Patrick Baert
Yazar Hakkında
Cambridge Üniversitesi’nde sosyal teori dersleri veren ve sosyoloji alanında yetişmiş olan Partick Baert, 23 Ocak 1961 Brüksel doğumludur. Yazarın diğer önemli eserlerini; Time, Self and Social Being (1992), Social Theory in the Twentieth Century (1998), Time in Contemporary Intellectual Thought (2000), Pragmatism and European Social Theory (2007) ve Social Theory in the Twentieth Century and Beyond (2010) olarak sıralayabiliriz. Bu kitabın orijinal İngilizcesi ise Philosophy of the Social Sciences: Towards Pragmatism (2005) şeklindedir.
Kitap Hakkında
Kitabın ilk 5 bölümünde, sosyal bilimlerde temel yaklaşımlara dair birtakım bilgiler sunulmuştur. Bu bölümlerdeki yazarların seçimi ve temalar itibariyle meselelerin ve bununla özdeşleşen toplumsal bilimlerin idrakının nasıl ele alınması gerektiğinin altı çizilmiştir. Pragmatizm felsefesine kadar kaleme alınan yazarlar ve konular, bu kitaptaki pragmatizm anlayışının doğal olarak dışında değerlendirilmiştir. Ancak kitabın iddiasının özünde, toplumsal bilimler felsefesine yeni bir ivme kazandırmak ve çok daha farklı sorular sorarak bunu başarmaya çalışmak bulunmaktadır. Sosyal bilimler epistemolojisi ve metodolojisi üzerinde çalışılırken, dikkatle altı çizilen bir husus olduğu görülür ki, toplumsal bilimlerin keskin sınırları ve diğer çalışılan alanlardan ayrıştırılıp bir çerçeve içerisine yerleştirilmesi, çoğu bilim insanının alışılagelmiş davranış biçimi, bilim yapma anlayışıdır. Ama bunlardan en önemlisi, bilim içerisinde en önemli sorunsalın ne olduğundan hareket ederek, bu anlamda kitabın sorunları ele alırken bir konsensus oluşması durumunda kitabın anlaşılabileceği öne sürülmüştür.
Kitabın bölümlerinin aşama aşama ortaya koyulmasıyla son bölümde yapılan tavsiyeye giden süreçte, bilimin tarihteki ilerleme tartışmasına benzer bir şekilde konuların ilerlemesi lineer bir şekilde düşünülmüştür. Pragmatizmin son bölümde yer almasının asıl arkasında yatan sebep ise, toplumsal bilimler felsefesindeki ağırlığının etkisidir. Yazar, böyle düşünmektedir. Özünde ise, ilham kaynağının pragmatist bir toplumsal bilimler felsefesi anlayışı sunmak olduğu ifade edilir.
Tıpkı natüralizmde olduğu gibi, monolist/tekçi bir yaklaşımın toplumsal bilimlerin doğasında yer almadığı inancı bulunmaktadır. Sosyal bilimler meselelerinin tarihsel bağlamını göz ardı etmek ve sadece doğa bilimleri mantığıyla sosyal bilimlere yaklaşmanın stratejik bir yanlışlık içerdiği temel argümanlardandır. Bu noktada, bu kitaba göre, natüralistlerin, bilimin özünü kavrama gayretlerinin yanlış bir istikamet içerisinde yol aldığı ve en önemlisi bilginin ne için var olduğunu sormaktan kaçınmanın hiçbir sonuç getirmeyeceği aşikardır. Bu sebepten ötürü, bu sorunun, soru sorma şeklinin özü de pragmatist bir anlayış barındırmaktadır. Pragmatist anlayış dışında gelişen bu yaklaşımların, bilimsel araştırmaların hangi amaca yönelik olduğunu ve diğer bilgi biçimlerinin olasılığını göz ardı ettiği ileri sürülmüştür. Hatta yazar bunu tam olarak şöyle ifade etmiştir: “Böyle bir amacı ‘kendine-ilişkin bilgi’ arayışı olarak adlandırıyor ve burada bireylerin kendilerini ve kültürel ön-kabullerini sorgulamaları veya yeniden tanımlamaları gereğine işaret ediyorum. Bunu sosyal araştırmanın büyük ölçüde ihmal edilen bir unsuru olduğunu düşünüyorum ve kitapta bu hususu açacağım.” (s. 13)
