REALİTE VE İDEALİZMİN ÇATIŞMASI: SİYASET VE AHLÂK

upa-admin 27 Kasım 2019 2.726 Okunma 0
REALİTE VE İDEALİZMİN ÇATIŞMASI: SİYASET VE AHLÂK

Öz: Siyasetin temel yapıtaşlarından birisi de ahlâktır. Siyasi eylemlerin ahlâki değerlerin dışına çıkarılarak değerlendirilmesi siyaseti bir nevi ahlâksızlaştırmaktadır. Günümüzde ahlâki temellerden yoksun olarak ve ahlâki yargıların süzgecinden geçmeden yürütülen siyasi faaliyetler ne yazık ki küresel çapta yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmacılığı, torpil gibi ahlâk dışı faaliyetlerin artışına sebep olmuştur. En nihayetinde bu durum toplumun demokratik değerlerinin zarar görmesine neden olmuş ve toplumun temsilinde temel olan güven duygusunu aşındırmıştır. Bu temelden yola çıkarak siyaset ve ahlâk terimlerinin birbiri ile ilişkisi nasıldır? Siyasi alanda gösterilen faaliyetler ahlâki değerlere uygun olarak yürütülebilir mi? Siyasette ahlâkı bir sonraki aşamaya ötelemek zorunluluktan mıdır? Benzeri sorulara yanıt arayarak “Siyaset ve Etik” konusunu alanında yetkin kişilerin kaleme almış olduğu makale, tez ve bilimsel kitaplardan faydalanarak siyasetin ahlâk temelinde inşasına yönelik tartışılmış ve bunun öncesinde temel kavramlar ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: Siyaset, Etik, Siyasi Eylem.

Giriş

Geçmişten günümüze dek tartışılan hususlardan birisi olmasına rağmen net bir sonuca ulaşılamayan siyaset ve ahlâk konusundaki yoğun fikir ayrılıkları, henüz çözüme ulaşılamayan bir olgu olma özelliğini korumaya devam etmektedir. Siyaset ve ahlâk kavramlarının yan yana duruşu, bilinç bulanıklığına ve güncel tıkanıklıklara yol açmakla beraber, idealde hep mümkün olsa da, gerçekte sınırlı ya da belirli zaman ve yerlerde görülebilir şekildedir.

Siyasetin temel yapı taşlarından birisi de ahlâk kavramıdır. Ahlâk olgusunu içerisine almadan yürütülen siyaset, siyaseti de ahlâksız bir yapıya dönüştürmektedir. Günümüzde kasıtlı ya da bilinçsiz bir süre zarfında ahlâkı öteleyen siyasi faaliyetler sorunludur. Bunun sebebi, ahlâktan yoksun veya ahlâk süzgecinden geçmeyen siyasi faaliyetler karşılığında rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık konularında bir artışın meydana gelmesiyle beraber, yasama, yürütme ve yargı erkindeki bozulmalar ilerleyen süreçlerde tüm meslek alanlarına yayılarak demokrasi değerlerine olan güveni sarsmaktadır. Bu çalışma, “Siyaset ve ahlâk gerçekten birbiriyle örtüşmekte midir?”, “Siyasi faaliyetler ahlâki değerlere göre düzenlenebilir ve yürütülebilir mi?” ve “Siyasi sahnede ahlâkı ötelemek bir tercih mi yoksa zorunluluk mudur?” sorularını ele alarak, siyasetin ahlâk temelinde inşasına yönelik tartışmayı içermektedir.

Düzenleme ve Yönetme Sanatı Olarak “Siyaset”

İlk çağlardan günümüze dek geçen süreç içerisinde dünyanın farklı coğrafyalarında yaşamlarını sürdüren toplulukların ihtiyaçlarını gidermesi için kullandıkları kaynaklar her zaman sınırlı olmuştur. Sınırlı kaynaklar ile yaşamlarını sürdürmeye çalışan topluluklarda bu kaynakların kullanımı ve paylaşımı hususlarında çeşitli problemler yaşanmıştır. Aynı ihtiyaçlara sahip olan insanların bir araya gelerek oluşturdukları gruplar ile birlikte artık insanların bireysel olarak verdikleri mücadeleyi gruplar arası mücadele yönünde değiştirmiştir. Gruplaşmaların yaşanması ve kaynaklara ulaşma yolunda verilen mücadele akabinde sınırlı olan bu kaynakların sürdürülebilir kılınması ve de paylaşımları konusunda örgütlenmeler meydana gelmiştir. Kısaca üzerinde durmuş olduğum, önce bireysel, sonrasında ise ortak çıkarlara yönelik olarak gruplaşmalar ile birlikte grup mücadelesine evrilen, kaynakların paylaşılmasına dayandırılan durumun tamamına verilen isim siyaset olmuştur.

