Ahmet CEYLAN: Değerli hocam mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Şebnem hocam, okurlarımızın sizi yakından tanıması amacıyla kendinizi tanıtır mısınız? Çalışmalarınız bağlamında Ankara’daki diplomatik faaliyetlerinizin alanına hangi hususlar girmektedir?
Dr. Şebnem UDUM: Merhaba, ben Şebnem Udum. Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesiyim. Ayrıca Hacettepe Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü’yüm ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı bünyesindeki Uluslararası Nükleer Emniyet Eğitim Ağı-INSEN’in 2018-2019 Dönem Başkanı’yım. ODTÜ Uluslararası İlişkiler bölümünden lisans, İktisat bölümünden de Uluslararası İktisat yan dal derecelerimi (1999) tamamladıktan sonra, yüksek lisansımı ABD’de Monterey Institute of International Studies’de Uluslararası Politika Çalışmaları’ndan aldım (2001). Ardından, bu okula bağlı ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi alanında tek ve saygın bir araştırma kuruluşu olan James Martin Center for Nonproliferation Studies’de araştırmacı olarak çalıştım. Bu arada Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi sertifika programını da bitirdim (2002). İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktoramı tamamladım (2003-2010).
Monterey Institute, uluslararası öğrenci kabulüne önem veren bir okul olduğu için, akademik gelişimin yanısıra, bireylere sosyal ilişkiler kurma ve uluslararası ortamlarda empati geliştirme yetenekleri de kazandıran bir üniversitedir. ABD’de kazandığım bu edinimler, doktora dönemimden itibaren davet edildiğim uluslararası akademik toplantılarda ve Büyükelçilik davetlerinde, değişik altyapı ve kültürden gelen kişileri açık fikirlilikle dinlememi ve anlamamı sağlamıştır. Ankara’daki diplomatik çevrelerle gündemi meşgul eden uluslararası sorunları resmi ya da yarı-resmi toplantılarda ele aldığımızda, benim katkılarım daha ziyade uluslararası güvenlik alanında olmakta ve özellikle de Türk Dış Politikası’nın genel hatlarını az bilinen ama kritik değişkenleri ekseninde anlatmayı tercih etmekteyim. Bu yaklaşımımla, ikili ilişkilerde yanlış anlaşılma ihtimali olan konuların önceden tespiti ve giderilmesine katkı yaptığımı düşünüyorum.
Diplomatik davetlerin Uluslararası İlişkiler için “kamu diplomasisi” alanında önemini kavradıktan sonra, sadece katılımcı değil, aynı zamanda gözlemci ve önerilerde bulunan kişi rollerini de benimsedim. Pek çok yabancı ülke için ülkemizde temsilciğinin olması çeşitli yönlerden önem taşıyor. Bazısı için stratejik öneme sahipken, diğerleri için uzak ve yeni tanınmaya başlanan bir ülkeyiz. Büyükelçiliklerin kamu diplomasisi etkinliklerini (resepsiyonlar, sanat, kültür, spor, yemek) yarattıkları etki açısından da değerlendirmekteyim. Bu noktada, başta Büyükelçi eşleri olmak üzere, kadınlar ve kadın diplomatların kendi ülkelerini temsilde başarılarını değerlendiren bir araştırma da kaleme aldım.
Ahmet CEYLAN: Türkiye ve ABD arasında 1955 yılında “Atom Enerjisinin Barışçıl Kullanımına Yönelik” ikili işbirliği anlaşması imzalanmış ve bu anlaşma sonrası, Türkiye, ilgili enerjiye yönelik çalışmalara hız vererek 1956 yılında Atom Enerjisi Komisyonu’nu kurmuştur. Tarihsel ilerleyiş sürecinden hareketle, Türkiye’nin nükleer enerji konusundaki atılımlarını, kültürünü ve toplumsal algısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kimi uzmanların, Türkiye’nin nükleer enerji konusundaki atılımlarının Rusya ile olan ilişkilerdeki “bağımlılık” riskini arttırdığı endişelerine katılıyor musunuz?
Dr. Şebnem UDUM: Doktora tezimi Türkiye’deki nükleer enerji tartışmaları üzerine yazdım. Öncelikle, nükleer enerjinin herhangi bir enerji türü olmadığını anlamamız gerekiyor. Nükleer teknoloji çift kullanımlıdır ve ilk kullanım alanı askerî amaçladır. Atom bombasına sahip olmanın getirdiği stratejik üstünlük, uluslararası ilişkilerde askerî ve siyasî üstünlüğü sağlar. Bu nedenle, nükleer teknolojinin sivil amaçlarla kullanımından en önemlisi, yani nükleer enerji, uluslararası nükleer silahların yayılmasının önlenmesi rejimi içinde yönetilmektedir. Nükleer enerji üretiminin, siyasi, ekonomik, teknolojik, hukuki, sosyolojik ve psikolojik veçheleri vardır. Türkiye’nin önceki atılımları, genel olarak siyasi ve ekonomik nedenlerle başarılı olamamıştı. Daha önce bir nükleer santral kurulmadığı ve işletilmediği için, ülkemizde nükleer güvenlik algısı, Çernobil ve Fukuşima nükleer tesis kazaları ve korkuya dayalı yanlış bilgilendirmeler nedeniyle olumsuzdur. Nükleer güvenlik tedbirleri ile ilgili doğru bilgilendirmeler ve nükleer güvenlik kültürünün geliştirilmesi korkuyu azaltacaktır. Bireylerin doğru bilgiyi edinmeye çalışması önemlidir.