Yukarıdaki argümanlara paralel olarak, Emile Durkheim’ın natüralizm örneğinden hareketle keskin sınırları olan ve holistik bir bakış açısına sahip sosyal bilimler perspektifinden çok, daha disiplinlerarası bir gerçeklik zemininden hareketle bilim felsefesinin yapılabileceği yine öne sürülmüştür. Birinci bölümde, Emile Durkheim’ın toplumsal bilimler düşüncesine yer verilmiştir. Bu husustaki önkabuller ortaya koyulmuştur. Doğa bilimleri arasındaki yöntemsel birliğin vurgulanmasıyla, Durkheim’in içerisinde yaşadığı toplumu kavrayışıyla birlikte düzenli bir sosyal yapıyı oluşturmanın bu yöntemsel tartışmalardan geçtiğini ve bunların basit bir akademik tartışma olmadığı düşüncesine yer verilmiştir. Durkheim’in Newton fiziğine duyduğu ilgi ve hayranlığın yanı sıra biyolojide yer alan evrimle toplumların yapısını açıklamaya gayret gösteren Durkheim, toplumu birer organizma olarak görmüştür. Bu noktada, Durkheim’in düşüncelerinden, doğa bilimlerine benzer biçimde sosyal yapıların incelenmesi gerektiği, sosyoloji bilimini özerk bir disiplin olarak kurma çabası, toplumların genel olarak felsefeci ve metafizikçilerin hakimiyetinde olduğu düşüncesi, Durkheim’e yapıştırılan etiketlerin isabetli olmadığı gibi unsurlara yer verilmiştir. Determinist ve fonksiyonel bir analiz çerçevesinde ampirik yeniliklerle şekillenen bir toplumsal bilim anlayışı sonucunda felsefenin, yerini sosyolojiye bırakacağı düşüncesi olmuştur. Bunun da en önemli dayanaklarından birisi, sosyal yapıların düzenlenme ve bir bütün olarak bir arada bulunma ihtiyacının incelenmesini sosyoloji analizinin birer parçası kılma düşüncesidir. Tıpkı sosyolojinin diğer bütün bilimlerin anası olduğu düşüncesinde görüldüğü gibi. Ancak belirtilmelidir ki, Durkheim, temel noktalarda yaklaşımı hususunda Comte gibi de düşünmemektedir ve kitapta buna da yer verilmiştir. Olgusalcı yaklaşımla ilgili çarpıcı kritiğe şu şekilde yer verilmiştir: “Durkheim pozitivist bilginin empirik alana yeterince girmediğini ve yerine geçmek istediği şeye, yani yeni bir ortodoksiye veya dine dönüştüğünü düşünür” (s. 27). Bunun devamında, Auguste Comte’a yönelik eleştirilere yer verilmiş ve “Üç Hal Yasası”ndan ziyade tek bir toplumsal yapı tasavvur edilmiştir. Daha da ileri giderek sosyal evrimin gelecekte nasıl bir zeminde ilerleyip ilerlemeyeceğine dair herhangi bir kanıda bulunmanın mümkün olmayacağı öne sürülüp, Durkheim tarafından Comte’un düşüncelerinin dogmatik olarak değerlendirildiği belirtilmiştir. Asıl olarak Durkheim’in hayalkırıklığı, Comte’un pozitivist çağ vurgusu içerisinde ampirik metodun uygulanmasındaki başarısızlığın ve sürekli inkar edilen metafizik çağın etkisinin ortadan kalkmamasıdır. Bunun dışında, Durkheim’in Marksist felsefenin toplum görüşünü de yeterli bulmadığına yer verilmiştir. Sonuç olarak, yazar, Durkheim’in, toplumu kendi işleyişi içerisinde karmaşık ve aynı zamanda parçalarına indirgenmeyen bütünsellik içerisinde değerlendirdiğini öne sürmüştür. Fonksiyonel bir bakış açısıyla toplumun gidişatının analizine yer verilirken, bunun eleştirisi de yazar tarafından yapılmıştır. Bu işlevselci görüşten hareketle, Durkheim’ın kendi değerlerini baz alarak toplumun yeniden inşa edilebileceği düşüncesi bir hayli şaşırtıcı bulunmuştur. Dolayısıyla, Durkheim’ın objektif olma iddiası yazara göre çökmekle kalmayıp, muhafazakâr bir dünya görüşünden hareketle değişimi, toplumsal fenomenlerin özünü koruyup sürdürebileceği gibi bir ılımlı bakış açısının eleştirisine de yer vererek, ideolojik kalıp ve ön kabullerden bağımsız bilim yapma imkânının da