PAUL KENNEDY’DEN ‘BÜYÜK GÜÇLERİN YÜKSELİŞ VE ÇÖKÜŞLERİ’

upa-admin 31 Ağustos 2019 4.819 Okunma 0
PAUL KENNEDY’DEN ‘BÜYÜK GÜÇLERİN YÜKSELİŞ VE ÇÖKÜŞLERİ’

Kitabın Künyesi: Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri (1500’den 2000’e Ekonomik Değişme ve Askeri Çatışmalar), Çeviren: Birtane Karanakçı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1990, 2. Basım.

Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri

Giriş

Prof. Paul Kennedy’nin yazdığı Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri adlı eser (orijinal İngilizce adı The Rise and Fall of the Great Powers‘dır), 16. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar geçen beş asırlık süreçte, Büyük Güçlerin yükseliş ve çöküşlerini iktisadi ve askeri bir perspektif üzerinden inceleyen tarihsel bir vesika ve çok önemli bir akademik eser niteliğindedir. Aynı zamanda Uluslararası İlişkiler alanında rehber niteliğinde de olan bu eser, modern dönemde farklı uluslararası güçlerin yükseliş ve çöküşlerine yol açan etkenleri malumat yüklü bir anlatıyla okurlara aktarmaktadır. Yayımlandığı dönemde ABD ve Birleşik Krallık gibi Batı ülkelerinde akademik bir eser olmasına rağmen en çok satan kitaplar arasına girmeyi başaran eser, Türkiye’de de döneminin en önemli siyasetçisi Turgut Özal’ın başucu eseri olarak ün kazanmıştır. Kitap, temelde 8 bölümden oluşmakta olup, bu yazıda eserin kısa bir hülasası okuyucuya takdim edilecektir. Şüphesiz ki, tafsilat yüklü bu eserin gerçek manada anlaşılması ve özümsenebilmesi için, tamamının dikkatle okunması gerekmektedir.

Paul Kennedy

Yazara Dair

İngiliz tarihçi Prof. Paul Kennedy, 1945 yılında Birleşik Krallık’ta dünyaya gelmiştir. Öğrenimini Newcastle, Oxford ve Bonn üniversitelerinde tamamlayan Paul Kennedy, hâlihazırda Yale Üniversitesi’nde Modern Milletlerarası Tarih ve Stratejik Tarih konularında dersler vermektedir. Yazarın  ihtisas alanlarına bakıldığında; Uluslararası İlişkiler Tarihi, İktisadi Güç ve Yüksek Teknoloji ön plana çıkmaktadır. Aynı zamanda İngiliz Dış Politikası Tarihi’ne de ilgi duyan Paul Kennedy’nin farklı konularda basılmış muhtelif birçok kitabı ve makaleleri bulunmaktadır.

