Giriş
Colin Crouch’un kaleme aldığı Post-Demokrasi adlı eser, 1980’ler sonrasında dünyada neo-liberal politikaların egemen olduğu ve temsili demokrasinin krize girip girmediğinin yaygın şekilde tartışıldığı bir süreçte, “politikasızlığın politikası” olarak da adlandırılan post-demokrasi mefhumuna yönelik ayrıntılı bir çözümleme sunmaktadır. Öyle ki, söz konusu bu eser, post-demokrasi kavramının politik ve iktisadi zaviyedeki yansımalarını kuramsal bir bakış açısıyla okuyucuya aktarmaktadır. Bu yazıda, A. Emre Zeybekoğlu’nun Türkçe çevirisini yaptığı ve Dost Kitabevi Yayınları’nın yayıma hazırladığı bu değerli eserin bir hülasası okurlara takdim edilmiştir. Ancak bahsi geçen kitabın gerçek manada kavranabilmesi için, eserin tamamının okunması ihtiyacı gözlerden kaçırılmamalıdır.
Colin Crouch
Yazara Dair
1944 doğumlu İngiliz Sosyolog ve Siyaset Bilimci Colin Crouch, 1944 Birleşik Krallık doğumludur. London School of Economics’te eğitim gören Crouch, aynı okulda on yılı aşkın bir süre zarfında Sosyoloji dersleri vermiş olup, Oxford Üniversitesi’nde Profesör unvanıyla aynı alanda dersler vermeyi sürdürmüştür. İngiliz akademisyen, 2011’den beri Warwick Üniversitesi’nde Sosyoloji, Siyaset ve Kamu İdaresi konularında ders vermeyi sürdürmektedir.
Post-Demokrasi
Kitabın Hülasası
Kitapta, ilk olarak, 1990’ların sonunda sanayileşmiş dünyanın ekseriyetle büyük bir kısmında hükümetin parti kimliğine bakılmaksızın zenginlerin menfaatlerinin korunup kollandığı daimi ve yoğun bir baskının temel izlekleri aktarılmaktadır. Öyle ki, siyasal parti teşkilatlarında, içtimai zaviyede zengin ve imtiyazlı kesimlerin çıkarlarına meydan okuyabilecek hiçbir şeyin ortaya çıkmadığına değinen yazar, 20. yüzyıl boyunca bu işlevi işçi sınıfının yerine getirdiğini vurgulamaktadır. Ancak bu sınıfın çöküşüyle beraber politikanın daha önce olduğuna benzer bir şekilde dönüşüm yaşadığı belirtilerek, işçi sınıfının çöküşünün kitlesel manada bir boşluk bıraktığına ve bu boşluğun da lobiciler aracılığıyla ilişki kuran bir siyasi zümrenin gelişimine zemin hazırladığına yer verilmektedir.
