiştir. Ona göre, insan kitleleri yönetilmek için yaratılmıştır ve bireysel akıl sapıklıktır. Bu bakımdan, siyaseti de bireysel akıldan ziyade ilahi kaynaklarda arayan Maistre, tek ve mutlak egemenliği tanrının otoritesi olarak ifade etmiştir. Bu siyaset anlayışında demokratik ilkeler, Tanrı’nın insanlar üzerindeki haklarının günahkarca istismarı olarak nitelendirilmiştir. Fransız muhafazakârlığının entelektüel isimlerinden biri olan Louis de Bonald’ın görüşlerine atıfta bulunan yazar, onun demokrasiyi otorite sağlamak konusunda son derece başarısız bir rejim olarak değerlendirdiğine yer vermektedir. Demokrasinin otorite ile bağdaşmayan yapısı ise, ona göre despotizme yol açmaya elverişlidir. Diğer muhafazakâr düşünürler gibi Bonald da bireysel aklın eleştirisini sunmaktadır. Karşı devrimci bir karakter taşıyan bu eleştiride, gerçek aklın toplumsal niteliği ön plana çıkarılarak, her türlü özgün düşünce zararlı ve tehlikeli olarak kabul edilmiştir. Din, ahlak ve bilimi de kapsayan bu düşünce tarzı, özellikle yeni fikirlerin ortay çıkması bakımından kitapları son derece tehlikeli bulmuştur. Toplumsal yaşam içerisindeki yazıların evrensel akıl süzgecinden geçirilmesi için sansürün gerekli olduğuna değinilmiş olup, yazıların toplumsal karakter taşıması halinde korunması bireysel özellikler içermesi durumunda ise yok edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Karşı devrimci düşünürlerin birbirlerinden farklılaşan değerlendirmeleri olsa da, ortak bir muhafazakâr doktrinin varlığından bahseden yazar, karşı devrimcilikten beslenen muhafazakâr düşüncenin modernleşmeye yönelttiği üç temel eleştiriyi açıklamaktadır. Ayrıca adil aklın bireye dışsal olarak görüldüğü epistemolojik eleştiride, insanın sınırlı bir varlık olduğu ve modern aklın kendini beğenmiş bir nitelik taşıdığına yer verilmiştir. Siyasal eleştiri noktasında ise, adil iktidarın bireye dışsal bir yapıda olduğuna değinilerek, demokrasinin insan tutkularını kuşatarak siyasal otoriteyi temelinden yıktığı vurgulanmıştır. Sosyolojik eleştiride ise, iyi toplumun bireylerin sıradan bir birleşimi olmadığı düzenli ve yaşayan bir topluluk olduğu ifade edilmiştir. Modern ilkelerin eleştirisinde insanın özerk bir birey olmadığı topluma borçlu ve bağımlı olduğu vurgulanmıştır. Tüm bu eleştirilerin kökeninden yola çıkılarak, insanın boyun eğmesinin gerekliliği üzerinde durulmuştur. Bu anti-modern düşüncenin siyasal ve toplumsal düzen konusunda klasik felsefecilerle dolaylı ya dolaysız bir ilişki içerisinde olduğunu belirten yazar, buna rağmen devrimci düşüncenin evrensellik ve rasyonellik iddialarına tepki konusunda muhafazakârların klasik felsefeden farklılaştığını ifade etmektedir. Aradaki ayrımı detaylandıran yazar, Yunan filozoflarından farklı olarak muhafazakâr düşüncenin ideal bir rejim tanımlamadıklarını aktarmaktadır. Bu bakımdan muhafazakârlığın doğuşu, Beneton tarafından büyük ölçüde tarihi bir dönemeç olarak nitelendirilen karşı devrimci anın bir sonucu olarak görülmüştür.