The Rise and Fall of the Great Powers

Kitabın Özeti

Eserin “Giriş” kısmında, kitabın yazılma maksadına değinilerek, Batı Avrupa’nın “yeni monarşileri”nin kuruluşundan küresel devletler sisteminin başlangıcına kadar geçen beş asırlık zaman diliminde, muhtelif Büyük Güçlerin birbirleriyle olan rekabeti ve nasıl yükselip çöktüklerine yönelik ayrıntılı bir izahat sunulmaktadır. Bu doğrultuda, kitap, kaçınılmaz bir şekilde askeri savaşlara ve uluslararası sisteme etkisi olan önemli çatışmalara atıfta bulunsa da, eserin askeri tarih üzerine yazılmış bir kitap olmadığının altı çizilmektedir. Zira eserde, daha ziyade, 1500 yılından itibaren dünya ekonomisinde meydana gelen değişikliklere yer verilmektedir. Ancak kitabın tüm bu parametrelere rağmen doğrudan bir ekonomi tarihi çalışması olmadığına da dikkat çekilmektedir. Bu noktada, okuyucuya önemli bir hatırlatmada bulunan yazar Paul Kennedy, askeri çatışmaların “ekonomik değişiklikler” üzerinden gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu bağlamda, ele alınan dönemde (1500-2000) Büyük Güçlerin askeri anlamda elde ettikleri zafer ve çöküşlerin, aynı zamanda bahsi geçen devletlerin iktisadi yükseliş ve çöküşlerinin de bir tezahürü olduğuna vurgu yapılmaktadır. Dünya sorunlarında söz sahibi olan nispi güçlerin hiçbir zaman durağan bir şekilde kalmadığına da değinen Kennedy, bu durumu farklı toplumların eşitsiz büyüme hızlarıyla açıklamaktadır. Bu duruma ilaveten, kitapta, teknolojik ve yapısal atılımların da önem arz ettiğine vurgu yapılarak, ortaya çıkan gelişmelerin tüm Avrupa devletlerine aynı ölçüde fayda getirmediği tarihsel örnekler üzerinden açıklanmaktadır. Büyük Güçlerin yükseliş ve çöküşlerinde askeri ve iktisadi ilişkiyi analiz etmeyi sürdüren yazar, devlet kaynaklarının büyük bir kısmının varlık inşa etme maksadından uzaklaştırılıp askeri maksatlara tahsis edilmesinin, uzun vadede ulusal gücün zayıflamasına yol açabileceğini belirtmektedir. Öyle ki, bir devletin geniş alanları fethederek veya maliyeti yüksek savaşlar başlatarak stratejik manada aşırı genişlemesinin, kazançlarının yanında bedellerinin de olabileceğine vurgu yapılmaktadır.

Tüm bu gelişmeler ışığında, kitabın ilk üç bölümü Sanayi Öncesi Dünyada Strateji ve Ekonomi başlığıyla okuyuculara aktarılmaktadır. Bu duruma binaen, ilk bölümde, dünya 1500’lü yıllardaki haliyle çözümlenerek, güç merkezlerindeki her bir imparatorluğun kuvvetli ve zayıf yönlerine dair malumat yüklü bir aktarımda bulunulmaktadır. Öyle ki, bu bölümde salt Batı dünyası değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’na ve Asya’daki güç odaklarına da parantez açılmaktadır. Bahsi geçen dönemlerdeki Büyük Güçleri analiz eden yazar Kennedy, Avrupa’nın 1500’lü yıllarda zayıf yönlerinin göreceli olarak güçlü yanlarından daha belirgin olduğuna yer vermektedir. Dolayısıyla, Avrupa, Hindistan ve Çin ile mukayese edildiğinde, ne bereketli topraklara, ne de kalabalık bir demografiye sahiptir. Öyle ki, jeopolitik açıdan Avrupa’nın amorf bir yapıya sahip olduğuna değinilerek, istilalara ve stratejik tuzaklara açık coğrafi konumu ele alınmaktadır. Aynı zamanda Batı dünyasında hâlâ 1453’te İstanbul’un düşmesinin yarattığı hayalkırıklığının egemen olduğuna atıfta bulunulmaktadır. Ayrıca Osmanlı ve Çin İmparatorluklarının aksine, bu dönemde Avrupa’da laik veya dinsel bir liderin olmadığına, hatta birleşik bir Avrupa’nın varlığından bile bahsedilemeyeceğine değinilmektedir. Coğrafi ve siyasi yapıya ek olarak, Avrupa’nın kültür, matematik ve gemicilik alanlarında da Asya’nın diğer uygarlıklarına karşı belirgin bir üstünlüğünün olmadığını yazan Kennedy, Avrupa’nın kültür ve bilimdeki müktesebatını İslam dünyasından ödünç aldığını da ifade etmektedir. 

Batı dünyasına yönelik çözümlemelerin akabinde, Ming Çini, İslam dünyası, Japonya ve Rusya ele alınmaktadır. Bu bağlamda, Çin’in modern öncesi dönemlerdeki medeniyetlerle karşılaştırıldığında bariz bir üstünlüğünün olduğunu belirten yazar, aynı zamanda Çin’in kültür ve teknoloji alanındaki atılımlarını, denizaşırı seferlerini ve nihayetinde bu seferleri yasaklayan imparatorluk kararlarını çözümlemektedir. Tüm bu parametrelere ek olarak, Ming Çin’i ile Sung Çin’i arasında mukayeseli bir analiz yapan yazar, bilahare İslam dünyasına odaklanmaktadır.