zorluğuna dikkat çekilmiştir. Sonuç olarak, bu eleştirilerin odağında Durkheim’ın olmasının en önemli nedeni ise, bu düşünürün kendini bilimsel olma iddiasını keskin ve net olarak ortaya koymasıyla birlikte, bir bilim insanının da sübjektiflikten kendisini tamamen ayırabileceği ve doğa bilimlerinde de bu hâlihazırda zaten böyle iken, bunun toplumsal bilimlerde de uygulanabileceği düşüncesi olmuştur. Yazar, “intihar” örneğinden hareketle intiharın bile birçok insan için farklı anlamlara sahip olduğunu ileri sürerek, Durkheim’ın tasnif ve betimlemelerinin tek tipliğine dikkat çekmiştir.
İkinci bölümde, Max Weber’ın yöntemsel yaklaşımları ele alınmıştır. Tarihselliği de içine alan ve teorik açıdan ciddi bir komplikasyon barındıran Weber’ın yaklaşımları, Durkheim’in düşüncelerinin ve aynı zamanda karşı düşüncelerinin olumsuz taraflarına odaklanır. Hermeneutik (yorumsamacı) yaklaşımı savunan Weber, araştırma yöntemlerinde ve yaklaşımlarda ortaya koyulan çabaların yeterliliğinden tatmin olmayıp, daha fazlasına odaklanmak gerektiğini vurgulamıştır. Bunun dışında, Weber, “olması gereken” ile “olan” arasında ciddi bir ayrıma gitmiştir ve bunların birbirlerine neden-sonuç zinciri içerisinde bağlı olduğuna karşı çıkmıştır. Aynı şekilde Marksizm’e yönelik eleştirilere de yer verilmiştir. Bu noktada, Weber’in düşüncesi Marksizm’in bilimsellikten uzak, ideolojik olduğu görüşüdür. Weber, bununla birlikte Schaffe’nin sosyoloji anlayışını da hedef almış ve kitapta buna da yer verilmiştir. Daha sonrasında Weber’in yöntemsel tartışmalara yer verdiği ve buna dair gözlemlerin bulunduğu bir dergide yaptığı editörlüğü esnasında kaleme aldığı bir yazıdaki ifadeden (methodenstreit), yani bizatihi yöntemden bahsederek, o dönem Almanya’daki iki kutuplu metodolojik tartışmaya yer verir. Doğa bilimlerini esas alan ve diğer tarafta buna karşı anlayış geliştiren insanların yer aldığı bu tartışmada ise iki analitik probleme işaret edilmiştir. Bunlardan birincisi, ‘değerden arınma’ sorunsalı; bir diğeri ise, ‘nomolojik’ bilginin sosyal alanda nasıl pratiğe yansıyacağı problemidir. Weber’in sosyoloji anlayışının içerisinde yer alan nomoloji kavramı esasen bilimsel metotların dışında deneyimlerle elde edilen bilgi birikimine işaret eder. Bir başka ifadeyle, yasaların bilgisidir. Bunun dışında bazı yorumsamacı düşünürlerin, bilimsel araştırma sürecinde değer yargılarının araştırmaya etki ettiği ve nesnelliğin ortadan kalktığı düşüncesine yer verilirken, ikinci tartışmanın toplumsal bilimlerin pratik alana etkisine odaklandığı belirtilmiştir. Weber, araştırma problemi ile süreci arasında bir ayrıma giderken, sosyal gerçeklik ile onun yasalarına ilişkin bilginin de benzer olmadığını vurgulamıştır. Ayrıca varoluşsal bilgiden, normatif bilginin elde edilemeyeceğini vurgulayan Weber, ‘ilerleme’ düşüncesi kapsamında tarihsel gelişimi öne süren tarihçilere de karşı çıktığı yazılmıştır. Bu hususta argümanlara yer verilmiştir. Weber, araştırmacıların birtakım değer bazlı önyargılar ve “tarihin dışına çıkamayacakları”nı (yazar bu ifadeyi özellikle kullanır) kabul ederken, yazarın ilginç bulduğu nokta ise Weber’in analizlerinden katıldığı noktadan hareketle sosyal bilimler açısından ontolojinin farklı bir metodu zorunlu kılmadığı ve değerden gitgide arınacak olan (yazar tarafından böyle öngörülmektedir) toplumsal bilim felsefesinin, merkezini “bilişsel-ilgi”ye bırakacağıdır. Yazarın savunduğu pragmatist anlayışın temelinde de bu olacaktır.