Siyaset kavramına bir siyasetçi gözüyle baktığımızda; siyaseti, toplumu yönetmek için iktidarı elde etme yarışı ya da iktidardan pay alma, iktidarı elde ettiğinde ise bunu elinde tutma mücadelesi olarak tanımlamak doğru olacaktır. Toplumsal pencereden baktığımızda ise; elde edilen iktidarı kullananların şeffaflık dereceleri, topluma hesap verebilirlikleri, iktidarı kullanırken oluşturulan mekanizmaların işleyiş düzeni ve yönetimin değiştirilebilirliği gibi sınırları geniş bir şekilde çizilebilen olgu olarak tanımlanabilmektedir.

Böylesine geniş tanımlara sahip olan “siyaset” kavramı, doğal olarak günlük dilde kullanılan “politika” sözcüğü ile karıştırılabilmektedir. Ancak bu  iki kavram birbirlerinden kültürel anlamda farklılıklar göstermektedir. Örnek vermek gerekirse; devleti ve halkı yönetmek olarak tanımı yapılan sözcük Batı’da politika, Doğu’da ise siyaset olarak isimlendirilmiştir. Farsların Araplardan aldığı ve sonrasında da Farslardan Türklerin almış olduğu “ıslah etmek, idare etmek” anlamı ile siyaset kavramı bir vücut bulmuştur. Buradan yola çıktığımızda, siyaset kavramının Arapça bir kökten geldiğini görmekteyiz. Osmanlı- Türk geleneğine baktığımızda ise; siyaset devleti yönetmenin yanında, devlete karşı işlenmiş suçlar ile mevcut kamu düzeninin bozulmasını önlemek amacı ile verilen cezaları da kapsayacak bir kelime şeklinde yerini almıştır.

Türk Dil Kurumu’nun yapmış olduğu tanımda ise, devlet işlerini düzenlemek ve yönetme sanatı olarak tanımı yapılan politika kavramına dair köken olarak bazı teoriler vardır. Politika, çok anlamına gelen “poli” ve yüz anlamında olan “tika” sözcüklerinin birleşiminden oluşan Latince bir kavramdır. Buradan yola çıktığımızda, politikanın “çok yüzlülük” anlamına geldiğini, bir başka teoride ise “tika”nın anlamının “yol” olarak düşünülerek, “çoklu yol” olarak anlamlandırılması mevcuttur. Paragrafın ilk satırlarında Latince olarak bilindiği söylenilen politika kavramı aslen Grekçedir. Politika kelimesi, Grekçe’deki “polis” kökünden türemektedir. Polis terimi, vatandaşlık, yönetim, şehir, devlet ve hükümet anlamlarını kapsamaktadır. “Ikos” ilgili anlamını verirken, en nihayetinde ortaya “politikos” kelimesi çıkar ve bu da yönetimle ilgili ve yönetim yoluna ilişkin anlamlarına gelmektedir. En nihayetinde, polis, devlet anlamına gelirken, politika da bu devleti yönetme sanatı ile birlikte siyaset ve devlete dair işler anlamına gelmektedir.

Köken ve kültürel farklılıklarını açıklamış olduğum politika ve siyaset kavramlarından siyaset kavramının sorunu, politika sözcüğü ile eşanlamlı olarak kullanılmasından ziyade, herkes tarafından kabul edilen objektif bir tanıma sahip olamamasıdır. Bunun sebebi, bireyler arasındaki ilişkilerden başlayıp örgütlerde çeşitlendirebileceğimiz ilişki türlerine kadar birçok alanda siyaset kavramının kullanılmasıdır. Yapılan tanımlardan siyasetin devleti yönetme ve diğer devletlerle ilişkileri düzenleme açıklaması, ilk tanım olacak niteliktedir. Fakat bu tanım, devletin oluşumundan önce yaşamlarını sürdüren topluluklarda siyaset kurumunun var olmadığını düşündüren nitelikte olması ve devlet olgunun basit bir tanımı gibi durması sebebiyle eleştirilmiştir. Yaşanılan fikir ayrılıkları neticesinde ulaşılmak istenilen amaç ise, iktidarı elde etmek ve iktidarın nimetlerinden faydalanmak şeklindedir.

Siyaseti gündelik dilde tanımlayacak olduğumuzda ise, bulaşılmaması gerekilen “kirli” bir uğraş alanı olarak algılandığı görülmektedir. Geçmişten günümüze dek gelen sorunların temelinde siyasetin yattığı düşünülerek, siyasetin “nefretin sistematik örgütlenmesi” olarak tanımı da mevcuttur. Neticede varmış olduğumuz sonuç, siyasetin genel geçerliliğe sahip olan tek bir tanımının mevcut olmadığı gerçeği açıkça gözler önündedir. Ancak yaşayan insanlar arasında bir mücadele ve çatışma olarak genel bir kabul olduğu gerçektir.