16. yüzyılda dünya meselelerinde en hızla gelişen gücün Müslüman devletler olduğuna değinilerek, Osmanlı Türklerinin sahip oldukları ordu gücünün muazzam boyutları ile bu dönemde terakki gösteren deniz kuvvetlerine yer verilmektedir. Ne var ki, ordunun başarılı yönetilmesine rağmen alabildiğine genişleyen toprakları korumak için gerek insan, gerekse de para kayıplarının yaşandığına dikkat çekilmektedir. Bilhassa Osmanlı’nın zayıflama sürecinin salt kişisel başarısızlıklar ve dış etmenlerle açıklanamayacağına değinen Kennedy, ticari perspektif karşısında takınılan despotik ve aşırı gelenekçi tavrın menfi yanlarına işaret etmektedir.

Bilahare, Japonya ve Rusya’ya da birer parantez açan yazar, azamet ve nüfus bakımından Çin, Osmanlı ve Moğol İmparatorluklarının yanına yaklaşamasa da, siyasi ve ekonomik gelişme sinyalleri veren Japonya ve Rusya’nın da güçlü ve zayıf yönlerini tahlil etmektedir. Hülasa, Doğu İmparatorluklarının Avrupa ile mukayese edildiklerinde muazzam ve intizam içinde görünmelerine karşın, salt resmi devlet dini konusunda değil, aynı zamanda ticari etkinlikler ve askeri alanlarda da merkezi bir otoriteye sahip olmanın getirdiği menfi sonuçlardan etkilendiklerine yer verilmektedir. Avrupa’da böyle bir üst otoritenin varlığından bahsedilemeyeceğini ifade eden Kennedy, muhtelif Krallıklar arasında yaşanan çekişmenin askeri alanda ilerleme sağlamak için itici bir kuvvet oluşturduğuna dikkat çekmektedir. Keza değişime açık olan Avrupa toplumlarının sürekli bir iktisadi büyüme içerisinde olduklarına da yer verilmektedir.

Tüm bu gelişmeler çerçevesinde, kitabın ikinci bölümünde, 1500’lerden sonra takribi 150 yıl boyunca İspanyolların ve Avusturyalı Habsburgların hanedan-din temelli egemen bloğuna ve bu bloğa karşı büyük Avrupa devletlerinin vermiş oldukları mücadeleye parantez açılmaktadır. 16. yüzyılda Avrupa içinde meydana gelen güç mücadeleleri, Avrupa kıtasının dünyanın diğer bölgelerine kıyasla daha üstün hale gelmesine yardımcı olmuştur. Öyle ki, bu dönemde Avrupa’da hâkim güç olmak için yapılan savaşlara dair bilgi aktarımında bulunan yazar, ortaya çıkan bu savaşların hem mahiyet, hem de nitelik bakımından 1500 öncesinden farklılaşan yanına dikkat çekmektedir. Savaşların niteliğinde meydana gelen değişimde esas rolü oynayan iki saik söz konusudur: (1) Reform ve (2) Birleşik bir hanedan düzeninin inşa edilme çabası. Reform süreci üzerinden Avrupa’da ortaya çıkan mezhepsel gerilimlere yer verilirken, hanedanlık inşa etme sürecinde ise Habsburg hükümdarlarının başarılarına vurgu yapılmaktadır. Habsburg hanedanlığına ilişkin çözümlemelerde bulunan Kennedy, topraklarını evlilik ve veraset aracılığıyla genişletme konusunda son derece muvaffak olduklarına yer vermektedir. Ne var ki, elde edilen toprakların dağınık ve heterojen yapısına dikkat çekilerek, Habsburg İmparatorluğu’nun Asya’daki muadillerine nazaran merkezi bir yapıya haiz olmadığına değinilmektedir. Habsburgların egemenliğine diğer Avrupa güçlerinin karşı çıkmasında mezhepsel farklılıkların önemli bir rol oynadığına da vurgu yapan yazar, bilahare Habsburgların Avrupa’ya egemen olmak için Napolyon ve Hitler tarzında bir plana sahip olmadığını da ifade etmektedir. Yine de sınırlı ve bölgesel nitelikteki gayelerinin tamamına ulaşmaları durumunda, Habsburgların pratikte Avrupa’nın egemenliğine sahip olabileceklerinin altı çizilmektedir. Bu dönemde meydana gelen savaşlara yönelik kronolojik bir aktarımda bulunan yazar Kennedy, Habsburg hanedanlığının büyük kaynaklara haiz olmasına rağmen tekerrür eden çatışmalarla düzenli olarak genişlemesinin, askeri açıdan güçsüzleşen ekonomik tabanlarının kaldıramayacağı bir yük getirdiğine dikkat çekmektedir. Bilakis, Avrupalı öteki güçlerin zor da olsa maddi kaynaklarıyla askeri güçleri arasında bir muvazeneyi sağlama noktasında Habsburglardan daha başarılı olduklarına yer verilmektedir.