Bu durumun Batılı demokrasiler için kaygı verici işaretler taşıdığını aktaran yazar Crouch, demokrasiyi sıradan insanlardan oluşan kitlelerin, kamusal yaşamın gündemini tayin etmesi ve özerk kuruluşlar aracılığıyla etkin bir biçimde katılması olarak tanımlamaktadır. Şüphesiz ki, geniş bir yurttaş kesiminin kamuoyu yoklamalarının pasif bir muhatabı olarak konumlandırılmasından ziyade, politik meseleleri takip eden bilgi yüklü insanlar olarak yer almalarının ihtiraslı bir beklenti olduğuna vurgu yapılmaktadır. Ne var ki, ABD’nin etkisi altındaki demokrasi anlayışının kitlesel katılımın en temel türünün, seçimler ve lobicilik faaliyetleri olarak anlaşıldığını belirten yazar, bu perspektifin geniş yurttaş katılımını ve iş dünyasının dışında yer alan örgütlerin oynadıkları rolleri umursamadığını aktarmaktadır. Tam da bu noktada, yazarın post-demokrasinin yükselişi olarak adlandırdığı bir süreçte, seçimlerin hâlihazırda devam etmesi ve hükümetleri değiştirilebilme olanağının bulunmasının yanı sıra, seçim esnasında meydana gelen kamusal tartışmaların, ikna yöntemleri konusunda ihtisaslaşmış profesyoneller tarafından sıkı bir şekilde denetim altına alındığına vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla, yurttaşların pasif, suskun ve kayıtsız bir tavır içerisinde bulunduklarına yer veren yazar, sahici politikanın söz konusu bu mizansenin arkasında seçilmiş hükümetlerle iş dünyasının çıkarlarını temsil eden seçkinler arasında gerçekleştirilen görüşmeler sırasında gizli saklı ifa edildiğini belirtmektedir. Bir başka ifadeyle, demokrasinin temel formları işler durumdayken politika ve hükümetin, demokrasiden önceki zamanların seciyesine benzer biçimde yeniden peyderpey bir şekilde imtiyazlı elitlerin kontrolüne geçtiğine işaret edilmektedir. Böylelikle, eşitlikçi hedeflerin gücünü kaybettiğine ve halkın kamusal alandaki sesinin zayıfladığına dikkat çekilmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1950’lerde görülen yüksek düzeyli siyasi katılımın gitgide azaldığına vurgu yapan yazar, insanların gündelik hayat sorunları karşısında yaşadığı hayal kırıklığı neticesinde politik örgütlere katılımın azaldığına ve siyasi faaliyetin en temel bileşeni olarak görülen oy verme davranışının bile bir kayıtsızlık halinde icra edildiğine değinmektedir. Bu duruma ilaveten, 1980’lerin sonlarında iktisadi yapıda neo-liberal politikaların hâkim olmasıyla beraber, refah devletini güçlü kılan hükümetlerin tasfiye edildiğine, sendikaların işlevsiz bırakıldığına ve zenginle yoksul arasındaki uçurumun arttığına yer verilmektedir. Tüm bu gelişmelerin odağında, Amerikan demokrasi anlayışının demokrasiyi, denetimsiz bir şekilde kapitalist üretim ilişkileri içerisinde yer alan sınırlı bir devlet tasarımı ile eşitlediğine ve demokrasiyi demokrasi yapan hakiki bileşenlerin de salt seçim düzenlemelerine indirgendiğine işaret edilmektedir.
Bu doğrultuda, post-demokrasi olgusunun bileşenlerini analiz eden yazar, post-demokrasinin, demokratik bir momentten sonra politik elitlerin halkın istemlerini yönetme ve manipüle etmeyi öğrendikleri ve halkın da tepeden yönetilen bu tanıtım kampanyalarına oy vermesi konusunda ikna edilmek zorunda olduğu bir süreci yansıttığını ifade etmektedir. Bu durumun demokratik olmayan bir devlette yaşandığı anlamına gelmemekle birlikte, parti programlarının muhtevasının ve partiler arasındaki rekabetin daha sığ bir bakış açısıyla yürütülmesine neden olduğu okuyucuya sarih hatlarla aktarılmaktadır. Post-demokrasi mefhumunun, refah devletinin asgari düzeye çekildiği bir politik ortamda, yurttaş olmanın herkesin sahip olduğu hakların garanti altına alınmasından ziyade sadece yoksullara yardım edilmesi olarak kavramsallaştırıldığı, sendikaların marjinalleştiği, devletin salt muhafız