TÜRKİYE’NİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL KURULU’NDA BATI YANLISI VE BATI KARŞITI TAVIR ALDIĞI OYLAMALAR

upa-admin 24 Nisan 2020 9.008 Okunma 0
TÜRKİYE’NİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL KURULU’NDA BATI YANLISI VE BATI KARŞITI TAVIR ALDIĞI OYLAMALAR

Giriş

Uluslararası İlişkiler tarihi süresince, devletler, savaşların önlenmesi, ülke ilişkilerinin düzeyli ilerlemesi ve barışın sağlanması gibi hususlarda birtakım girişimlerde bulunmuşlardır. Birçok ülkede yıkıcı sonuçlara ve büyük zararlara yol açan I. Dünya Savaşı, barışın sağlanması ve uluslararası bir düzen kurulması gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu minvalde, Milletler Cemiyeti (MC)’nin kurulmasıyla ciddi bir adım atılsa da, II. Dünya Savaşı’nın başlaması engellenememiş ve bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün (BM) oluşumu ve ilkelerinden önce, bu ilkelerin oluşmasında etkili olan Milletler Cemiyeti’nin yapısına değinmekte fayda var.

Milletler Cemiyeti (MC) Deneyimi

MC’nin başarısız olarak nitelendirilmesinde örgütün evrensel bir bütünlüğe sahip olamaması ilk gerekçe olarak gösterilmektedir. Zira örgüte ABD üye değildi ve ilerleyen zamanlarda toplam 16 ülke de ayrılma kararı almıştı. İkinci olarak, MC Konseyi’nin yapısındaki zayıflık konusu başta gelmektedir. BM Güvenlik Konseyi konumunda olan MC Konseyi’nin üye sayısında azalma yaşanması MC’yi zayıflatmıştır. Bununla birlikte, kararların oybirliğiyle alınması kuralı da karar alınma sürecini zorlaştıran bir unsur olmuştur. Bu unsurlar dikkate alındığında ve süreç içerisinde örgütün işleyişi değerlendirildiğinde, küçük devletler arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde başarı sağlandığı, ancak ciddi düzeydeki anlaşmazlıklarda etkin olamadığı sonucuna varılmıştır (Sur, 2536-2537). II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan BM de bazı görev ve yapı özellikleri bakımından MC’den izler taşımaktadır.

Birleşmiş Milletler (BM)

26 Haziran 1945’de imzalanan BM Sözleşmesi’nin (BM Antlaşması) 24 Ekim’de yürürlüğe girmesiyle birlikte, örgütün günümüzde halen devam eden serüveni başlamıştır. Türkiye’nin Ağustos 1945’de imzalayarak katıldığı BM’nin amaç ve ilkeleri BM Antlaşması’nda belirtilmiştir. Birinci maddede aktarıldığı üzere, temel amaçlar; uluslar arası barışı sağlamak adına barışa yönelik tehdit ve uyuşmazlıkları ortadan kaldırmak, ulusların kendi geleceklerini tayin etme hakkına saygı duyularak aralarında dostluk ilişkileri geliştirmek ve herhangi bir ayrıma gitmeksizin temel haklara saygı çerçevesinde işbirliğini geliştirmektir (BM Antlaşması, 5). Ayrıca sayılan amaçlar doğrultusunda birtakım ilkeler belirlenerek, anlaşmayı imzalayan devletlerin bu ilkelere uygun şekilde hareket edeceği taahhüdü verilmiştir. Bu ilkeler; egemen eşitlik ilkesi, yükümlülüklerin iyi niyetle yerine getirilmesi, uluslar arası uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi, başka bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasi birliğine yönelik kuvvet kullanmaktan kaçınmak ve örgüte yardımda bulunmaktır (BM Antlaşması, 6).