Üçüncü bölümde Karl Popper’ın toplumsal bilimler yaklaşımı üzerinde durulmuştur. Sosyal bilimler hakkındaki bilgisi sınırlı olarak nitelendirilen Popper, ilginç bir şekilde 1950 ve 1960 yılları civarında sosyal bilimlere damgasını vurmuştur. Bu düşüncenin temelinde ise teoriler “yanlışlanabilir” olduğunda bilimsel olanla bilimsel olmayan arasındaki ayrım netleşir ve bu şekilde bilim, ancak ki deneme-yanılma yöntemi içerisinde yol katedebilir. Bu noktada hemen hemen bu düşüncenin ortaya koyduğu, doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin arasında bir yöntemsel birliktelikten bahsedilebilir. Karl Popper’a göre, toplumsal bilimlerde nihai sonuç metodolojik bireycilik sayesinde elde edilebilir (ki bunu Weber de savunur). Kısacası, araştırmaların ve analizlerin temel çıkış noktası bireyler olmalıdır. Bireyler, burada sabit birer rasyonel unsurlar olarak kabul görmese de, rasyonellikten uzaklaşma durumunun toplumsal araştırma için önemli bir kıstas olduğu düşüncesi hakimdir. Burada natüralistlerin temel argümanlarından hareketle Popper’ın birtakım savlar inşa ettiğinden bahsedilmiştir. Bunların merkezinde, doğa bilimlerinin uygulama alanında şekil bulan yanlışlama mantığı bulunmaktadır. Bu noktada dile getirilenlerin yanlış olup olmamasının bir önemi yoktur. Aslolan, ortaya koyulan şeylerin hatalı olup olmadıklarının yeterince bilinememesidir. Diğer yandan Popper’ın “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı çalışmaları değerlendirilmiş ve sonrasında Popper’ın toplumsal bilimlerdeki yetersizliğine dikkat çekilmiştir. Yazara göre, Popper’ın bilim felsefesi Viyana Çevresi düzleminde ele alınmalıdır. Bunun sebebi ise, bu çevrede gelişen rasyonel tartışma prosedürleri merceğinde sorunların açıkça ifade edilmesi ve meselelerin eleştirel bir tavırla irdelenmesi hususunun Popper’ın düşünce sistemiyle benzerlikler taşımasıdır. Popper, bu düzlemde mantıkçı pozitivist anlayışı ve tümevarımcılığı hedefe koymuştur. Bu eleştirel tutum, yazar için önemlidir. Thomas Kuhn’la olan tartışma başlığı altında meseleler devam ettirilirken, Marx ve ütopyacılık sorunsalıyla farklı bir tartışma zeminine de yer verilmiştir. Açık ve kapalı toplumların temel farklarından ve mahiyetlerinden de bahsedilirken yazar bu konudaki görüşünü kaleme almıştır. Popper’ın felsefesinde özellikle yer alan iletişimsel rasyonalite kavramına da yer verilmiş ve bunu kapalı toplumların özünü oluşturan bilişsel yapı hakkında söylenenlerde yeterince açık olduğu ifade edilmiştir. Popper’ın düşüncesinde ise, kapalı toplumlar, kapalı düşünce sistemlerinin doğal sonucudur (ütopistlerin tasavvur ettiği arzulanan dünyaya rağmen, bu insanların, arzulanan mükemmelliğin olmaması ihtimalini görmezden gelmeleri sonucu kapalı düşünce sistemlerini ürettiği açıklamasıyla devamını getirmiştir). Ancak yazar sonrasında Popper’ın tartışma kültürü serbestliğinin samimiyetini sorgular nitelikte birtakım eleştiriler getirmiştir. Yazar, şöyle bir ifadeyle bunu kritik etmiştir: “Açık tartışma ve eleştiriyi destekleyen biri olarak Popper’ın tartışmayı esasen hipotezlerin empirik geçerliliğiyle sınırlayarak, bilimsel alandaki bir tartışmanın içerebileceği şeyleri belirgin biçimde kısıtlaması dikkat çekicidir” (s. 119). Bunun dışında, yazara göre, bilimsel araştırmanın teori-yüklülüğü ile toplumsal bilimlerin doğa bilimlerini yöntemsel açıdan taklit etmesi arasında da ciddi bir çelişki vardır.