Bilahare, kitabın üçüncü bölümünde, 1660-1885 yılları arasında meydana gelen Büyük Güç mücadelelerinin, geniş bir blok ile muhtelif rakipleri arasında yaşanan çekişme olarak özetlenmesinin kolay olmadığına dikkat çekilmektedir. Nitekim bahsi geçen dönemlerde İspanya ve Hollanda gibi bir önceki dönemin kuvvetli güçleri ikinci sıraya ricat ederken, beş büyük devlet (Fransa, Britanya, Rusya, Avusturya ve Prusya) ortaya çıkmıştır. Öyle ki, yukarıda sıralanan bu beş devletin 18. yüzyıl Avrupa’sının diplomasi ve savaş sahnesine egemen olduğuna değinen Kennedy, bu dönemde fasılalarla kesilen bir dizi uzun ortaklık savaşlarına yer vermektedir. Filhakika, 1660’ın ardından Büyük Güç mizanseninin en önemli yanının, kelimenin tam manasıyla çok kutuplu bir Avrupa devletler sistemine evrilmesi olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu dönemde devletlerin savaş kararı almasında dinsel nedenlerden ziyade “ulusal çıkarlar”ın ön planda yer aldığına atıfta bulunan yazar, şüphesiz ki bunun bir anda gerçekleşen bir süreç olmadığına değinmektedir. 18.  yüzyılda da uluslararası savaşların ortaya çıkmasında dinin rolünün bulunduğuna değinilse de, 1519-1659 yıllarına nazaran kısa vadeli gevşek dokulu bir ittifaklar sisteminin geliştiğinin altı çizilmektedir. Öyle ki, bir savaşta düşman olan ülkelerin akabinde meydana gelen diğer bir savaşta ortak olduklarını belirten Kennedy, politikaların tayin edilmesinde radikal dinsel inançların yerini “realpolitik”in aldığına vurgu yapmaktadır. Tüm bu tartışmaların odağında, bahsi geçen 1660-1815 senelerinde, Fransa’nın önce XIV. Louis, akabinde de Napolyon hükümdarlığında Avrupa’yı eşine daha önce rastlanmadık şekilde kontrol altına almaya yaklaştığına işaret edilmektedir. Ancak tüm bu uğraşlara rağmen, diğer güçlerin son bir medet umuduyla birleşerek Fransa’nın bu çabalarını engellediğine yer verilmektedir. 18. yüzyılda, her daim silah altında tutulan bir ordunun varlığı ve ulusal bir donanmanın maliyetlerinin korkunç boyutlara ulaştığına değinen yazar, ileri bir bankacılık ve kredi sistemi inşa edebilen İngiltere’nin finansal açıdan pek çok avantaja sahip olduğunun da altını çizmektedir. Yine bahsi geçen yüzyıldaki savaşlarda coğrafya faktörünün yadsınamaz bir rol oynadığına değinilerek, bu dönemde İngiltere ve Rusya’nın, Avrupa dışındaki yerkürenin diğer alanlarına yayılma süreci özetlenmektedir. Aynı zamanda İngiltere’de ortaya çıkan Endüstriyel Devrim’e parantez açılarak, bu devrimin İngiltere’nin denizaşırı ülkeleri müstemleke haline getirmesinde oynadığı role ve Napolyon’un Avrupa’ya hâkim olma çabalarını boşa çıkartma konusunda İngiltere’ye sağladığı avantajlara ilişkin tarihsel bilgi aktarımında bulunulmaktadır.