Peki Doğru Olan Nedir? “Ahlâk” Kavramı

Ahlâk; bir birey ya da grubun belirli eylemlerinin doğruluğunu veya yanlışlığını, eylemi yapanların iyi veya kötü yanlarını ve bu eylemlerin amaçlarına ilişkin olarak insanlığın refahının ve mutluluğunun unsurlarını araştıran, bunları teşvik eden, gerekli tutum ve davranışları açıklayan standartlar, değerler, ilkeler ve kurallardan oluşan bir kavram olarak ifade edilebilmektedir (Özgener, 2004, ss. 5-6). İyi ve kötü, doğru ve yanlış gibi yorumlanabilen davranış ve faaliyetleri ahlâk kavramı çatışı altında incelemekteyiz. Bu da, bize, ahlâkın yalnızca kişisel doğrularımızdan ibaret olmadığını, aynı zamanda insanlar arası ilişkilerimizde sosyal yaşantımızın temellerini atan doğru ve yanlış davranış biçimlerini de kapsamaktadır. Ahlâk olgusunun, dinamizme sahip bir kavram olması sebebiyle sahip olduğu değerler zaman akışı içerisinde değişebilmektedir. Felsefe perspektifinden baktığımızda, ahlâk kavramı ile eş anlamda kullanılan “etik” ise, ahlâktan farklı bir faaliyet alanında yer almaktadır.

Ahlâk, ilmi ve törebilim çerçevesinde kabul edilen “etik” sözcüğü, felsefi anlamda ahlâki değerlerin temelini araştıran, insanın şahsi ve toplumsal hayatındaki ahlâki davranışlarından kaynaklanan sorunları ele alan ve bunlar üzerinde incelemeler yapan felsefe dalı olarak açıklanmaktadır. Buradan da şöyle bir sonuç çıkarmamız yanlış olmayacaktır: Etik, yapılması gerekeni söyleyen bir faaliyet değil, yapılması istenen eylemlere neyin değerli, neyin değersiz olduğunu, hangi eylemlerin doğru hangilerinin doğru olmadığı gibi sorular sorma faaliyetlerinin bütününe verilen isimdir.

Günlük yaşantımızda siyaset ve politikayı karıştırdığımız gibi, etik ve ahlâk sözcüklerini de birbirlerine karıştırma olasılığımız yüksektir. Arasında farklar bulunan bu kavramlardan etik doğru ya da yanlış davranışın teorik boyutunu kurgularken, ahlâk ise pratik boyutu faaliyete geçirmektedir. Ahlâk, etik olgusunun sormuş olduğu soruların yanıtlarını gündelik hayattaki uygulamasıdır. Etik olgusunun sorduğu sorular ise şu şekildedir:

  • Verilen sözleri neden tutmak gerekmektedir?
  • Neden yalan söylenmez?
  • Neden güvene ihanet edilmez?
  • İnsan neden her zaman üstüne düşeni yapmak zorundadır?
  • Düzenli ve titiz olmak insanın neden görevidir?
  • İhtiyacı olana yardım etmek neden zorunludur? (Pieper, 1999, ss. 49-50)

Yani etik ilkeler ve ahlâki davranış biçimleri vardır. Bu da, insanın sahip olduğu alışkanlıklar, gelenekler gibi değerlerin hayata geçirilme biçiminin ahlâk olarak tanımlandığını göstermektedir. Etik ise, gelenek ve göreneklerin ötesinde daha ilkeseldir. Bireysel temelli baktığımızda; etik, insanın tüm hareketlerinin ve göstermiş olduğu faaliyetlerinin oluşturan ve eylemlerine, hareketlerine yol gösteren olarak tanımlanabilmektedir. Bu açıdan, etik, kişilerde hareket noktaları oluşturarak ahlâki bir tavır oluşturma anlamına gelmektedir. Oluşturulan bu tavır, bireyin sosyal yaşantısı içerisinde bir faaliyette bulunurken davranışlarına yön vermesiyle, değerlerin davranışlarla bütünleşmesi ile birlikte karakter olarak dışa yansımaktadır. Karakter terimi, insanın sergilediği belirli davranışlardan ziyade bireylerin bütün haller karşısındaki davranışlarını ortaya koyan değerlerin tutarlılığıdır. Yapılan bu ayrım, ahlâkın iki alt dalı olarak iç ahlâk ve dış ahlâk olarak çeşitlendirilmesinde önemli bir işlev görmesiyle beraber, karakter gelişiminin göz önünde bulundurulmasında önemli bir yol ayrımını vurgulamaktadır.

