Türkiye, ne yazık ki, siyasal yaşamında, ekonomik ve siyasi çıkmazlarda, askeri darbe senaryolarıyla sıklıkla muhatap oluyor. Cumhuriyet tarihimizde, içerikleri farklı olsa da, 1960, 1971, 1980 askeri müdahalelerinin yanı sıra, 28 Şubat 1997’de adına “post-modern müdahale” denilen bir süreci de yaşadık. Siyasetin her seferinde yeniden biçimlendirilmesi, 1961 ve 1982’de yeni anayasalar, 1971’de reform adı altındaki düzenlemeler de hesaba katılırsa, aslında askeri etkinin konumu, o günkü güç odaklarıyla birlikte değerlendirilirse daha iyi anlaşılabilir. Nitekim 1961’de, o zamana kadar Türk siyasal yaşamında getirilmiş en demokratik görünen anayasa, kuvvetler ayrılığı, sendikal özgürlükler, “sol”a açık yönleri, akademik özgürlükler, basın özgürlüğü ve pek çok boyutuyla beraber, ülke içindeki hakim siyasal dinamikleri ve ABD’nin siyasalarını rahatsız etmiştir.
1965-1971 arasındaki hızlı kapitalist dönüşüm, sanayileşme, sosyal hakların daha fazla gündeme gelmesi farklı bir müdahale senaryosunu harekete geçirecekti. Üstelik 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda Türkiye Arap ülkelerinden yana tavır almış, El Aksa’nın bombalanmasının ardından 1969’da SSCB yanlısı Arap rejimlerinin de içinde bulunduğu hazirunla İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ) kurucuları arasında yer almıştı. Ülkede yükselen anti-Amerikancı dalga, üniversite ve orduda NATO’nun sorgulandığı zemin, okyanusun ötesinde “derin rahatsızlık” yaratmıştı. 9 Mart 1971’de Emin Değer’in anlatımıyla “dev-kur” planını harekete geçiren, Faruk Gürler’in emirleriyle hareket eden komuta akademisinin, NATO’nun “iç alarmı” çerçevesinde 12 Mart’ı uygulaması, işin operasyonel yönüydü. Sosyo ekonomik çerçeve ise Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç tarafından ifade edildi. “ Sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aşmıştı.”
Ziverbey Köşkü’nde CIA/GLADIO işkence tezgahlarında Türk aydınları eziyete uğrar ve gençlik önderleri idam edilirken, diğer bir 12 parantezindeki Eylül uygulamasında, İran ve Afganistan’ın ardından Türkiye’nin de “elden gitmesi”, ABD’nin “bizim çocukları” tarafından engellendi. 1950’lerden beri SSCB’yi “çevreleme politikası” zemininde Türkiye-İran-Pakistan ekseninde İran “kaybedilmişti”. Dolayısıyla, Türkiye-Pakistan ılımlı dinci rejimlerle, bu işlevi yerine getirecek, 24 Ocak 1980 kararları da, ithal ikameci politikadan serbest piyasa ekonomisine geçişte en iyi bu dönemde uygulanacaktı.
12 Eylül, herşeyi değiştirdi… Güçlü yürütme, Cumhurbaşkanı’nın yürütmenin başı, Başbakan’ın ise sadece yürütme organı hükümetin başı olduğu garabet, parlamenter sistemdeki revizyonla düzeltilebilecekken, Evren-Özal-Demirel’in çelişen siyasetlerine karşın hayal ettikleri “Başkanlık sistemi”yle, 16 Nisan 2017’de referandumla kabul edildi.
Birtakım konuları atlayarak bu hızlı özeti yapmamızın nedeni, Soğuk Savaş ve sonrasına odaklanmaktır. 1990’larda Türkiye’nin milli güvenlik anlayışında önemli değişiklikler meydana geldi. 1984-1999 döneminde, PKK terörünün ilk aşamasında, Birinci Körfez Savaşı’na dek, vur-kaç eylemleri yapan örgüt, bu savaşla, neredeyse bölük düzeyinde saldırılar gerçekleştirmeye, 1992’de Şırnak ilimize operasyon yapmaya başladı. Bu süreç, şu anda da terörle bölgede mücadele edebilen tek düzenli ordu olan silahlı kuvvetlerimizin, tümen sistemini merkeze alması, mobilize birlikleri organize etmesiyle atlatıldı. Ancak ülkemizin BM Güvenlik Konseyi’ne başvurusuyla, Irak’tan gelen Kürt sığınmacıları, Saddam’ın hışmından kurtarmak için oluşturulan Uluslararası Çekiç Güç ve bu gücün İncirlik Üssü’nde konuşlanması, bazı gerçekleri daha da çok açığa çıkarttı. Zira Çekiç Güç, 36. paralelin üstündeki “uçuşa yasak bölge”yi korumaktan çok, PKK terör örgütünü kollayacak bir stratejinin altyapısını oluşturma misyonunu üstlenmişti. Ve bu misyon yazılı değildi; 1992’de PKK terör örgütüne Cudi Dağı’nda atılan yardımlar, bu niyeti açığa çıkarmıştı.