Bilahare, Sanayi Çağında Strateji ve Ekonomi başlığı altında, eserin dördüncü ve beşinci bölümlerine ilişkin tafsilatta bulunulmaktadır. Öyle ki, 1815’ten sonraki bir asır boyunca, uzun ortaklık savaşlarının belirgin bir biçimde görülmediğine vurgu yapan yazar, stratejik bir muvazene ve bu muvazenenin 1815 tarihli Avrupa Devletleri Anlaşması (Viyana Kongresi) içinde yer alan önemli güçlerin tamamı tarafından destek gördüğünün altını çizmektedir. Böylelikle hiçbir ulusun yalnız başına egemenlik teşebbüsünde bulunabilecek bir yapıya haiz olmadığına ve böyle bir istek de duymadıklarına yer verilmektedir. Bahsi geçen 1815-1885 dönemine ilişkin çözümlemelerde bulunan Kennedy, Napolyon’un devrilmesinin ardından uluslararası sistemde hem geçici, hem de kalıcı izler bıraktığını ifade etmektedir. Bu duruma binaen, 1840’lardan sonra kayda değer bir biçimde küresel ekonominin gelişmiş olduğuna ve bu iktisadi yapının kıtalar ötesi bir hâl aldığına dikkat çekilmektedir. İngiltere’nin hegemonyasındaki yıllar içerisinde, ulaşım ve iletişim alanında önemli gelişmelerin yaşandığına ve üretimin randımanlı bir şekilde yürümesinde büyük hamlelerin yapıldığına değinilerek, bu atılımların 18. yüzyılda mükerrer bir şekilde devam eden Büyük Güç çatışmalarını 19. yüzyılda farklı bir uluslararası sisteme bıraktığına işaret edilmektedir. Öyle ki, bu dönemde gerek muhafazakârların, gerekse de liberallerin mümkün olduğunca barış ve istikrardan yana bir tavır takındığına değinilmektedir. Mamafih, Avrupa Anlaşması ve serbest ticaret sözleşmeleri gibi muhtelif tanzimlerle de bu tavır pekiştirilmiştir. Dolayısıyla, şartlar uygun oldukça ticaret ve sanayi yatırımlarının teşvik edildiğine ve böylelikle de küresel düzeyde bir ekonomik büyümenin hız kazandığına vurgu yapılmaktadır. Ne var ki, uzun soluklu Büyük Güç savaşlarının var olmaması, tüm uluslararası çatışmaların sona erdiği anlamına gelmemektedir. Avrupalı ve Kuzey Amerikalıların denizaşırı ülkelere ekseriyetle fetih savaşı yaptıklarına değinen yazar, bu duruma ilaveten, Avrupalı güçler arasında sınırlardan kaynaklanan bölgesel savaşların da yer aldığını belirtmektedir. Diğer tarafta ise Endüstriyel Devrim’in getirdiği teknolojik yeniliklerin, kara ve deniz savaşları üzerinde gözle görülen bir etkisi vardır. Bu yeniliklerin askeri güce nasıl yansıdığına ilişkin ayrıntılı bir analizde bulunan yazar Kennedy, genelleme yapmamaya özen göstererek, sanayi ve teknoloji alanında ortaya çıkan değişikliklerin Büyük Güçler arasında müsavi bir şekilde olmamasının mali etkenlere nazaran savaşların sonucunu daha fazla etkilediğine değinmektedir. Tüm bu parametrelerin ışığında, Britanya İmparatorluğu’nun küresel bir deniz gücü, sömürgecilik ve ticari alanlarda şahika noktasına ulaştığından bahseden Kennedy, 19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise, endüstrileşmenin farklı bölgelere yayıldığına ve uluslararası güç dengelerinin değiştiğine vurgu yapmaktadır. Bu dönemlerde meydana gelen Amerikan İç Savaşı ve Fransa-Prusya Savaşı’na değinen Kennedy, askeri sistemlerini geniş tabanlı bir sanayi altyapısıyla modernleştiremeyen ülkelerin yenilgiye mahkûm olduklarını ifade etmektedir. Hülasa, teknolojik değişmenin hızı ve büyüme oranlarının düzensizliği dikkate alındığında, uluslararası sistemin bir elli yıl öncesine nazaran daha istikrarsız ve karmaşık yapısına işaret edilmektedir.