Ahlâkın dallarından biri olan dış ahlâkta, ahlâki değerlere sahip olmanın ön şartı olarak dış şartlar gösterilir ve toplu genelinin uyulmasını beklediği ve uyulmaması durumunda ise müeyyidelere sahip olan ahlâk bir nevi insanı dıştan denetleyen, dış kontrol mekanizması şeklinde oluşmaktadır. Tam aksi konumda ise etik yer almaktadır. Çünkü etik değerler, insanın sahip olduğu değerlerden yola çıkıldığı için burada kontrol içseldir. Bu durumda alacağımız kararlara, yapacağımız seçimlerde hâkim olan bu karakter kendi gerçeklerimize yöneliktir. Tanımlardan yola çıktığımızda, farklı anlam ve alanlara sahip gibi gözükseler dahi, aslında birbirleri ile ilişki içerisindedirler. Dış ahlâk iç ahlâka çerçeve üretirken, iç ahlâk dış ahlâka yaşam vermektedir. Aksi takdirde, keskin çizgilerle sınırları belirlersek kişiyi ahlâklı bir birey olmaya yönlendiren dış koşullar göz ardı edilirse, dış ahlâk kavramı değerini yitirmiş olacaktır. Bu durum, aynı zamanda ahlâksızlığın da sebebi olarak görülebilecektir.

Ahlâklı olmanın özünde kişilerin kendi üzerinde hâkimiyet kurması, yani öz kontrole sahip olması durumu yatmaktadır. Eğer ki insan öz kontrolü yerine dışarıdan gelecek bir kontrol mekanizmasının etkisinde kaldığında ise, yapacağı eylem ile vicdanı arasında bir ayrım yapma noktasına gelecektir. Bu noktada ya davranışa, ya da vicdana karşı bazen de her ikisine karşı yabancılaşma durumu kendisini gösterecektir. Günümüzde insanların sözlerine bakarak farkına vardığımız ahlâka, birbirini tekrar etmesi sebebiyle “papağan ahlâkı” adı verilirken, belirli mevkileri temsil eden şahıslara yönelik onların hoşuna gideceği düşünülen davranışların sergilenmesi durumunda beliren ahlâka da “kopya ahlâk” adı verilmiştir.

Güçlü toplumlara baktığımızda, bu toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkilerin sağlam temellere dayalı olmasının en önemli nedenlerinden bir tanesi belirli ahlâki bağların mevcudiyetidir. Toplum içerisinde oluşturulan bu bağların gevşemesi yahut değiştirilmesi, bireylerin günlük yaşantıları ve bireyler arası ilişkilerde değişimler meydana getirecektir. Bu noktada önemli hususlardan bir tanesi de “ahlâki görelilik” kavramının o toplumda var olmasıdır. Çünkü bireylerin objektif değerlerden ziyade sübjektif olarak algılanarak insanları birleştiren evrensel ahlâk ilkelerinin mevcut olamadığı ve bu göreceliliğin aşılmayacağı durumunun kader olarak gösterilmesi ahlâki probleme sebebiyet vermektedir.

Sofistlere göre, “İnsan her şeyin ölçüsüdür” söylemini takiben, herkes için genel geçer ve evrensel ölçütleri olan iyi ve kötü olarak nitelendirilebilecek tek ve değişmez ölçütler mevcut değildir. Aksine, halihazırda mevcut olan tüm ölçütler insanlara bağımlı ve insan kaynaklıdır. Buradan yola çıkarak, neyin değerli, neyin değersiz olduğunu insana göre değişebilen bir olgu olduğu sonucuna ulaşabilmekteyiz. Sofistlerin göreceliliği, Sokrates’in de belirttiği şekilde ahlâki yaşamdaki katı durumunu ağırlaştırmaktadır. Sofistlerin ahlâk olgusuna bakış tarzı ile iyi ve kötü insanların kişisel duygularına indirgenerek insanların bütününü kapsayıcı temel ilkelere sahip ve kural koyan bir ahlâk sisteminin kurulmasına engel teşkil etmektedir. Oluşturulamayan evrensel ilkeler ve temeli atılamayan ahlâk sistemi, bu değerlerin yorumlanmasını bireylerin duygularına bıraktığı için adalet, doğruluk, zulüm benzeri kavramların da anlamlandırılması kişiye bağlı hale gelerek sürekli değişkenlik gösterebilecek şekle evrilmiştir.  Sistematik bir ilerlemeden ziyade gündelik çıkar hesaplarına dayalı olarak oluşturulan ahlâk, ahlâkın sahip olması gereken niteliklerden yoksun bir ahlâk şeklini almaktadır. Bu durumda güneşin doğduğu yöne yüzünü çeviren ayçiçeği şeklinde rol alan ve değerler hiyerarşisini altüst eden ahlâki değerler, herhangi bir olumsuzluğa veya ilkesizliğe kolay bir şekilde meşruiyet kazandırabilmektedir.