ABD Soğuk Savaş sonrası, bu bölgede “uydu devlet” tasarlıyor, Irak, Suriye, İran ve Türkiye’den koparılacak parçalarla, “Büyük Kürt Devleti” tasarladığını, resmi düzeyde de çok saklama gereği duymuyordu. İşte bu noktadan itibaren, Soğuk Savaş dönemindeki NATO zemininde vurgulanan Türk-ABD müttefikliği sorgulanmaya başlandı. 1964’te “Johnson Mektubu” ile Türk kamuoyunda yükselen ABD karşıtı eğilim, 1990’larda ordunun da içinde olduğu çeşitli kesimlerce daha çok dillendirilir oldu. 1992’de MGK’da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde öncelikli tehdit, komünizm yerine “bölücülük” oldu.
28 Şubat’ta ise, “bölücülük” tehdidinin yanına “irtica” yerleştirildi. ABD medyasında ülkemize “aba altından sopa gösterme”, “darbe kehaneti yapma” egzersizleri o zamandan itibaren, bir geleneğe dönüştü. İletişim toplumunun gelişmesiyle, zaman içinde klasik medyayla birlikte, sosyal medya da daha işlevsel bir rol üstlenecektir. 28 Şubat’taki MGK kararlarının uygulanmamasına tepki gösteren ordu kademesi, meslek odaları ve medyaya verilen brifinglerle, REFAHYOL koalisyonunu hükümete terke zorladı. Erbakan’ın “havada ikmal” formülü tutmadı, DYP’den transferlerle ANASOL-D hükümeti kuruldu. 1998 sonundaki gensoruyla hükümetten düşmesi üzerine, Çiller’in 1999’da ortaya attığı “sürpriz formül”le Ecevit’in Başbakanlığında kurulan DSP azınlık hükümeti, Şubat 1999’da ABD-İsrail eliyle iade edilen “Öcalan paketi” ile muhatap oldu. Sonrası malum, DSP-MHP sandıkta patladı. ANAP’ın da yer aldığı koalisyon, ekonomik kriz ve Derviş etkisiyle, 2002’de tasfiye edilen tek unsur olmadı, parlamentodaki tüm siyasi partiler baraj altında kaldı.
Siyasal iktidarın Milli Görüş çizgisinden uzaklaşan oluşumu, ilk dönemlerde AB-ABD zeminindeki diplomatik-ekonomik siyasetinde, 1970’lerden beri, ABD çizgisinde geliştirilen, kurulan her bir hükümetin döneminde palazlanan FETÖ, bu dönemde, siyasal yakınlık penceresini kendince kullanarak, bürokrasi, siyaset, finans sektörü, medya, bankacılık alanlarında “paralel bir yapı”yı, bu süreçte daha da ilerletti.
2011 seçimlerinden sonra, önce TBMM grubundaki tasfiye, ardından 2012’de adliyedeki gücüyle MİT müsteşarını tutuklatmaya çalışan FETÖ zihniyeti, 2007’de temeli atılan Ergenekon soruşturmasıyla, kapsamlı dalgalarla, son hamlesini yapmaya başladı. Sürecin tersine dönmesinde, bu yapının, siyasal iktidardan öte devleti teslim almasının algılanmasıyla daha da iyi anlaşıldı. FETÖ yapısı, dershaneler ve medyasıyla tasfiye edilmeye başlandı. Ordudaki tasfiyeden korktular ve malum 15 Temmuz kalkışması 2016’da yaşandı.