rolü üstlendiği, zenginle fakir arasındaki varlık uçurumunun yükseldiği ve nihayetinde yoksul kesimlerin çevresinde yaşanılanlara ilgisini kaybettiği bir dönemi tasvir etmek için kullanıldığının altı çizilmektedir. Politikanın gitgide daha müphem bir gözle görme ve aynı zamanda kontrol altına almaya yönelik daha sert kuralları uygulama şeklinde tezahür eden post-demokratik eğilimde, siyasi iletişimin yozlaştığına, parti programlarının bir ‘’ürün’’ olarak konumlandırıldığına ve hatta politikacıların pazarlanmasının doğal karşılandığına dikkat çekilmektedir. Tüm bu tartışmaların odağında, post-demokrasinin ortaya çıkış anının bariz anlamda iktisadi alanda gerçekleşen küreselleşme süreci olduğunu aktaran yazar, demokrasinin küreselleşen kapitalizmin temposuna ayak uyduramadığına değinmektedir. Dolayısıyla, dünya çapında şirketlerin güçlenmesine koşut olarak çalışanların politik zaviyede taşıdıkları önemin azaldığına, işçi sınıfının örgütlenmelerine zemin hazırlayan mesleklerin çöktüğüne yer verilmektedir. Öyle ki, küresel şirketlerin toplumsal bir kurum olarak yükselişinin politik ve iktisadi açıdan yarattığı sonuçlara ilişkin detaylı bir bilgi aktarımında bulunan yazar, bilahare bu durumun daha rafine bir demokrasi için yarattığı menfi sonuçlara odaklanmaktadır. Küresel şirketlerin önlenemez yükselişi ve artan nüfuzlarının hükümetler nezdinde muazzam bir özgüven kaybına yol açtığına değinilerek, peyderpey bir şekilde devletin yürüttüğü ve amme hizmeti olarak adlandırılan işlerin taşeronlar vasıtasıyla özel sektör tarafından icra edildiğine vurgu yapılmaktadır. O halde, post-demokrasilerde, devlet, piyasaların özgürlüğünü teminat altına almak dışında hiçbir şeye karışmamalıdır. Dolayısıyla, örgütsel bir form olarak şirketlerin gücü arttıkça, aynı zamanda o şirketlerde rol üstlenen üst düzey yöneticilerin de nüfuzu yükselmektedir.
Bu durumun müteşebbisler ve şirket yöneticileri için siyasetçilere ve devlet memurlarına erişim noktasında büyük bir imtiyaza kavuşma anlamına geldiğine dikkat çeken yazar, böylelikle klasik parti politikacılığının yerini lobiciliğe ve çıkarların temsiline dayanan bir liberal modele bıraktığını vurgulamaktadır. Söz konusu bu şirketlerin medya alanında da güçlü olduğuna yer verilerek, bu durumun gerek siyasi tartışmaların seviyesini, gerekse de yurttaşların politik meseleleri algılama yeterliliğinin düşürülmesinde işlevsel bir rol oynadığına dikkat çekilmektedir. Bu gelişmelerle bağlantılı olarak, politik iktidara erişim gücünün belirli kişiler açısından yeniden yükselişe geçmiş olmasını post-demokrasinin en ciddi göstergelerinden biri olarak değerlendiren yazar, iktisadi alandaki seçkinlerin yükselişiyle demokrasinin yaratıcı dinamizmindeki azalışın birbirine koşut gittiğinin altını çizmektedir. Bilahare, post-demokrasilerde içtimai zümrelerin varlığına mercek tutularak, birçok kişinin toplumsal sınıfların artık var olmadığına inanmasının post-demokrasinin bir belirtisi olduğuna işaret edilmektedir. Öyle ki, demokratik olmayan toplumlarda sınıf imtiyazlarından kıvançla bahsedilirken ve alt sınıfların toplumsal konumunu kabul etmeleri beklenirken, post-demokrasilerde gerek ayrıcalıkların, gerekse de toplumsal hiyerarşinin varlığının inkâr edildiğine yer verilmektedir. Şüphesiz ki, bu inkâra, sosyolojik analizler üzerinden meydan okunabileceğine değinen yazar, 19. yüzyılın sonlarında örgütlenmiş ve siyasal katılımı hedefleyen güçlü bir işçi sınıfının, 1960’lara gelindiğinde, nüfus içindeki oranlarının düştüğünden bahsetmektedir. Bu duruma müteakip, 1980’lerde imalat sektörünün büyük bir kısmının çökmesi ve 1990’larda yaşanan yeni teknolojik tanzimler doğrultusunda, endüstri alanında bir istihdam erozyonunun yaşandığına dikkat çekilmektedir. Bu gelişmeler ekseninde, işçi