Doğru Olanı Ararken Yönetmek “Siyaset ve Ahlâk İlişkisi”

“Etik” sözcüğünün kökeni, Yunanca birbirinden oldukça farklı anlamlara işaret eden “ethos” sözcüğüne dayanmaktadır (Pieper, 1999, s. 30). Bu sözcük, genellikle bir kişinin esas yeri ve yurdu, ikamet ettiği ev ya da memleket anlamının yanında alışkanlıklar, geçmişten gelen birikimler, insan davranışlarının bilinen tarzları, töreleri ve adetleri gibi anlamları kapsamaktadır. Bunlara ek olarak töresel ve ahlâksal bilinç, inanç, tutum, karakter vb. anlamlar da karşımıza çıkmaktadır (Atayman, 2006, s. 11). İnsanlar, yaradılışına uygun olarak içgüdülerine ve biyolojik yapılarının oluşturmuş olduğu bir yaşam stilini benimsemek zorunda değildir ve yaşamakta olduğu hayat ile birlikte davranışlarını organize etme gücüne sahiptir. İnsanların yaşamı süresinde gösterdiği davranışlar, gerçekleştirdiği fiiller belirli bir ölçüye sahip olmakla birlikte, değerler sisteminin üzerine kurgulanmaktadır. Bulunulan siyasi faaliyetlere ait eylemlerde geleceği belirsiz, yıkıcı sonuçlara sebebiyet verebilecek durumlarla karşı karşıya kalmamak için belirli kuralların ve değerlerin temel alınarak toplum için yürütülen hizmeti “siyaset-ahlâk” ikili ilişkisi içerisinde ilerletmek büyük öneme sahiptir. Bu iki ilişkiyi iki farklı şekilde ele almamız mümkündür. Bunlardan ilki, siyasi faaliyetin amacıyla beraber gerçekleştirilecek değerlerin ne olması gerektiği hususuna odaklanılabilir. Bu geniş yelpazenin yanı sıra, hoşgörü, eşitlik, adalet ve özgürlük gibi değerlerin politik örgütlenme açısından hangi manalara geldiğini de araştırma konusu olarak bünyesinde taşımaktadır. Farklı açılardan ele almış olduğumuz siyasetin bu yönü ile toplumsal hayatımızda güç ve egemenlik olgusunun kullanımını ele alarak, iktidarı emretme, insanları kendi istekleri dahilinde yönlendirme, iktidarı elinden tutabildiği maksimum zamana dek kullanmak olarak gören siyasetin hangi ilkeler ışığında yürütüleceği sorusuyla erdem sahibi bir siyasetin temel değerleri belirginleşir. Siyaset ve ahlâkın faaliyet alanına göz attığımızda; siyasete ilişkin eylem ve davranışlar alanında merkezi ve yönlendirici kavramın menfaat, ahlâk alanında ise vazife olduğu bilinmektedir. “Vazife ile menfaat her insanî hareket tarzının iki değişik muharrikini teşkil etmektedir. Aralarında, kaide olarak, karşılaştırma yapılamaz. Vazife hiçbir zaman menfaatçi değildir, menfaatin ise ahlâkla alakası yoktur” (İzzetbegoviç, 1987, s. 176). Ahlâkın ne işlevsel ne de rasyonel olduğuna işaret eden İzzetbegoviç (1987, s. 176), ahlâkî davranışı çok çarpıcı bir örnekle anlatmaktadır: “Eğer hayatımı tehlikeye atmak suretiyle komşumun çocuğunu kurtarmak üzere yanan eve girip kucağımda ölmüş çocukla dönsem, neticesiz hareketsiz kalan hareketimin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi? Faydasız bu fedakârlığa, neticesiz bu teşebbüse kıymet veren şey işte ahlâktır.” (İzzetbegoviç, 1987, s. 176)

Toplumsal davranışları düzenleyen kuralları koyan ve değerler bütünün oluşturan ahlâk kavramı, siyasi alanda da toplumsal hayatta yapmış olduğu bu düzenlemeleri yaparak siyasi alanda gerçekleştirilen eylem ve davranışların nasıl olacağı hususunda kurallar koyarak siyasetin nasıl yapılacağına dair bir sorumluluk anlayışı aşılanmasını sağlamaktadır. Bu sorumluluk bilinciyle yürütülen siyasi faaliyetler ile birlikte toplumsal hayatta sunulan hizmetleri iyi-kötü, doğru-yanlış olarak değerlendirilmesi imkanı doğmaktadır. Neticede, nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda harita çizen ahlâk, toplumu oluşturan bireylere de ahlâki birer rol vermektedir.