Kitabın üçüncü ve dördüncü bölümlerinde ise, İngiltere ve Fransa’daki muhafazakâr siyasal geleneklerin karşılaştırmalı bir analizi sunulmuştur. Bu iki geleneğin ortak noktasının tarihe saygı ve demokrasiye duyulan nefret olduğunu aktaran yazar, İngiliz muhafazakârlığını liberal bir muhafazakârlık olarak tanımlamaktadır. İngiliz muhafazakârlığının parlamentarizm, erkler ayrımı ve kanun hâkimiyetinden ayrı düşünülemeyeceğinden bahseden Beneton, bu muhafazakârlığın bağlı olduğu tarihin mirasını yansıttığını ifade etmektedir. Siyasal liberalizmin devrim öncesi kökleşmediği Fransa’da ise, muhafazakârlar, her türlü liberal örgütlenmeye karşı çıkmıştır. Fransız muhafazakârlığının bir rejim tartışması içerisinde şekillendiğinden bahseden yazar, bu durumun nedenlerini oy hakkı, idari örgütlenme ve toplumsal yasalar üzerinden açıklamaktadır. Fransız muhafazakârları devrim öncesinin fikirlerine ve sembolik değerlerine önem vermektedir. Bu bakımdan onların gözünde gerçek Fransa; tahtın, Kilise’nin ve düzenin Fransa’sıdır. Liberalizm ve demokrasiyle her türlü uzlaşmayı reddeden Fransız muhafazakârlığı, devrimin kazanımlarını bir bütün halinde reddetmektedir. Devrimin mirasını kabul etmeyen Fransız muhafazakârları, toplumsal kurumların tanrısal kökenini, iktidarın mutlaklığını, geleneğin bireysel akıl karşısındaki üstünlüğünü savunmaktadır. Fransızlara özgü muhafazakârlık konusunda Charles Maurras’nın fikirlerine yer veren yazar, onun uzlaşmaz, gerici, geleneksel monarşiyi savunan, demokrasiyi ve parlamenter kültürü şiddetle reddeden bir anlayışa sahip olduğunun altını çizmektedir. Salt pozitivizm ve milliyetçilik üzerinden Fransız muhafazakârlık geleneğinin yeniden inşa edildiğini belirten yazar, vatanın çıkarlarını koruma içgüdüsünün mantıksal çerçevede monarşiyi çözüm olarak sunduğuna değinmektedir. Fransız muhafazakârlığının insan doğasına nasıl baktığını açıklamaya çalışan Beneton, toplumsal düzenin meşru bir siyasetin tek hedefi olarak görülebileceğini, bu bakımdan insan doğasına yönelik bireyci ve sözleşmeci tezlerin yanıltıcı olduğunu vurgulamaktadır. Toplumsal düzenin kurulmasında otoritenin vazgeçilmez niteliğine de atıfta bulunan yazar, siyasal otoritenin anarşiye karşı bir güvence sunduğunu aktarmaktadır. Yazar, Fransız muhafazakârlığının, işte tüm bu etmenlerin yanı sıra demokrasiye karşı eleştirel bir tavır takınarak demokratik bireyciliğin toplumu parçaladığı merkezileşmeye ve devletçiliğe yol açtığını da belirtmektedir. Özellikle demokrasinin toplumsal düzen ve ulusal çıkarlarla bir arada değerlendirilemeyeceği vurgulanarak, demokrasinin doğası gereği yıkıcı bir karakter taşıdığı üzerinde durulmuştur. Fransız muhafazakârlığının bireylerin dışında aşkın bir yüce otoriteyi savunduğunu belirten yazar, siyasal düzen ve çıkarların toplumsal iyiliğe tabi kılınmasını ve sürekliliğe önem verilmesi gerektiğini söylemektedir.