Tüm üyelerin temsilcilerinin bulunduğu ve yılda bir kez olağan olarak toplanan BM Genel Kurulu, kurumun en önemli örgüt organlarındandır. Uluslararası barışın korunması, olası sorunların çözülmesi ve önlem alınması, örgüt bütçesinin incelenmesi gibi görevleri bulunan Kurul’da kararların alınabilmesi için oy veren üyelerin üçte iki çoğunluğunun kabulü gerekmektedir. BM Güvenlik Konseyi geçici üyelerinin seçilmesi, yeni üye kabulü, uluslar arası barışın tesisi için alınan kararlar gibi önemli konular genel kurulda görüşülmektedir (BM Antlaşması, 14). 193 üyesi bulunan örgütte kararlar alınırken, tam bir bütünlük sağlanması, elbette düşünülemez. Türkiye de kurucu üyesi olduğu bu örgütte kimi kararlar için öncü olurken, bazı kararları da reddederek “hayır” oyu kullanmıştır. Verilen oylar Türkiye’nin dış politikasının bir yansıması niteliğinde olmuş ve mevcut durum ve görüşülen karara göre Batı’nın yanında ya da karşısında bir tavır takınılmıştır. Tarihsel süreç içerisinde alınan kararların bir değerlendirmesi yapıldığında; Türkiye’nin genel anlamda Batı dünyası (ABD ve Batı Avrupa ülkeleri) ile uyumlu davranışlar içerisinde hareket ederken, dış politikasına ters olan durumlarda ise açıkça karşıtlığını ifade ettiği görülmüştür. Özellikle partiler üstü politika izlenen temel politikalar olarak görülen Kıbrıs ve Filistin konularında tavize yer olmadığı anlaşılmaktadır. Diğer yandan, konjontürel olarak uluslararası ortamın gerekliliği olarak Batı yanlısı ya da karşıtı bir duruş sergilenmesi gereken zamanların da olduğu görülmektedir.

Filistin Meselesi ve Kudüs’ün Statüsü

Tarihsel süreçte Siyonizm’in ortaya çıkışına kadar giden bir arka planı bulunan Filistin-İsrail Sorunu, Yahudilerin gerçekleştirdikleri göçler ve toprak satın almaları ile başlamış, ilerleyen zamanda İsrail Devleti’nin kurulduğunun açıklanmasıyla birlikte Arap devletleri ile İsrail arasında birçok savaşın meydana gelmesine neden olmuş ve günümüze kadar da süregelmiştir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’i manda yönetimine alan İngiltere, gizlice göç etmeye çalışan Yahudilerle çatışmalar yaşayınca, buradaki sorunlardan kurtulmak amacıyla BM’ye başvurmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında İsrail-Filistin Sorunu BM’de ele alınmış ve Genel Kurul’da görüşülmüştür. Kurulan özel komitenin hazırladığı rapor neticesinde, Filistin topraklarının Kudüs, Yahudi Devleti ve Filistin Arap Devleti olarak taksim edilmesi ya da Kudüs başkentliğinde Arap ve Yahudilerden oluşan bir Filistin Federal Devleti’nin kurulması öngörülmüştür (Arı, 2008: 218-219). Her iki çözüm teklifi 27 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda oylamaya sunulmuştur. 181 sayılı kararda, “çoğunluk planı” olarak adlandırılan “taksim” teklifini Kanada, Hollanda, Peru, İsveç, ABD, Fransa ve Rusya kabul ederken, Hindistan, İran, Yugoslavya ve Arap ülkeleri bu planın karşısında yer almıştır. Türkiye de Arap devletlerinden yana hareket ederek, “taksim”i reddeden 13 ülkeden biri olmuştur. Fakat oylama sonucunda, çoğunluk teklifi 33 oyla kabul edilmiştir (Armaoğlu, 2014: 436). Karar sonrası İngiliz kuvvetlerinin çekilmesinin ardından 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan edilmiştir.

İsrail ile Arap devletleri arasında Aralık 1948’de yaşanan savaş sonrasında BM Genel Kurulu tarafından alınan 194 sayılı kararda, Kudüs’e BM yönetiminde uluslararası bir statü verilmesi öngörülmüştür. 1949’da alınan 303 nolu kararla da, Kudüs’ün uluslararası sistemin kontrolünde ayrı bir yönetimle (corpus seperatum) yönetileceğine karar verilmiştir (www.bbc.com.tr). Ayrıca 194 sayılı kararla bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu oluşturmuştur. Komisyonda, ABD’nin Yahudi yanlısı, Fransa’nın tarafsız ve Türkiye’nin de Arap yanlısı tavır içinde olacağı düşünülerek, adı geçen devletlerin temsilcilerinin yer almasına karar verilmiş ve denge sağlanması amaçlanmıştır. Türkiye, bu kararı destekleyerek teklif edilen temsilciliği kabul etmiş; ama Arap ülkelerinin karşı çıktığı bu komisyonda yer alması, o dönemde Arap/İslam dünyasında Türkiye’nin Batı yanlısı hareket ettiği şeklinde yorumlanmıştır (Pınar 2018: 687). Aynı zamanda Türkiye’nin Komisyon üyeliğini kabul etmesi İsrail konusunda politikasını değiştirebileceğini de göstermiştir. Nitekim 1949 yılında, Türkiye, İsrail Devleti’ni tanımış ve bu ülkeyi tanıyan ilk Müslüman nüfus çoğunluklu devlet olmuştur.