Kitabın beşinci bölümünde ise, 1885-1918 yılları içerisinde Büyük Güçlerin kazanç sağlamak amacıyla Afrika, Asya ve Pasifik’i müstemleke haline getirme çabalarındaki  rekabete değinilmektedir. Hatta bu maksatla, Büyük Güçlerin Berlin Batı Afrika Konferansı’nı tertip ettiğine, Birleşik Devletlerin de ticaret ve denizcilik menfaatlerini idame ettirmek için bu konferansta boy gösterdiğine yer verilmektedir. Keza Rusya da konferansta hazır bulunmaktadır. Ancak Rusya’nın Asya’daki çıkarları büyük olduğu için, Afrika’da önemli bir menfaat gözetmemektedir.  Müstemleke yarışının yanı sıra, uluslararası sorunlarda olup bitenlere de parantez açan yazar Kennedy, Avrupa’nın hem içinde, hem de dışında dikkate değer değişikliklerin gözlemlendiğine değinmektedir. Zira eski imparatorluklar çökmüş ve yenileri ortaya çıkmıştır. Öyle ki, 1885 yılının çok kutuplu dünyasının yerini 1943’e gelindiğinde iki kutuplu bir dünya almıştır. Nitekim uluslararası mücadelenin şiddetini arttırdığına ve 19. yüzyılın sınırlı çatışmalarının bütünüyle farklı savaşlara bıraktığına yer verilmektedir. Ayrıca, Lenin’in, Stalin’in ve Hitler’in yer aldığı bir yüzyılda uluslararası sistemde kişilerin öneminin yadsınamayacağına da değinilmektedir. Ancak yukarıda bahsi geçen isimlerin ehemmiyetleri, büyük bir devletin verimlilik gücünü denetleme ve yeniden teşkilatlandırmayla sınırlıdır. Hülasa, üç yüz yıl süresince temelde yer alan Avrupamerkezci dünya sistemi değişmiştir. Zira Fransa ve Avusturya-Macaristan gibi Avrupa’nın geleneksel Büyük Güçleriyle siyasi birliğini geç tamamlamış olan İtalya yarıştan çekilirken, yerini birer kıta büyüklüğünde olan Birleşik Devletler ve Rusya’nın aldığına dikkat çekilmektedir. Batı Avrupa ulusları içerisinde sadece Almanya’nın sivrildiğine değinen yazar, diğer tarafta ise Doğu Asya’da egemenliği artan Japonya’yı ele almaktadır.

Tüm bu gelişmelerin Britanya İmparatorluğu adına kaçınılmaz tezahürlerinin olduğuna vurgu yapan yazar, eserin beşinci ve altıncı bölümlerinde dünyanın gördüğü iki büyük cihan harbini ve onun uluslararası sisteme etkisini değerlendirmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına değinmeden önce, savaş öncesinin siyasi panoramasını özetlemektedir. Bilahare, savaşın yansımalarını tetkik eden yazar Kennedy, kanlı levazım savaşının sonucunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yok olduğuna, Rusya’da Ekim Devrimi’nin gerçekleştiğine, Almanya’nın ise yenildiğine yer vermektedir. Mamafih, zafer kazanan İngiltere ve Fransa da ağır zararlara uğrarken, istisnalar Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Savaş sonrası (1919-1942) dönemde Avrupa’yı toprak düzeni ve hukuk açısından ele alan yazar, Habsburg, Romanov ve Hohenzollen İmparatorluklarının birer parçasını teşkil eden ülkelerde, ulus devletlerin inşa edilmesini kayda değer bir değişiklik olarak yorumlamaktadır. Almanya’nın Avusturya-Macaristan’a nazaran daha az toprak kaybetmesine rağmen savaştan ağır bir hasarla çıktığına yer veren Kennedy, Amerika Birleşik Devletleri’nin ise 1919’dan sonra diplomatik manada kendini tecrit ettiğini okuyuculara hatırlatmaktadır. Aynı dönemde Bolşevik rejimin egemen olduğu Rusya’da da, Birleşik Devletlere koşut giden bir tecridin hüküm sürdüğüne vurgu yapılmaktadır. İngiltere ve Fransa’nın ise zayıflamalarına karşın diplomatik düzeyde hala önemli birer aktör olduğu belirtilmektedir. Ancak revizyonist İtalya, Almanya ve Japonya’nın bu duruma bir tehdit oluşturduğuna da satır aralarında yer verilmektedir. Daha çok ekonomik gelişmelere odaklanan yazar Kennedy, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın en güçlü imalatçı ülkelerinden biri olduğuna yer verirken, aynı zamanda Stalin dönemindeki Rusya’nın da hızla bir sanayi gücüne evirildiğini belirtmektedir.