Enerji güvenliği politikalarında bağımlılığı azaltmak bir kriterdir. Enerji türlerine göre bağımlılık ve getirdiği riskler de değişmektedir. Doğalgazın fiziki özellikleri, taşınma-iletilme ve kullanım alanları nükleer enerjiden farklıdır. Nükleer enerji üretimi için, Rusya, Türkiye ile hükümetlerarası bir anlaşma imzalamıştır. Nükleer enerjinin satışından gelir elde edecektir. Bu nedenle, Ukrayna örneğinde olduğu gibi doğalgazın temininde sıkıntı yaratmayı bir siyasi araç olarak kullanmışken, nükleer yakıtın tedariğinde ya da enerjinin üretiminde kesintiye gitmek kendisine herhangi bir siyasi ya da ekonomik yarar getirmeyecektir.
2015 yılında Brüksel’de bir NATO konferansında moderatörlük yaparken
Ahmet CEYLAN: İran nükleer programının küresel ve bölgesel etkilerini merkeze almak suretiyle bir değerlendirmede bulunursanız, İran nükleer anlaşmasının (JCPOA) gelişim süreci ve son gelinen noktadaki krizi nasıl yorumluyorsunuz? ABD’deki Donald Trump yönetiminin İran ile ilişkilerdeki nükleer tehdit algısı ve değerlendirmelerini nasıl ele alıyorsunuz?
Dr Şebnem UDUM: İran nükleer anlaşması (JCPOA), uluslararası nükleer silahların yayılmasının önlenmesi rejiminin, karşısındaki ciddi durum karşısında diplomatik çabalar ve teknik-bilimsel destek ile optimum bir çözüm ile güçlenerek bu durumdan çıktığının bir işareti idi. Anlaşma, bir BM Güvenlik Konseyi kararının eki olarak, hukuken tüm devletlerden bu anlaşmanın uygulanmasına katkı vermesini talep etmekteydi. Trump yönetimi, kendi siyasi görüşü ile Amerikan dış politikasını yönlendirirken, bu anlaşmanın ABD’nin gücünü azalttığını ve İran’ın yarattığı bölgesel tehdidi bertaraf etmediğini öne sürerken, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi normu ya da rejimini hesaba katmadan bir değerlendirmede bulunmuştur. İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin genişletilmiş güvence denetimlerine tabi olması ve zenginleştirme oranının nükleer santralde kullanılacak yakıt için sınırlandırılması önemli bir kazanımdı. Anlaşma uygulanmaya devam ederken, diğer konuların da masaya yatırılması ve diplomatik çabalarla ele alınması seçeneği dururken, Trump yönetiminin ABD üstünlüğüne dayalı söylemi ve anlaşmadan çekilmesi, nükleer anlaşma ile elde edilmiş kazanımların yitirilmesinin yanı sıra, istenmeyen etkileri de doğurma riski taşımaktadır.
Ahmet CEYLAN: 11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrası oluşan güvenlik endişeleri, uluslararası göçten enerjiye pek çok alanda ivme kazandı. Bu bağlamda bir değerlendirmede bulunan ABD Eski Başkanı Barack Obama’nın nükleer ve radyolojik maddelerle yapılabilecek saldırılara ilişkin dikkat çekici tehdit sınıflandırması sonrası nükleer emniyet kavramı literatürde güç kazanmış gibi duruyor. Bu minvalde, nükleer emniyet rejiminin gelişim süreci, gücü ve uluslararası konumu hakkındaki son duruma ilişkin görüşleriniz nelerdir?
Dr. Şebnem UDUM: Bu sorunuz hakkında aslında yazılmış bir makalem var. Ancak özetlemek gerekirse, eski Başkan Obama’nın dikkat çektiği tehditlere verilen karşılığa literatürde “nükleer emniyet” (nuclear security) diyoruz. 11 Eylül (9/11) saldırılarından önce nükleer ve radyolojik maddelerle ilgili riskler sadece taşınma esnasında öngörülmüş ve “fizikî koruma” terimiyle adlandırılmıştı. Değişen siyasi ve güvenlik ortamı nedeniyle artık uluslararası hukuki enstrümanlar da ya kendilerini değişen duruma adapte etmiş, ya da yeni anlaşmalar, konvansiyonlar veya davranış kuralları geliştirilmiştir. Bu hukuki araçların hiçbiri tek başına yeterli olmamaktadır. Nükleer emniyet rejiminin en can alıcı özelliği, yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya gelişim göstermesidir. Yani, ulusal seviyede, devletlerin aldıkları önlemler, geliştirdikleri kültür ve normlar, uluslararası seviyede nükleer emniyet çabalarının güçlenmesini sağlamaktadır. Öncelikli problem, nükleer veya radyolojik maddelerin altında bulundukları tehditlerin farkında olunmamasıdır. İlgili kuruluş, kişi ya da yönetimlerin eşgüdüm içinde çalışması ve bir kültür geliştirmeleri gerekmektedir. Bu noktada az kullanılan ama etkili araçlardan biri eğitimdir. Ben 2012 yılından bu yana, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı bünyesindeki Uluslararası Nükleer Emniyet Eğitim Ağı (INSEN) üyesiyim. 2015’te yönetim kuruluna seçildikten sonra, 2018-2019 Dönem Başkanı oldum. Yaptığımız çalışmaların hem yerel, hem de uluslararası ortamda olumlu karşılıklarını görüyoruz. Eğitimciler olarak sadece akademik ortamda değil, kamu ve endüstride bu farkındalığın gelişmesine katkı yapmaktayız.
Ahmet CEYLAN: Değerli yanıtlarınız için size teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.
Röportaj: Ahmet CEYLAN
Tarih: 05.05.2019