Fransa’da önemli bir yer tutan hanedan sorunu İngiltere’de ise karşılık bulmamıştır. İngiliz muhafazakâr geleneğinin 17. yüzyılın sonundan beri uzun süreli bir kopukluk yaşamadığını ve monarşinin sürekliliğine yönelik ciddi bir tehlikenin olmadığını belirten yazar, Fransız muadiline kıyasla İngiliz muhafazakârlığının daha az radikal ve çok daha az uzlaşmacı olduğunu ifade etmektedir. Doktriner yönü zayıf olan İngiliz muhafazakârlığı törelere sadakat, doğal ya da veraset yoluyla geçen aristokrasiye bağlı, demokrasiye muhalif veya ölçülüdür. Bu bakımdan, İngiliz muhafazakârlığının hem liberal, hem de pragmatik bir içeriğe sahip olduğuna dikkat çeken yazar, tarih bakımından canlı olan bu geleneği reformcu olarak tanımlamaktadır. 19. ve 20. yüzyıllarda İngiliz siyasal tarihinin istikrarına büyük katkılar sağladığı ifade edilen muhafazakâr düşünce, politik yaşam içerisinde uzun süre varlığını devam ettirmiştir. Muhafazakârlığın tarihsel köklerinin Avrupa’da atıldığını belirten yazar, Amerikan muhafazakârlığı diye adlandırılabilecek bir geleneğin var olup olmadığını tartışmaktadır. Bu noktada ikisi de modern zamanlarda gerçekleşmiş olan Amerikan ve Fransız Devrimlerini değerlendiren Beneton, Amerikan Devrimi’nin liberal bir kaynaktan beslendiğini belirterek, politik muhafazakârlığın Amerika’ya yabancı kaldığını göstermektedir. Her iki devrim arasındaki karşıtlıkları inceleyen yazar, Amerikan Devrimi’nin ideolojik bir kökeni olmadığını, geleneksel bir rejimden kopuşu ifade etmediğini ve Fransız Devrimi’ne nazaran daha istikrarlı bir rejim kurduğunu vurgulamaktadır. Avrupa’daki muhafazakârlığın gelenekçi ve anti-modern karakterine dikkat çeken Beneton, Amerika’da olsa olsa yeni muhafazakârlığın var olabileceğini belirtmiştir.
Kitabın beşinci ve son bölümünde ise, muhafazakâr toplumsal düşüncenin temelleri açıklanmaya çalışılmıştır. Muhafazakâr düşüncenin geleneksel toplumu yıkmayı amaçlayan bireyci demokratik devrimle Sanayi Devrimi’ne karşı çıktığını aktaran Beneton, metafiziğin yerine ampirik gerçekliğin, ruhsuz tekniğin yerine ise ahlaki gerçekliğin savunulduğunu belirtmektedir. Muhafazakâr düşüncenin 19. yüzyılda dikkate değer bir entelektüel hava yarattığını ve sosyolojik düşünceyi derinden etkilediğini savunan yazar, yine de muhafazakârlığın toplumsal evrimi yavaşlatamadığına değinmektedir. Bu noktada 20. yüzyılda bireyciliğin ve tekniğe bağlılığın artması önemli bir ipucu olarak sunulmaktadır. Modern topluma karşı muhafazakâr düşüncenin tezlerini aktarmaya devam eden yazar, bireyci ve Sanayi Devrimi’ne karşı çıkan muhafazakâr geleneğin toplumu ailelerden, loncalardan, komünlerden oluşan ve dinin yönlendirdiği organik bir sistem olarak tasarladığını ifade etmektedir. Toplumsal evrime bir tepki olarak ortaya çıkan muhafazakârlığın aynı zamanda kapitalizmi ve onun sonuçlarını da eleştirdiği görülmektedir. Kapitalizm eleştirisi konusunda muhafazakârlığın sosyalizmden daha radikal olduğunu belirten yazar, özellikle sosyalist düşüncenin geçmişle gelecek arasında kapitalizmi zorunlu bir köprü olarak nitelendirdiğini, oysa muhafazakârların