1967 yılındaki ikinci savaşın ardından, BM Genel Kurulu bir araya gelerek yeni bir karar tasarısı kabul etmiştir. Kudüs’ün statüsünü değiştirmeye yönelik İsrail tarafından yapılacak her hamlenin hukuka uygun olmayacağını belirten 242 nolu karar tasarısının teklifini yapan Pakistan’ı, Türkiye, İran, Mali, Nijer gibi ülkeler desteklemiş ve tasarı 99 oyla kabul edilmiştir (Armaoğlu, 2014: 634). Yine konuyla ilgili gerçekleştirilen Genel Kurul görüşmesinde, Türkiye, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini vurgulamış ve oylamada ABD ve Batılı ülkelerin karşısında yer alarak Arap devletlerini desteklemiştir (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2013: 790). 1973 yılındaki savaşta da İsrail’e giden yardımlarda İncirlik Üssü’nün kullanılmasına izin vermeyen Türkiye, 1975 yılında BM Genel Kurulu’nda oylanan Siyonizm’in ırkçılığın bir çeşidi olduğu kararına da olumlu oy vermiştir (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2013: 795).

Soğuk Savaş döneminde genel anlamda Türk dış politikasında Batı yanlısı bir duruş gözlemlenmekle birlikte, Filistin Sorunu söz konusu olduğunda Batılı devletlerden bağımsız hareket edilebilmiştir. Taraflar arasındaki sorunun çözümüne yönelik olarak yıllar içerisinde birçok girişimde bulunulmasına karşın, tam ve kesin bir sonuç elde edilememiştir. Söz konusu süreçte, BM, Güvenlik Konseyi ile sorunun içerisinde yer almış ve çözüm girişimleri ve uygulanması ile ilgili kararlar alınmıştır. İsrail’in yıllar içerisinde şiddetini arttıran boyutta devam eden politikası ise, sürecin içinden çıkılmaz bir hale gelmesine neden olmuştur. İsrail’in bu davranışlarına örnek teşkil edecek bir durum Şubat 1997’de Kudüs yakınlarında bulunan Har Homa’ya konut inşa edileceği açıklaması olmuştur. Açıklama sonrası BM Genel Kurulu’nda alınan A/RES/ES-10/2 nolu karar ile İsrail’in bu faaliyetleri durdurması istenmiştir. Karar için yapılan oylamada 134 olumlu oya karşı, ABD, İsrail ve Mikronezya olumsuz yönde oy kullanmış ve 11 ülke çekimser kalmıştır. Genel Kurul’un dahil olduğu durumlardan biri de yakın geçmişte 2003 Aralığında İsrail’in Batı Şeria’da bir güvenlik duvarı inşa etmesiyle gerçekleşmiştir. Benzer şekilde, 15 Temmuz 1997 yılında alınan A/RES/ES-10/3 nolu kararda İsrail’in Doğu Kudüs’teki konut inşaatını durdurmayı reddetmesi kınanmış, oylama sonucunda yine 3 ret oyuna karşı 134 ülke olumlu oy kullanmıştır. Üçüncü bir Genel Kurul oylaması da Kasım ayında gerçekleştirmiş ve İsrail’in faaliyetleri kınanmıştır. Önceki iki oylamada olduğu gibi, ret oylarına karşı Türkiye’nin de dahil olduğu 139 ülke olumlu oy kullanmıştır (Arı, 2017: 217). Söz konusu kararlarda genel anlamda Batı ile uyumlu şekilde ortak karar aldığı görülmekle birlikte, ABD ile yukarda zikredilen tüm kararlarda karşıt görüşte olduğu görülmektedir.