sınıfının ekseriyetinin bir zayıflama içerisine girdiğine vurgu yapan yazar, serbest meslek sahipleri, memurlar, ruhban sınıfı ve finansal kurumlarla bürokraside çalışanların tarihsel açıdan bakıldığında daha yüksek eğitim düzeyine sahip olduklarına ve daha iyi bir gelir standardı beklediklerine yer vermektedir. Dolayısıyla, bahsi geçen bu toplumsal grubun daha geniş bir politik yelpazede yer aldığına değinilse de, bu grubun siyasal sistemin karşısına net taleplerle çıkamadığına işaret edilmektedir. Öyle ki, bu gruplar içerisinde büyük hiyerarşilerin olduğuna yer verilerek, post-demokrasilerde en çok manipülasyonun bu gruplara karşı kullanıldığının altı çizilmektedir. Beyaz yakalı olarak da adlandırılan bu grubun demokrasiden önceki devirlerde sayılarının az olduğu göz önüne alındığında, politik açıdan dışlandıkları bir dönemi tecrübe etmedikleri göze çarpmaktadır.
Dolayısıyla, kitapta, post-demokratik çağın doğuşuyla beraber bu gruplar nezdinde değişen bir şey olmadığı özetlenmektedir. Bilahare, post-demokrasilerde siyasal partilerin konumuna parantez açan yazar, küresel şirketlerin yükselişine koşut olarak lider kadrosunun çevresinde uzmanların ve lobici grupların muazzam boyutlarda genişlediğine yer vermektedir. Öyle ki, parti tarafından bir görevi ifa etmesi için istihdam edilen ve partinin politik manada destekçisi olmak zorunda hissetmeyen katıksız profesyonellerin varlığından bilgi yüklü bir anlatımla bahsedilmektedir. Söz konusu tüm bu uzmanların, küresel şirketlerle ve lobici çevrelerle etkileşim halinde olduğuna vurgu yapılarak, şirketlerin temsilcilerinin hükümetlere danışmanlık hizmetinde bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Aynı zamanda siyasal partilerin danışmanlarının da lobici adıyla şirketlerde iş bulduğuna değinilerek, partilerin çekirdek kadrosunun genişlediğine ve nihayetinde bütün partilerin kırılganlaştığına vurgu yapılmaktadır. Öyle ki, günümüzde neredeyse bütün toplumları esir alan yolsuzluk skandallarının da temel müsebbibi olarak bu durum gösterilmektedir. Kamuoyu araştırmalarına ve uzmanlık bilgisine gereksinim duyan ve kitle hareketlerinden uzak bir noktada olan 21. yüzyılın klasik partilerinin, siyasal tavsiye ve oy toplama hizmetlerini taşeronlara ihale eden gizli bir elit kesimi içerdiğine değinilmektedir. Post-demokrasilerde, politik partilerin konumuna bakıldıktan sonra, yurttaşlığın nasıl anlamlandırıldığına mercek tutulmaktadır. Öyle ki, sosyal devlet ile piyasa arasındaki ilişkilerin karmaşık yapısından dem vuran yazar Crouch, yine de, neredeyse her yerde yurttaşların sosyal haklarının önemli olduğuna ve piyasanın rekabet koşullarından korunmaya çalışıldığından bahsetmektedir. Demokratik yurttaşlığın temelini oluşturan bu düşünceye post-demokrasilerde meydan okunduğu belirtilmektedir. Nitekim iş dünyasının çıkarlarının temsilcileri, her şey gibi, kamu hizmetleri ve sosyal politikalar alanlarının da onlara açık olması gerektiğini ifade etmektedir. Öyle ki, kâr maksadı güden restoran ve kuaförler varken, neden okullar ve hastaneler olmasın sorusu yöneltilmektedir. Bu en temel hizmetlerin piyasa aracılığıyla temin edilmesinin yurttaşlığın niteliğini düşüreceğinden bahseden yazar, post-demokrasilerde ticarileşme ve metalaşmaya dayatılan her türlü sınırlamanın tahrip edilmeye çalışıldığını ifade etmektedir. Post-demokrasinin yükseldiği bir dönemde doğan ve hiçbir insani öncelik tanımayan Dünya Ticaret Örgütü’nün bu sorumluluğu ifa ettiğine yer verilmektedir. Piyasanın egemen olmasıyla beraber kamu hizmetlerinde bir erozyon yaşandığına, özelleştirme ve taşeronlaşmanın yaygınlık kazandığına ve nihayetinde devlet otoritesi mefhumunun anlamını yitirdiğine parantez açılarak, konuya ilişkin detaylı bir malumat aktarımında bulunulmaktadır.