Dördüncü bölümde eleştirel realizme yer verilmiştir. Bu düşüncenin merkezinde ise, toplumsal meselelere dair gözlemlenebilir veya tam aksi bir durum geçerli olsa da yapıları değiştiren, onu etkileyen veya biçimlendiren sosyal fenomenleri araştırmak ve açıklığa kavuşturmak vardır. Bu düşünce sisteminin önde gelenleri de, Popper’ın yaptığı gibi bilimi bir çerçeve içerisine yerleştiren ve belli önkabuller içerisinde tanımlayan unsurları araştırmaya koyulurlar. Aynı şekilde toplumsal bilimlerin doğa bilimlerinden büyük ölçüde esinlenmesi gerektiğini savunurlar ve determinist bir bakış açısıyla temel vazifenin ‘açıklama’ olduğunu vurgularlar. Eleştirel realizmin öncüleri Mary Hesse, Rom Harre ve Roy Bhaskar’dır. Bunun temelini de aslında ilk olarak Rom Harre’in öğrencisi Roy Bhaskar 1975’te yazdığı “Eleştirel Realist Bir Bilim Teorisi” adlı eseriyle atmıştır. Bu yeni düşünce sistemi, kitapta da yer aldığı gibi, toplumsal araştırmayı doğa bilimlerindeki bilimsel çabayla eş görmekte ve bilginin güç ilişkileriyle interaktif ilişki yapısını ileri süren post-yapısalcılığın karşısında yer almaktadır. Yazar, burada en önemli sorunun eleştirel realist yaklaşımın hangi anlamda realist olduğunu belirtmiştir ve bu soruyu sormaktadır. “Realizm, Realite ve Nedensellik” başlığı altında eleştirel realistlerin muhakeme biçimlerine yer verilirken, eleştirel realistler tarafından “bilimin mümkün olması için gerçekliğin neye benzemesi gerektiği” sorusu sorulur. Yazara göre, eleştirel realistler teorik anlamda verimli olmuşlardır ancak deneysel alana daha az ilgi göstermişlerdir. Ve bu, “Uygulama: İngiltere Politikası” başlığı altında irdelenmektedir. Burada yapılan bir çalışmanın ayrıntılarına ne için gerek duyulduğu yazar tarafından sorgulanmış ve dolayısıyla yapı-fail ilişkisi üzerine teorik bir tartışmanın yokluğu vurgulanmıştır. Sonuç olarak, yazarın düşüncesine göre, eleştirel realizm toplumsal bilimlerin gidişatına dair normatif bir model geliştirmeye çalışmıştır. Ve bu anlamda bir diğer sorunun indirgemeci bilgi edinme anlayışı olduğuna dikkat çekilmiştir. Yazarın şu ifadeleri bunu çok iyi özetlemektedir: “Sosyal bilimin amacını dış dünyanın mümkün olduğu kadar aslına uygun biçimde açıklanması ve betimlenmesi olarak görme eğiliminde olan eleştirel realistler insanları kendi toplumsal ortamlarını araştırmaya iten veya güdüleyen diğer nedenlerle çok az ilgilenirler” (s. 145). Bu meseleyle ilgili yazarın bir diğer temel görüşü ise, eleştirel realistlerin tezlerini güçlendirmek için ortaya koydukları yapay insan modeli ve bu modelin devrimci doğasından kaynaklanan ideal insan inşa etme çabasının diğer düşünceleri basitleştirdiğidir.