İsrail’in yıllar içinde artan şiddete devam eden politikası sonucu Ekim 2003’de Batı Şeria’da inşa edilmeye başlanan güvenlik duvarı konusunda BM Genel Kurulu’nda yeni bir oylama yapılmıştır. Genel Kurul’un ES-10/13 nolu kararında, İsrail’in güvenlik duvarı inşasının uluslararası hukuka uygun olmadığı belirtilerek, bunun durdurulması istenmiştir. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 144 ülke karara olumlu oy verirken, ABD, İsrail, Marşal Adaları ve Mikronezya ret oyu vermiş, 11 ülke ise çekimser davranmıştır (Arı, 2017: 283). Aynı durumla ilgili olarak Aralık ayında alınan ES-10/14 kararında ise, Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) konuyla ilgilenmesi gerektiği kararlaştırılmış ve 20 Temmuz 2004’te tapılan oylamada da UAD kararlarının uygulanması ve duvarın yıkılması istenmiştir. A/ES-10/L.18/Rev.1 sayılı kararda, ABD, İsrail, Palau ve Marşal Adaları gibi ülkelerin ret kararlarının karşısında yer alan Türkiye, diğer 150 ülke ile birlikte duvarın yıkılmasından yana olmuştur (Arı, 2017: 286).

Filistin konusunda yaşanan güncel bir gelişme de 2012 yılında meydana gelen üyelik meselesidir. Filistin’in BM’ye gözlemci devlet statüsü için başvurması üzerine, 29 Kasım 2012’de Filistin’e “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü verilmesini öngören 67/19 sayılı karar oylanmıştır. 138 kabul oyu alan karara Türkiye lehte oy kullanırken, Almanya, Hollanda Polonya, Romanya, İngiltere gibi Batılı devletler çekimser kalmış, ABD, İsrail, Panama ve Kanada gibi ülkelerse “hayır” oyu kullanmışlardır (https://digitallibraryun.org). ABD Başkanı Donald Trump’ın 2017’de Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesinin üzerine ise, acil olarak toplanan BM Genel Kurulu, Türkiye’nin öncülüğünde Kudüs kararının “hükümsüz” olduğunu savunan karara, Almanya, Fransa, Britanya gibi Batılı ülkeler lehte oy vermiş ve toplam 128 ülke bu kararı kabul etmiştir (https://tr.sputniknews.com/ortadogu/).

Kıbrıs Sorunu

I. Dünya Savaşı sonrası dönemde 1930’lu yıllarda Kıbrıslı Rumların Yunanistan ile birleşme istekleri yoğunlaşmış, 1945 sonrasında Yunanistan’ın “enosis” (birleşme) isteği ve konunun BM’ye taşınması talebi ilk başta kabul görmese de, 1957’de BU konu BM’de tartışılmaya başlamıştır. BM’de konunun görüşülmesine dair Genel Kurul’da alınan 1013 (XI) sayılı kararda, sorunun çözümü için barış ve ifade hürriyetinin gerekliliğinden bahsedilmiştir. 57 kabul oyu alan kararı, Türkiye de, Yunanistan da olumlu karşılamıştır (Atay, 2002: 301). Uzun yıllar boyunca taraflar arasında büyük bir sorun olarak varlığını sürdüren Kıbrıs meselesi de, Filistin konusunda olduğu gibi, Türk dış politikasının temel stratejisi olmuş ve bu konuda genelde tavize kapalı bir yaklaşımda bulunulmuştur. 1965 yılında Genel Kurul’da Kıbrıs’ın egemenliğine ve bağımsızlığına vurgu yapılarak müdahale edilmemesi gerektiği oylanmış, İran, ABD, Arnavutluk ve Pakistan, Türkiye ile karara karşı çıkarken, Birleşik Krallık, Polonya, Romanya, İtalya ve diğer Batılı devletler çekimser kalmıştır (https://digitallibrary.un.org/record/660053?ln=en). Alınan bu karar, Kıbrıs konusunda BM’nin aldığı kararlar içerisinde Türkiye açısından en olumsuz karar olma özelliği taşımaktadır. Sorunla ilgili çözüm için kararların alındığı kurum genellikle BM Güvenlik Konseyi olmuştur. 1974 yılında Türkiye’nin gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtı üzerine de, Kasım 1974’de Genel Kurul’da 3212 sayılı karar ortaya çıkmıştır (Fırat, 2013: 748).  1976 yılında Kıbrıs Rum Yönetimi konunun yeniden Genel Kurul’da gündeme alınmasını istemiş; Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen 31/12 sayılı karar alınmıştır. Bu kararda da önceki diğer kararlarda olduğu gibi adadaki askerleri unsurların çekilmesi ve topluluklar arası görüşmelerin başlaması görüşlerine yer verilmiştir (Atay, 2002: 309). İlerleyen yıllarda konunun devamlılığı BM Güvenlik Konseyi üzerinden gelişmiştir.