bir bütün olarak kapitalizmi reddettiğini söylemektedir. Zira muhafazakârlar, sosyalistlerin kapitalist sistem içerisinde kabul ettiği teknik ilerleme, örgütlenme yöntemleri ve kentleşme olgusuna da karşı çıkmaktadırlar. Muhafazakâr düşüncenin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişim gösterdiğini ifade eden Beneton, bu durumu işçilerin yaşamış olduğu yoksulluk ve sefalet üzerinden temellendirmektedir. Bu durumun muhafazakârları geleneğe dönüşten ziyade daha gerçekçi bir yol aramaya ittiğinden bahsedilmektedir. Yaşanan istikrarsızlık, yoksulluk ve toplumsal bölünmeye karşı muhafazakâr düşüncenin reçetesi, törelerin ve toplumsal kurumların reform ihtiyacıdır. Din, aile, mülkiyet üzerinden açıklanmaya çalışılan klasik muhafazakârlık yoksulluğa karşı yeni yollar aramaktadır. Yoksulluğa ve toplumsal sorunların çözümüne dair ortaya konulan somut çözüm önerilerini ele alan yazar, muhafazakârların toplumu korporatif biçimde yeniden inşa etmeye çalışmasına vurgu yapmaktadır. Toplumsal mücadeleler tarafından parçalanan ekonomik çıkarların erdemi temel alan bu sistemle çözüleceğine inanılmaktadır. Muhafazakâr sosyolojiden de bahseden Beneton, doğa ve tarih temaları üzerine kurulmuş olan muhafazakâr kuramın toplumsal bağ ve ahlaki sorumluluklar içerdiğini işaret etmektedir. Muhafazakârlar, iyi toplumu geleneksel toplumda görürken modern toplumun özerk birey fikrini hayal ürünü olarak kabul etmektedir. İnsan, kapasiteleri ve yetenekleri bakımından son derece sınırlı ve deneyimsiz bir varlık olarak gösterilmektedir. Böylelikle, muhafazakâr düşünce tarihe boyun eğmenin gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Tarih içerisinde kök salmış olan muhafazakârlık, bir geleneğin kopuşuna duyulan siyasal ve toplumsal tepkinin doktrini olarak özetlenmektedir. Son olarak, muhafazakârlıkla gelenekçilik arasında bir ayrım yapan Beneton, muhafazakârlığın gelenekçilik olduğunu, ama her gelenekçi düşüncenin mutlaka muhafazakârlığı içermek zorunda olmadığını belirtmiştir. Muhafazakârların savunmuş olduğu geleneklerin tasfiye edilmesi veya yerine başka geleneklerin gelmesi durumunda muhafazakâr düşüncenin çelişkiler yaşadığını belirten yazar, bu bakımdan gelenekçiliği muhafazakâr ideolojinin zayıf karnı olarak nitelendirmektedir. Günümüzde gerçek manada bir siyasal ve toplumsal muhafazakâr projenin kalmadığına değinilmiştir. Yine de muhafazakârlık hala canlı ise bunun dini muhafazakârlık biçiminde varlık gösterdiği üzerinde durulmuştur. Özetle, muhafazakâr düşüncenin tarihsel ve sosyolojik yönünün günümüzde yerinin teolojik felsefeye bıraktığının altı çizilmiştir.
Philippe Beneton, Muhafazakârlık adlı eserinde temelleri 19. yüzyıl Avrupa’sının siyasal ve toplumsal koşullarında yatmakta olan bu modern ideolojiyi alana katkı sağlayan muhafazakâr düşünürlerin görüşlerine yer vererek bir kuramsal derinlik içerisinde aktarmaktadır. Muhafazakâr düşünceyi kendi tarihsel gelişimi içerisinde anlamak isteyenler için, bu eser, rehber bir kitap olma özelliğini taşımaktadır. Bu nedenle, kitabı herkes tavsiye ediyorum.
İsmail Uğur AKSOY