Siyaset-ahlâk ilişkisinde diğer bir alan  siyasi faaliyetlerin değerlendirilmesiyle alakalıdır. Buna “siyasi ahlâk” adı verilmektedir. Günümüz popüler kültüründe siyasi ahlâk denildiğinde genellikle, yürütülen siyasi faaliyetin ahlâki değerlere olan uygunluğunu tartarız. Zaman geçtikçe, siyasetin nüfuz ettiği alan genişlemiş bu da çeşitlenen alanlar itibariyle siyasi ahlâkın yozlaşmasına sebebiyet vermiştir. Siyasi faaliyet gösteren bireylerin ahlâki zaafları yalnızca genel ahlâki kusurlar bağlamında sakatlıklardan ibaret değildir. Bu konuya açılan bir diğer pencerede kamusal erdemler konumundaki tutumlar ile yakından ilgilidir. Bu duruma örnek vermek gerekirse; ahlâki değerleri hiçe sayarak bir siyasi faaliyette bulunan politikacı kadar, kamu yararı gözetmeden ve sahip olduğu yetkileri kendisine karşıt görüşe sahip olanları bastırma amacı ile kullanan bulunduğu konumun vermiş olduğu avantajı şahsi çıkarları için kullanan, demokratik kamu otoritesini kabile reisliği tarzında gören politikacılar da kabul edilememektedir. Bu durumda bulunan politikacıların yanında yer alan, ezilenin yanında olmaktansa güçlünün yanında olmayı tercih edenler için kullanılan kayıtsızlık hürriyeti kavramı Fransız filozof Descartes tarafından kayıtsızlık hürriyeti varsa özgürlüklerin en alt bölümündedir şeklinde yorumlamıştır.

Günümüzde bir kariyere sahip olmak amacı ile siyasi faaliyet yürütenlerin yanında; değerler yerine fırsatçılığı kovalayan, iktidarı ele geçirme duygusunun vicdanlarını susturup gözlerini kararttığı, kazanma hırsının engel tanımadığı, iktidara gelmek ve bu iktidarda hüküm sürmek için her yolu mübâh gören siyasi aktörler kınanmayı fazlasıyla hak eder durumdadır. Kendisini ahlâki değerlerin belirlediği çerçevenin dışarısında tutan, kuralları tanımayan ve her türlü kaygıdan uzak şekilde faaliyet gösteren siyasi zihniyet yalnızca bu düşüncelere sahip olan bireylere zarar verici nitelikte olmamaktadır. Günün şartlarında siyaset sahnesinde yer almak dünden bugüne farklılıklar göstermektedir. Bugün ortaya çıkan sahte adanmışlıklar, yüksek seviyelerde hitabet beceresine sahip olmak ve teatral yeteneklerin de bu hususta kullanılmasıyla sergilenen performans “Oscar Ödülü” alınacak düzeylere ulaşmaktadır. Ahlâk yasalarının rafa kalkarak yerine ihanet yasalarının yerleştirilmesi toplumsal ahlâk, ilke ve değerler sistemi arasında önemli problemler doğmaktadır.

Yüksek Gerilim Hattı “Siyaset ve Ahlâk Uyuşmazlığı”

“Siyaset arenası gerçekten kirli bir saha mıdır?”, “Yoksa bu olguyu kirleten siyasi faaliyetleri yürüten politik zihniyet midir?” ve “Şahsi çıkarları, bitmek tükenmek bilmeyen isteklerin kaynağı neresidir?” gibi sorular, siyasetin ahlâk dışı bir eylem alanı olduğunu işaret etmektedir. Siyaset gerçekten ahlâk dışı mıdır? Bu soruları sorduktan sonra temelde üç ayrı yaklaşımla ele alınan siyaset ve ahlâk ilişkisini inceleyelim. Bu ilişkilerden ilki, siyaseti ahlâka feda eden Platoncu yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır. Platon’un siyaset anlayışı, yaşadığı dönemde gerçekleşen olaylar ile şekil alan bir anlayış biçimidir. Platon’un yaşadığı dönem bir çöküş dünyası olarak adlandırılabilir. Platon’un siyasete bakış açısını ele aldığımızda, Platon siyaseti mutluluğun temini için gereken ahlâki değerlerin belirlenmesi ile birlikte küresel çapta insanların kabul ettiği değerlerin ortaya çıkarılması gerektiği görüşündeydi. Her şeyin ölçüsünün tanrı olduğu görüşü sonraki süreçlerde tek tanrılı dini inanışlarda kendisini bulmuştur. İkinci adım ise devletin varlığının sürdürülmesi için ihtiyaç duyulan ve aynı zamanda ahlâki sistemin gelişeceği uygun ortamı yaratacak demokratik yaklaşım şeklindedir. Son yaklaşım ilerleyen süreçte detaylandıracağımız siyasetin “ahlâki değerlere bağlanarak” yapılamayacağını savunan Niccolô Machiavelli yaklaşımdır.