Nükleer Silahlanma/Silahsızlanma

Nükleer güç, devletlerin askeri güvenliklerinin geliştirilmesi kapsamında ortaya çıkan önemli unsurlardan biridir. Ciddi bir güvensizlik hissine neden olan ve askeri yapılanmayı arttırma konusunda itici güce sahip olan nükleer güç ve silahlar, hem caydırıcı olarak güvenlik için elzem görülürken, hem de aynı zamanda ciddi anlamda tehdide neden olmaktadır. Devletlerin dışarıdan gelen tehditlere karşı kendini savunma amacıyla nükleer silah oluşturma isteği, devletleri güç mücadelesinde geri kalmamak, bürokrasi içindeki kişi ve kurumların çıkarlarını temin etmek, ulusal kimliğin parçası ve sembol olarak görülmesi de devletleri nükleer gelişmelere yönlendirmiştir. (Öztürk, 275-278). Askeri güvenliğin yanı sıra, devletler, siyasi olarak bürokratik çıkarlar için de nükleer silah sahibi olmak isteyebilmektedirler. Diğer yandan, normatif olarak devletlerin kimliğinin ve çağdaşlığının göstergesi olarak görülmesi bir imaj haline getirilmesi de etkili bir sebeptir.  Bu bağlamda, devletleri nükleer silaha yönlendiren 5 unsura dikkat çekilmiştir. Bunlar; güvenlik, iç politik nedenler, prestij, ekonomi ve teknolojidir. Aynı zamanda bu faktörler güvenlik açısından ters etki yaratarak olumsuz sonuçlara da yol açabilmektedir (Pirinççi, 2010: 97-98).

Nükleer güce sahip olan sayılı devlet bulunmasına rağmen, günümüzde dünyanın cephaneliğinde 20 milyon ton TNT gücüne sahip yani Hiroşima’ya atılan bombadan en az 1.600.000 defa daha güçlü, 50,000’den fazla nükleer savaş başlığı bulunduğu tahmin edilmektedir (Öztürk, 2017 https://tasam.org/). Bu durum, dünyanın aslında nasıl bir riskle karşı karşıya olduğunu ortaya koymaktadır. Nükleer faaliyetlerin hız kazandığı zamanlardan itibaren bu konuda çalışmalar yapılmış ve BM çatısı altında da görüşülmüştür. Bu kapsamdaki ilk girişim, 1957 yılında devletlerin nükleer girişimlerini barışçıl amaçlara yöneltmek için BM öncülüğünde kurulan Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA)’dır. Devletlerin nükleer teknolojiden faydalanmaları ve nükleer silah üretmemeleri için denetlenmeleri kurumun temel amacıdır. Nükleer oluşumların tehdit oluşmasını engellemek amacıyla alınan bir önlem de 1968’de imzaya açılan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT)’dir. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi, nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanmak ve nükleer silahsızlanma anlaşmanın temel parametrelerini oluşturmaktadır. Diğer yandan, UAEA’nın belirttiğine göre, nükleer olmayan ülkelere malzeme ve donanım sağlanması, nükleer teknolojik gelişme için bilim insanlarının gönderilmesi, nükleer teknolojinin yayılmasını sağlarken nükleer silahlanmanın engellenmesi de bir görevdir (Öztürk, 2017: 275)