Beşinci bölümde, eleştirel teori kapsamında toplumsal araştırmanın özgürleşmeci bir özelliğe sahip olduğu vurgulanırken, bu, sadece olguların açıklığa kavuşması değil; içinde yaşanılan toplumun eleştirisini yapabilme imkanı sağlaması açısından da değerli görülmüştür. Burada “daha iyi” olanı hedeflemek ve “ideal” olanı ortaya koymak açısından normatif bir yaklaşım sergilendiği görülür. Buradan hareketle, bu düşünce yapısının toplumsal araştırmayı indirgemeci ve salt betimlemeci bir perspektife sığdıran anlayışların karşısında bir pozisyon aldığı belirtilebilir. Bu noktada önemli isimlerden Jürgen Habermas ön plana çıkmıştır. Bunun sebebi ise, eleştirel bakış açısı içerisinde pragmatist bir anlayışa sahip olmasıdır. Eleştirel teori savunucuları, toplumsal araştırmanın temelinde yer alan ideolojinin üzerinde düşünerek araştırmanın değerden arınmış olabileceği veya olması gerektiği düşüncesine karşı çıkarlar. Kısacası, araştırma ne olursa olsun belli birtakım değerleri içerisinde barındırır ve onları konsolide eder. Kitapta Erken Dönem Frankfurt Okulu’na yer verilmiştir ve bunun sonucunda yazar Habermas’ın iki yönlü katkısı olduğu düşünülmektedir. Birincisi, bilginin bizatihi insanla olan ilişkisi vurgulanır. İkincisinde ise, pragmatist bakış açısıyla söylem edimlerinin merceğe alınmasıdır. Ancak yazar, Habermas’ın “iletişimsel eylem” iddiasını da problemli bulmaktadır. Bunun özünde de, hem ‘anlama’, hem ‘konsensus’un yarattığı dikotomi başı çeker. Dolayısıyla, iletişimsel eylem sadece anlamaya dönük değil, aynı zamanda konsensusa da yöneliktir. Çelişki ise burada ortaya çıkmaktadır.
Altıncı bölüme gelindiğinde ise, yazar, Richard Rorty’nin pragmatist anlayışına değinmiş ve bu düşüncenin özgün bir perspektif içerisinde geliştiğine duyduğu inançtan ötürü ve yazarın argümanına giden önemli bir yol olduğundan ötürü yer verilmiştir. Kitabın bu bölümünde daha post-pozitivist bir bakış açısından hareket edilmiş ve güçlü bir eleştirel tavır takınıldığı belirtilebilir. Özellikle Richard Rorty’nin Ludwig Wittgenstein’dan etkilenerek dilin sosyal araştırmayı bizatihi etkilediği ve bilginin nihai özünün elde edilemeyeceği düşüncesi hakim olmuştur. Dolayısıyla, burada bilgi, kendi içerisinde hareketli, sürekli değişen ve çeşitli eylemler doğuran bir unsur olarak görülmüş ve nitelendirilmiştir. Rorty’yi önemli kılan şey ise, teorik bilginin pratik olana nasıl tekabül ettiği hususunda pratik bir başarı yakalama eşiğine gelmesi açısından ortaya koyduğu pragmatist görüştür. Aynı zamanda, Rorty, toplumsal bilimlerde süregelen birçok tartışmayı suni bulmuştur.