Öyle ki, gelinen noktada, yurttaşların demokratik seçim sistemi aracılığıyla yönetimlere, yönetimlerin de sözleşmeler üzerinden özel hizmet sağlayıcılarına bağlandığını aktaran yazar, yurttaşların, bahsi geçen bu hizmetler karşısında hükümete herhangi bir sual yöneltemeyeceğine dikkat çekmektedir. Zira hizmetler taşeron aracılığıyla gerçekleştirildiği için kamu hizmeti de post-demokratik bir niteliğe dönüşmektedir. Kitabın ‘’Vargılar: Buradan Nereye Varabiliriz?’’ başlıklı son kısmında ise, çağdaş politikanın amansızca post-demokrasiye kaymasını engelleyebilecek iktisadi, politik ve yurttaşlık düzleminde, üç eyleme girişilebileceği tafsilatlı bir açıklama ile okuyucuya takdim edilmektedir. Şirketlerin artan siyasi gücü post-demokrasilerde hâlâ itici bir güç olarak dururken, hem kapitalizmin dinamizmini muhafaza edecek, hem de yöneticilerin demokratik prensiplerle bağdaşmayacak ölçüde siyasi nüfuz kullanmalarının önüne geçilebilecek araçların bulunması gerektiği salık verilmektedir. Yine aynı şekilde, demokrasinin kalitesini artırmak maksadıyla ne yapılması gerektiğinin sorgulanmasının elzem olduğunu belirten yazar, yurttaşların, hedeflerini gerçekleştirmek için, salt partilerle yetinmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Son olarak ise, demokrasinin canlandırılmasını sağlayacak muhtemel yeni toplumsal hareketler konusunda tetikte olmanın gerekliliğine değinilmiştir. Kayıtsız şartsız bir perspektiften ziyade eleştirel bir tavır takınarak partiler aracılığıyla faaliyet gösterilmesine de devam edilmesi gerektiğinin altı çizilmektedir.
Sonuç
Colin Crouch’un yazmış olduğu Post-Demokrasi adlı kitap, kimi düşünürlerin temsili demokrasinin krize girdiğini iddia ettiği bir dönemde, siyasetsizleştirme tezi olarak da adlandırılan post-demokrasi kavramının siyasi ve iktisadi düzlemdeki düşünsel izleklerini kuramsal bir derinlikle ve sarih hatlarla aktarması bakımından son derece titiz bir çalışmanın tezahürüdür. Kitlenin depolitizasyonun sağlandığı ve küresel şirketlerin nüfuz alanını genişlettiği bir dönemde, söz konusu bu eser, post-demokrasinin yurttaşlar için hangi bileşenleri içerdiğini de aktarması bakımından önemli bir özgül ağırlık taşımaktadır. Bu bakımdan bu değerli eserin okunmasını herkese tavsiye etmekteyim.
İsmail Uğur AKSOY