Uzun yıllar boyunca siyaset ahlâkı dışarıda tutan, tek boyutlu ve kutuplaştırıcı bir görüntü sergilemiştir. Siyaset konusu altında üretilen metinler, ahlâkı öteki olarak göstererek dışarıda bırakmıştır. Siyaset, toplumların hayatlarına dokunabildiğinden ve bu yaşam formları üzerinde belirleyici roller oynayabildiğinden kritik değere sahip bir alan şeklinde görülmüştür. Aslında ahlâk yapılması yapılması istenileni ortaya koyarak kutsalı hatırlatan bir soyut iradeyi gözler önüne sermektedir. İşte ahlâkın rasyonel anlamda bir gerçeklik boyutunun olmaması sebebi ile hayat içerisinde hem var hem yok şeklinde karşımıza çıkmıştır. Bu sınırlar içerisinde ahlâk bir vicdan hesabı alanı olarak, pratikte reçete niteliğine sahip olmakla yetinmiştir.

Siyaset ve Ahlâk İlişkisinde “Makyavelizm”

Siyasi alanın pozitif olması ve bunun yanında ahlâki çerçevenin normatif olarak yer alması, siyasetin kendi gerçekliğine sahip olarak ahlâk ile bağdaşmadığı şeklinde bir fikir olarak geniş kitlelere yayılmıştır. Siyaset sahnesindeki kirliliğin mevcudiyeti ile bu kirlilik oranının artışının hız kanamasının temelinde yatan görüş İtalyan düşünür ve aynı zamanda politikacı olan Niccolô Machiavelli’nin fikir sisteminden çıkmakta olup, üzerine inşa edilen yaklaşıma göre siyasetin temelinin, siyasetin ahlâki ilkelerden bağımsız şekilde oluştuğu görüşündedir. Bununla beraber, siyasetin ahlâktan bağımsız olması, normsuz ve kanunsuz bir siyasi faaliyet gerçekleştirilmesi manasında değil, siyasetin ahlâki sistemden ayrı kendine özgü bir hareket alanının olduğunu söylemektedir.

Makyavel (Machiavelli)

Niccolô Machiavelli’nin sahip olduğu görüşte siyaset ahlâk sistematiğinden kesin çizgilerle ayrılan bir daldır. Siyasetteki hâkim tek hedef, başarı ve bununla beraber gelen iktidardır. Hukukun ve ahlâkın hükümdar eliyle tesisi, hükümdarın bu olgular üzerinde yer aldığını göstermektedir. Hükümdarın yargı önüne çıkabileceği hiçbir yasal ve ahlâki standart mevcut değildir. Hükümdara bağlı tebaa yalnızca itaat etmeye programlanmıştır ve doğru ile ahlâkın tanımını yapan hükümdardır. Yani mevcut hukuk ve ahlâki değerler kesin ve evrensel değildir, bir hükümdarın eliyle oluşturulmuştur. Bu teori, ulusal devletin hükümdarı tarafından kuruluşun teorisidir olarak isimlendirilmiştir.

Niccolô Machiavelli’nin görüşüne baktığımızda; hükümdarın yönetimi (iktidarı) ele geçirmesi ve yönetme süresini maksimum süreye çıkarabilmesi için “iyi olmamayı” öğrenmesi gerekmektedir. Niccolò Machiavelli’ye göre; bazı özellikler erdem gibi gözükse de, aslında yıkım getirebilir, bazı özellikler de kusur gibi gözükse de, aslında topluma ve devlete güvenlik ve esenlik getirebilir. Niccolô Machiavelli’nin sahip olduğu toplum ve devlet anlayışının özünde insanı değerlendirmesi yer alır. Niccolô Machiavelli, insan ile ilgili yapmış olduğu değerlendirmelerde oldukça kötümserdir; O, insanı moral değerlerinin tümünden yoksun olarak betimler ve bu betimleme her yerde karşımıza çıkar. İnsanların kötü olmasına bağlı olarak da, insanlar zaten kötü oldukları için hükümdarın iyi olmasının gerekmediğini söylemektedir. Niccolô Machiavelli’ye göre, hükümdar devlet yönetimini elinde sürekli olarak tutmak için verdiği sözlere zıt davranışlarda bulunabilmekte olup, tarihin rüzgârına karşı dönmeye hazır bir zihin yapısında olması gerekmektedir. Siyaset arenasına girecek kişilerin de siyasetteki menfaat anlayışının gerektirdiği durumlarda ahlâkı dikkate almaksızın davranışlarını gerçekleştirebileceğine yönelik önceliğe sahip olduğunu söylemektedir. Makyavelist görüş, ahlâki çerçeveden çıkılmadan gerçekleştirilen siyasetin, siyasetin doğasına aykırı olduğunu söylemektedir. Bunun sebebi ise şudur; siyasi faaliyetler çıkar ilişkisine dayanmaktadır ve ahlâki bakış çıkara yer vermemektedir. Herkes kendi iyiliği adına en iyiyi yaşamak için ahlâki sistemi reddetmekte ve değerleri hiçe saymaktadır. Oysa ahlâk, bireylerin iyi bir yaşama sahip olabilmesi için mevcuttur.