Yazar, son bölümde, kendi düşünce ve değerlendirmelerine yer verirken eleştirel bir tavır takınmıştır. Bu noktada büyük ölçüde doğa bilimleri hegemonyası yazar tarafından eleştirilmiş ve bilginin tek tip bir yapıya indirgenmesinin sakıncalı olduğu vurgulanmıştır. Dolayısıyla, sorgulamanın ön plana çıktığı bu bölümde başka yaşam biçimlerinin farkına varmaya ilave olarak yerleşik önyargıların sorgulanması önem taşımaktadır. Öncelikle pragmatist bir yaklaşımın ana hatları, aynı zamanda bu başlık altında, pragmatizmin kısa ve tarihsel gelişimine değinilmiştir. Yazar, bu bölümle literatürdeki boşluğu doldurma iddiası taşımıştır. Bunun akabinde ortaya koyulan pragmatist görüşün büyük ölçüde Rorty ve Bernstein’in fikirleriyle paralel olduğu belirtilmiştir. Ve devamında asıl esin kaynağının neo-pragmatizm olduğu vurgulanır. Ancak yazar, burada yeniden bir görüş inşasının da olmadığını vurgular. Son bölümde maddeler halinde yazarın argümanları da sıralanmıştır. Bu maddeleri burada sıralayıp altına bunların açıklamalarını yapmaktansa, daha genel olarak ortaya çıkan düşünce ürününü direk sunmayı uygun görmek isabetli olacaktır. Kısacası, bu düşünce ürününün temelinde şu argümanlar yatmaktadır. Öncelikle, yazar, bilimin özünü arayış gayretinin terk edilmesi gerekliliğini vurgular. Bunun akabinde, toplumsal bilimlerin metodolojik çoğulculuktan kârlı çıktığını savunur. Toplumsal araştırmanın neticede bir diyalog olduğu görüşünü savunarak, bu anlamda bilimsel araştırmanın asli amacının kusursuz bir biçimde toplumsal dünyanın fotoğrafını çekmek ve bunu açıklığa kavuşturmak olduğunu problemli bulmaktadır. Bu düşünce sistemine göre, bilgi aktiftir ve eylemin tam olarak kendisidir. Sonuç olarak da, alternatif senaryoların oluşması için “kendini-anlama”nın altı çizilmiştir. Bu da, büyük ölçüde değer yargılı ön kabullerin sorgulanması, irdelenmesi anlamına gelmektedir. Yazar daha sonrasında argümanlarını açıklamak için kültürel antropolojiden, arkeolojiden ve tarihsel sosyolojiden araştırma örnekleri vermiştir.
Değerlendirme ve Sonuç
Yazara göre, toplumsal araştırmada, betimleyici, açıklayıcı ve dış dünyadan sosyal fenomenleri ve meseleleri anlamaya çalışan mantıksal yaklaşımın aksine pratikte vuku bulan ve yeni bir paradigmanın habercisi olarak pragmatizm ağırlığını hissettirmektedir. Bunu ise, “yeni pragmatizm” kalıbı içerisine sokmuş ve düşüncelerini sıralamıştır. Yazar, aslında ilk amacının Amerikan pragmatizmi temelinde bir sosyal bilimler felsefesi oluşturma çabası olduğunu daha henüz başlarda belirtmiştir. Bunun dışında, eleştirel teorinin bir tekrarını ortaya sergilediği görülür. Çünkü değerlendirmelerim açısından en dikkati çeken hususlardan birisi “alternatif bilgi edinme biçimleri” ifadesi olmuştur. Ve burada bir sosyal bilimcinin sadece dış dünyayı açıklamak için çabalamaması gerektiği ve bu sihirli kavrama da odaklanması gerektiği vurgulanmıştır. Bu da, eleştirel teorinin temel argümanlarından birisidir. Yani bu ortaya konan pragmatist anlayışla eleştirel teori arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Bundan ötürü, toplumsal bilimlere yeni bir ivme kazandırma ve farklı sorular sorma amacının bu noktada temellenmediği açıktır. İkinci amacın ise toplumsal bilimler felsefesindeki temel yaklaşımların değerlendirmesini yapmak olduğu vurgulanmıştır. Bu değerlendirmelerde de yazarın hem olumlu, değerlendirmeleri, hem de olumsuz eleştirileri göze çarpmaktadır.
Alparslan ULUHAN
Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Uluslararası Güvenlik Ana Bilim Dalı Doktora adayı