Böyle bir politik tabloda, revizyonist orta güçler -İtalya, Almanya, Japonya- birer kıta büyüklüğündeki iki süper gücün gölgesinde kalmamak için hızla genişlemek zorundayken, statükocu orta güçler -İngiltere ve Fransa- ise revizyonist devletlerin tehdidini bertaraf ederken kendileri de zayıf düşmektedir. Nihayetinde, tüm iniş-çıkışlarına karşın İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını mercek altına alan yazar, ihtişamlı zaferlere rağmen Mihver Devletlerin akamete uğradığını vurgulamaktadır. Ne var ki, Mihver devletlerin muvaffak oldukları bir unsur da söz konusudur. O da, Fransa’nın yıldızının sönmesi ve İngiltere’nin de altından kalkılamaz biçimde zayıflaması olarak gösterilmektedir. Sonuç olarak, 1943 yılına gelindiğinde, seneler öncesinde öngörülen iki kutuplu yerküre iddiasının gerçekleştiğine ve askeri dengenin, iktisadi kaynakların küresel dağılımına yetiştiğine ilişkin detaylı bilgi aktarımında bulunulmaktadır. 

Tüm bu gelişmeler ışığında, Strateji ve Ekonominin Bugünü ve Yarını başlığı altında yedinci ve sekizinci bölüme bakılmıştır. Öyle ki, yedinci bölümde, İki Kutuplu Bir Dünyada İstikrar ve Değişme adı altında, 1943-1980 yıllarına mercek tutulmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki güç dengesinin savaş öncesine göre bütünüyle farklılaştığına değinilerek, eski Büyük Güçler olarak tanımlanan Fransa ve İtalya’nın yıldızının söndüğü vurgulanmaktadır. Keza Almanya’nın Avrupa hâkimiyeti, Japonya’nın ise Pasifik ve Uzak Doğu’daki egemenlik için giriştiği mücadelelerin akamete uğradığını aktaran Kennedy, İngiltere’nin ise Churchill’e rağmen kuvvetini yitirdiğine yer vermektedir. 19. ve 20. yüzyılda bahsi geçen iki kutuplu dünyanın nihayet inşa edildiğine dikkat çekilerek, politik manzarada Birleşik Devletler ve SSCB’nin ön plana çıktığının altı çizilmektedir. Ne var ki, iki kutuplu bir düzen olmasına karşın, Amerikan süper gücünün daha üstün olduğuna da vurgu yapılmaktadır. Amerika’nın 1945’teki kudretini, İngiltere’nin 1815’teki gücüne benzeten yazar, yine de Amerika’nın sahip olduğu kuvvetin gerçek manada hiç görülmedik boyutlara eriştiğini okuyuculara hatırlatmaktadır. Savaş esnasında Amerika’daki imalat donanımının ve fiziksel mal veriminin yüzde elliden daha fazla arttığına dikkat çekilerek, bu iktisadi gücün askeri anlamda orduya da yansıdığına yer verilmektedir. Bu duruma binaen, savaş sonunda, Amerikan silahlı kuvvetlerinin artan gücüne ilişkin sayısal veriler ışığında bilgi paylaşımında bulunulmaktadır. Öyle ki, ABD donanmasının kuşkuya yer vermeyecek ölçüde herkesten üstün niteliğinin altı çizilmektedir. Sahip olduğu muazzam güç ile Birleşik Devletler, uluslararası anlamda konvansiyonel güçlerin bıraktığı boşluğu doldurma pozisyonunu üstlenmektedir. Diğer tarafta ise, Sovyet nüfuzunun arttığına dikkat çekilse de, ülkenin iktisadi tabanının savaştan çok zarar gördüğüne değinilmektedir. 