Türkiye’de siyaset ve ahlâk ilişkisi içerisinde “Makyavelizm” olgusu

Siyaset-ahlâk ilişkisini ele aldığımızda; Türkiye, bu konuda üzerinde inceleme yapılabilecek geniş bir yelpazeye sahiptir. Bu alanda, öncelikle, demokratik değerlerin varlığını en derinden sarsan ve siyaseti bağlı olduğu alandan koparan darbelerden bahsetmek gerekmektedir. Demokratik değerlerin var olduğu ve düzenin bu değerler üzerine kurulu olmasının akabinde siyaset sağlıklı bir şekilde işlemektedir. Bu sebeptendir ki, ulaşılmak istenen nihai hedef demokratik temsildir. Ancak Türkiye’de değişik zaman dilimlerinde gerçekleşen darbe ve askeri müdahaleler sebebiyle demokratik temsil olgusu yara almıştır. Normal koşullarda şahsi talep ve beklentilerini kendisini temsil eden milletvekillerine dahi duyurmakta zorlanan vatandaş, darbe dönemlerinde talep ve beklentilerini iletirken zorlanmak bir yana dursun, kendi talep ve beklentilerini kendisi bile belirleyememiştir.

Cenevreli filozof Jean-Jacques Rousseau’nun irade devrinin mümkün olmadığı söylemi, vekaletin de devredilmeyeceğini göstermektedir. Keyfiyete bağlı olarak demokratik değerlerin yozlaşmasına, demokrasinin yıpranmasına sebebiyet verilmesi bir sorun teşkil etmekle beraber, ülke düzenin zarar görmesine da sebebiyet vermektedir. Bu noktada, özgürlüklere ve temsile müdahale edilmesinin, değerli ve önemli görülen değerlere yönelik bir güvensizlik ortamı yaratarak kurumların meşruluğu sorgulanmaktadır. Türkiye’de siyasi kirliliğin artmasına sebebiyet veren şey, neye ve nasıl inanılacağına dair baskı ve müdahaleleri içermektedir. Çoğunlukla askeri yönetimler ve muhafazakâr partilerin konumları buna örnek teşkil eder. Darbe ile yaratılan tehlikeli sürecin en fazla duyurmakta olduğu korku; halkın kendi dininden korkmasıdır. Uzun yıllar boyunca inanılan ve mensubu olunan bir dinden, dini değerlerden korkutulan halkı tekrardan barışa davet etmek yine muhafazakâr partilerin sorumluluğundadır. İlginçtir ki, Türkiye’de, yüce İslam dini, ihtiyaç halinde yararlanılan, bazı hallerde ise hiç gündeme dahi getirilmeyen bir acil durum olgusu gibidir. Bu da, Türkiye’de İslam’ın tam bir istismar kapısı olarak görülmesi sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla, halk, kendi sorunlarını gerçekten çözüme kavuşturacak siyasi kadroları seçmek yerine, seçim sandığını adeta bir hesaplaşma ve öç alma aracı olarak kullanmaktadır. Böylelikle de, muhafazakâr siyaset, dini bir söylem ve simgeleme ile üzerinden çok kolay bir şekilde toplumsal desteği de arkasına alabilmektedir.

 

Oğuzhan MANİOĞLU

 

KAYNAKÇA

  • Akyüz, Ünal (2009), “Siyaset ve Ahlâk”, Yasama Dergisi, Sayı: 11 (2009) ss. 94-127.
  • Alkan, Türker (1993), Siyasal Ahlak ve Siyasal Ahlaksızlık, Türker Alkan (ed.), İstanbul: Bilgi Yayınevi.
  • Atayman, Veysel (2006), Etik, İstanbul: Trend Yayınları (derleme).
  • Badiou, Alain (2004), Etik, (Çev. Tuncay Birkan), İstanbul: Metis Yayınları.
  • Bilge, Muhittin, “Gelenekselden Moderne Etik ve Siyaset’’, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 8/15 (2012) ss. 1-12.
  • Dursun, Davut (2009), “Siyasetle ahlak ve değerler dünyasının sorunlu ilişkileri üzerine”, DEM (Değerler Eğitimi Dergisi) Dergisi, 2 (5), ss. 58-65.
  • Maclver, R.M. (1909), “Ethics and Politics”, International Journal of Ethics, 20 (1), ss. 72-86.
  • Pieper, Annemarie (1999),  Etiğe Giriş, Ankara: Ayrıntı Yayınları.
  • Satıcı, Murat (2015), “Ahlâk-Politika İlişkisi Açısından Machiavelli’nin Politika Teorisi”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 20, ss. 114-130.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.