İşte ABD’li düşünce kuruluşlarının “ayar verme gayretleri” ve “kehanetleri” bu çerçevede daha net bir biçimde, yakın tarih yüzeyinde algılanmaya başladı. Tarih Mart 2016, ABD neo-conlarının yazar-çizer takımından Michael Rubin, American Enterprise Institute’deki yazısında, Türkiye’de askeri darbe olasılığından söz ediyor (https://www.aei.org/foreign-and-defense-policy/middle-east/could-there-be-a-coup-in-turkey/). Bu yazının ardından, ABD ve Avrupa medyasında, akademik çevrelerde ve de ülkemizde benzer tahmin-analizler çıkmaya başladı. Zaten darbe, önce kamuoyunu yoklar. Peki planlanan ne idi? FETÖ’cü grup, orduda yapacağı darbeyle ülkede iç savaş ortamı çıkaracak, bir adım ötesinde orduyu da tasfiye edecekti. Bu yazıdan 4 ay sonra kalkışmanın yaşanması ilginç bir rastlantıdır.
Gelelim bir başka yazıya, 15 Temmuz 2016’da Büyükada’daki toplantıda, kalkışmayı organize etmeye çalışanlardan Henri Barkey, 31 Mart 2019’da yapılan İBB başkanlık seçimlerinin iptal edilmesinden yola çıkarak, 23 Haziran’a kadar geçecek dönemle ilgili “Türk Baharı”ndan söz ediyordu (https://foreignpolicy.com/2019/05/10/erdogan-just-committed-political-suicide-istanbul/). “Türk Baharı” sözü, 2010 sonlarında Tunus’ta başlayan, Mısır’a sıçrayan, mutasyona uğramış, geç versiyonuyla Suriye’yi kana bulayan, devletlerin iç yapısını ortadan kaldıran, Obama döneminin “demokrat” görünümlü “Arap Baharı” tertibinin taklidi mi olacaktı? 2016’da FETÖ darbe kalkışması, 2019’da Türk Baharı mizanseni?
İşte bir adım ötede ise, yine bir Mart ayında, 2020’de bu sefer Washington Institute’ün analiz-tahmini var. Bu tahminde, Anayasa’nın 106. maddesine atıfta bulunularak, Cumhurbaşkanlığı makamının sağlık, istifa gibi nedenlerle, acilen boşalması halinde, 45 gün içinde yapılacak seçimlerde, muhalefet bir konsensüs yakalarsa, 2023’e doğru, yeni bir Cumhurbaşkanı seçilebileceği ifade ediliyor (https://www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/pubs/PolicyNote77-Danforth.pdf).
2019’daki yerel seçimlerdeki tartışmalar, elbette seçim iptali, bu zeminde yaşanan yargısal süreçle eleştirilebilir. Nitekim 23 Haziran’da seçmen tepkisini ortaya koymuştur. Ancak iki seçim arası, neden “Türk Baharı”? Ya da 2020’de, mevcut Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle ilgili tartışmaları bahane ederek, neden “madde 106”? Bir de, 2019’da sadece İstanbul seçiminden yola çıkarak, seçilen Belediye Başkanı’nı bile görmezden gelerek, Foreign Policy’de, Washington Institute’de il başkanını baz alan abartılı değerlendirmeler, niye kamuoyunda ısrarla tartıştırılmak isteniyor? (https://foreignpolicy.com/2020/05/01/canan-kaftancioglu-turkey-erdogan-chp-profile/)
Pandemi günlerinde “darbe” tartışmaya başladık. Bu raporları tek başına ele almamak, yarattığı tartışma ortamı, bununla koşut siyasal söylemler, gazete-TV haberleri, sosyal medyada paylaşılanlar, akademik çalışmalar ve pek çok boyutuyla ele almak gerekmektedir. Darbe tartışmalarında, bu konunun kamuoyu oluşturması bile, bir meşrulaştırma aracıdır. Önce zihinlerde bu konunun meşrulaştırılması istenir. Her ne kadar, ekonomik-politik konjonktürde çok uzak bir varsayım olarak değerlendirilse de, siyaset yelpazesinin farklı kesimlerinde yer alan, kişisel ve kurumsal aktörlerin, bu tuzaklara düşmemesi gerekir. Artık aynı filmi defalarca izlemeyelim, Atatürk’ün en önemli vasiyetlerinden biri, ordu-siyaset işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.
Dr. Deniz TANSİ