1945 yılına gelindiğinde, SSCB’nin askeri manada bir dev iken, iktisadi anlamda yoksul ve dengesizlik içerisinde olduğuna değinen yazar, Stalin’in savaş sonrasında da askeri güvenliği başat bir konumda tuttuğunu belirtmektedir. İki kutuplu dünyaya ilişkin analizlerini sürdüren Kennedy, 1960’lı yıllardan 1980’li yıllara ilerlerken, yerkürede, Amerika Birleşik Devletleri ile SSCB’nin askeri açıdan ön planda kaldıklarının altını çizmektedir. Doğrusu, her iki süper gücün de uluslararası meseleleri Manici bir perspektif üzerinden ele aldıkları görülmektedir. Çünkü aralarında gerçekleşen rekabet onları süreklilik arz eden bir silahlanma yarışına sevk etmiştir. Tüm bu gelişmelerin merkezinde, Avrupa’nın savaş sonrasındaki yıkımı atlattığına ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adı altında yeni bir hüviyete büründüğüne değinen Kennedy, 21. yüzyıla doğru ilerlerken Çin Halk Cumhuriyeti’nin de gözle görülür bir gelişme gösterdiğine vurgu yapmaktadır. Mamafih, Japonya’nın da savaş sonrasında muazzam bir iktisadi büyüme kaydettiğini belirten yazar, hem ABD, hem de Rusya’nın büyüme hızlarının gevşediğine ve müreffeh görünümlerinin düştüğüne dikkat çekmektedir. Tüm bu tartışmaların odağında, salt iktisadi endekslere bakıldığında dahi dünyanın yeniden çok kutuplu bir hal aldığına ilişkin değerlendirmelerin yer aldığına atıfta bulunulmaktadır. Eserin son bölümünde aktarılanların tarihten ziyade spekülasyon olduğunu ifade eden yazar, yine de Büyük Güçlerin yükseliş ve çöküşlerini anlamak için geçmiş beş yüzyıla bakmanın gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Nihayetinde müsavi olmayan iktisadi büyüme hızlarının, devletlerin askeri güçleri ve stratejik konumları üzerinde uzun bir dönemde etkili olduğunu ifade eden Kennedy, Büyük Güçlerin yükseliş ve çöküşlerinin farz edildiği gibi noktalanmadığını da vurgulamaktadır.

Sonuç

Paul Kennedy’nin kaleme aldığı Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri adlı eser, 1500’lü yıllardan 2000’lere kadar geçen beş asırlık uzun bir dönemde, imparatorlukların/devletlerin yükseliş ve çöküşleri hakkında iktisadi ve askeri alanlar arasındaki bağlantılar dikkate alınarak yazılmış ayrıntılı bir bilgi araştırmasının ürünüdür. Aynı zamanda, bu kitap, okuyuculara bir siyasi tarih anlatısı da sunarak, tarihsel süreç içerisinde Büyük Güçlerin yükseliş ve çöküşlerini sarih hatlarla anlamalarına olanak tanımaktadır. Her ne kadar, kitap, eserde dile getirildiği gibi Avrupa’yı merkezine alsa ve nispeten küçük uluslara yer vermese de, Büyük Güçlerin yükseliş ve çöküş serüvenlerinde önemli bir rol oynayan iktisadi ve askeri ilişkiyi kaba bir determinizmden kaçınarak anlatması bakımından son derece değerli bir akademik eserdir. Tüm bu parametreler dikkate alındığında, bu kıymetli eseri, bilhassa Uluslararası İlişkiler ve Siyasi Tarih alanlarına ilgi duyan okuyucularımıza hararetle tavsiye etmekteyim.

 

İsmail Uğur AKSOY

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.