Nükleer silahların azaltılması konusunda ve bölgesel olarak nükleer silahsızlanma adına BM Genel Kurulu’nda yapılan toplantılarda alınan kararlar Türkiye’nin nükleer silahların azaltılmasından yana olduğunu ortaya koymaktadır. 2015 yılında alınan 70/37 sayılı kararda nükleer silaha sahip olan Rusya, ABD, Fransa, İngiltere ve Çin gibi ülkelerin önlem alması gerektiğinden şu şekilde bahsedilmiştir: “Nükleer silahsızlanma ve nükleer silahların tamamen ortadan kaldırılmasının nükleer savaş tehlikesini ortadan kaldırmak için gerekli olduğuna inanarak Nükleer silahlar ortadan kalkıncaya kadar nükleer silahlı Devletlerin nükleer silahsız Devletlere nükleer silahların kullanımına ya da kullanılma tehdidine karşı önlemler almasının zorunlu olduğunu göz önünde bulundurarak…nükleer tehlikeleri ortadan kaldırmanın yollarını belirlemek için uluslararası bir konferans düzenleme imkanı…beş nükleer silah devletinden önlemler almalarını talep eder…nükleer silahların yayılmasını önlemek ve nükleer silahsızlanmayı teşvik etmek için gerekli önlemleri almaya çağırır.” (https://digitallibrary.un.org).

70/37 sayılı kararda, önceki kararlara atıfta bulunarak ve ilerleyen zamanlarda yapılması talep edilenlerden bahsederek silahlanmanın azaltılması vurgulanmıştır. Nükleer silahların azaltılması konusu Türkiye’nin BM Genel Kurul oylamalarında Batı ile birlikte hareket ettiği konular arasındadır. Yukarda bahsedilen 70/37 sayılı kararda Türkiye; Belçika, Fransa, Almanya, Yunanistan, Hollanda, Romanya gibi ülkelerle aynı kararda buluşmuştur. 7 Aralık 2015 tarihli 70/52, 2017’deki 70/38 sayılı nükleer silahsızlanma kararlarında, 2018’de alınan 73/28 sayılı Ortadoğu’da nükleer silahsız bölge oluşturmaktan bahsedilen ve Aralık 2017’de alınan 72/67 sayılı İsrail’in Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na katılması gerektiğinden söz edilen Ortadoğu’da nükleer silahların yayılma riski başlıklı kararda Batılı ülkelerle aynı oyu kullanmıştır (https://digitallibrary.un.org). 2018 yılındaki nükleer tehdidi azaltma kararında yine Türkiye’nin Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerle ortak kararda bir araya geldiği görülmektedir.

Sonuç 

Türkiye, Birleşmiş Milletler örgütüne kurulduğu yıl olan 1945’de katılmış ve yıllar içerisinde alınan kararlarda yapılan toplantılarda adından söz ettirecek etkiye sahip olmak adına çalışmıştır. Alınan kararlarda konjonturel olarak dış politikasıyla uyumlu bir şekilde hareket etmiş ve dönemin şartları, ülkelerle kurulan ilişkiler, iç ve dış dinamikler etkin rol oynamıştır. Kimi kararlarda Batılı ülkeler ile fikir birliği içerisinde bulunan Türkiye, kimi zaman da bağımsız dış politikasını ve kararlılığını sürdürerek karşıt tavrını ortaya koymuştur. Batı yanında ve karşısında yer alınan kararlar incelenirken karşıt tavır sergilenen durumlar içerisinde en belirgin olarak ortaya çıkan iki unsur, Türk dış politikasında partiler üstü milli politika olarak nitelendirilen Filistin ve Kıbrıs politikalarıdır. Genel iç ve dış ortam ile uluslararası ilişkiler tarihinin dönüm noktası olaylarından olan Soğuk Savaş süreci ve SSCB’nin yıkılışı gibi büyük etkiye sahip gelişmeler, her alana yansıdığı gibi Türkiye’nin attığı adımları da şekillendirmiştir. Fakat söz konusu meselelerde tamamen ve her şartta karşıt olunmuştur şeklinde bir söyleme de yer verilememektedir. Zira İsrail’in konut inşaları, Kudüs’teki uygulama ve inşaları, Batı Şeria’ya duvar yaptırılması gibi konularda alınan BM Genel Kurul kararlarında Türkiye’nin yanında Batılı ülkelerin de bulunduğu görülmektedir. Bunlarla birlikte, Türkiye’nin Batı yanında yer aldığı uluslararası düzen oluşturulması, sığınmacılara insani yardım, nükleer silahsızlanma gibi birçok konu bulunmaktadır.

 

Şeyma KIZILAY

 

KAYNAKÇA

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.