GÜNEYDOĞU DEPREMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-1

upa-admin 13 Şubat 2023 649 Okunma 0
GÜNEYDOĞU DEPREMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-1

6 Şubat 2023, saat 04:17… Türkiye için hiçbir zaman unutulmayacak, izleri kolay kolay silinmeyecek kara bir gece bu… Yaşananları “afet” olarak tabir etmenin hafif kaldığı, “felaket” kelimesinin bu kalıba daha uygun geleceği bir milat… Sırasıyla 7.7 ve 7.6 şiddetindeki depremlerle koskoca bir bölgenin neredeyse haritadan silindiği, 15 milyona  yakın insanın direkt veya dolaylı olarak etkilendiği, Türkiye’nin son 100 yılda gördüğü en büyük yıkımlardan birisine şahit olduk bu kara günde. On binlerce ölü, yüzbinlerce yaralı ve bunların dışında halen haber alınamayan fakat bir umut kurtarılmayı bekleyen enkaz altındaki sayısız beden…

Bu yazıyı yazdığım sırada felaketin 7. gününü geride bırakıyoruz. Aslında bu kadar beklememin sebebi, gerek psikolojik olarak son derece kötü hissettiğim için kendimde yazacak gücü bulamamam, gerekse de geçtiğimiz birkaç gün hem haberleri ve uzmanları takip ederek, hem de bölgede yaşayan arkadaşlarımla konuşarak yaşanılan felaketin boyutlarını yazıya dökebilecek kadar bilgi birikimi elde etmekti. Her ne kadar psikolojimiz ve bilgimiz 4/4’lük olmasa da, yine de bu depremin bize düşündürmesi gerekenleri, eksiklikleri, zorlukları ve sonrasındaki genel tabloyu birkaç başlık altında toplamayı uygun gördüm.

Her şeyden önce vurgulamak istediğim, yıllardır depremle yaşayan ve tehlikeli fay hatlarının üzerinde konumlanan bir ülke olmamıza rağmen, maalesef bu yaşadıklarımızdan halen ders çıkaramamış olmamız. 1939’da Erzincan, 1999’da Gölcük, 2011’de Van, 2020’de Elazığ ve İzmir illerinde çok şiddetli depremler yaşayan bir ülke olarak, halen bu depremlerde görülen eksikliklerin giderilememesi gerçekten akıllara zarar. O kadar deprem yönetmeliğine rağmen halen depreme dayanıksız, çürük binaların inşa edilmesi bu eksikliklerin en dikkat çekeni… Tabii bu filmde başrol oynayan sadece bir kişi değil, birden fazla kötü ve vicdansız karakter var. Kimler mi bu kötü karakterler? Maliyeti düşük tutmak için kalitesiz malzeme kullanan müteahhitler, bu müteahhitlerin yaptığı binalara sorgusuz sualsiz onay verip ruhsat düzenleyen belediyeler, denetimi gevşek tutan yapı denetim firmaları, zemin açısından binanın uygunluğuna ilişkin sahte zemin etüt raporları hazırlayan mühendislere kadar herkes. Kahramanmaraş depremi suça karışan tüm bu failleri fazlası ile bizlere gösterdi. 15 milyon nüfuslu, kadim uygarlıklara ev sahipliği yapmış Güneydoğu Anadolu bölgesinin yalnızca depremden değil, tedbirsizlik, sahtekarlık, açgözlülük ve bencillik yüzünden darmaduman olduğunu gördük. Rant odaklı bakış açısının nasıl büyük bir insanlık suçuna sebep olduğuna şahit olduk.

Deprem öldürmez, bina öldürür” sözünün de doğruluğu ispatlandı bu felakette. Sapasağlam yekpare ayakta duran binalar da vardı, yeni ve lüks olmalarına rağmen kâğıt gibi yerle bir olan yapılar da. Yaptığı sağlam binalarla övünen dürüst müteahhitler de vardı, yurt dışına kaçmaya çalışırken havaalanında yakalanan katiller de. Çürük binalara ruhsat vermediği için ilçesinde tek bir binanın bile yıkılmadığı Erzin Belediye Başkanı gibi alnı açık ve başı dik gezen dürüst idareciler de vardı, yarısından fazlası domino taşı gibi yıkılan belediyelerin sesi soluğu çıkmayan yöneticileri de. Demek ki, her şey usulüne uygun ve vicdanlı bir şekilde yapıldığında, en ağır şartlardan tek bir kişinin bile burnu kanamadan çıkılması zor değilmiş.

Bu noktada üzerinde durulması gereken bir diğer husus; devletin kendi eliyle yaptığı kamu binalarının bile yerle bir olmasıydı. Deprem sonrası İskenderun Devlet Hastanesi yoğun bakım ünitesi yıkılırken, hastalar ve hastane çalışanları göçük altında kaldı. Adıyaman’da Belediye Hizmet Binası, Hatay’da Polisevi, yine Hatay’da trajikomik bir şekilde AFAD binası bile yıkıldı. Ayrıca Hatay ve Malatya havaalanları hasar gördü. Ne yazık ki, özel şahsa ait binaların dışında devlet binalarının yıkılması veya hasar görmesi, vatandaşın devlete olan güvenini sarsabilir. Bilhassa sağlık alanında devlet eliyle yapılan bir hastanenin tuzla buz olması, insan hayatının ne kadar ucuz olduğunu göstermiştir. Depremle mücadele deyince ilk akla gelen kuruluş olan AFAD’ın binasının yıkılması hakkında yorum yapmaya gerek yok sanırım, sözün bittiği yerdeyiz.

Deprem sonrasında dikkatimi çeken bir diğer unsur; gerek arama kurtarma faaliyetleri, gerekse insani yardımların depremzedelere ulaştırılması noktasında büyük bir koordinasyonsuzluk olmasıydı. Devlet yetkilisi kurumlar her ne kadar tüm noktalara ulaşıldığını beyan etse de, özellikle Hatay ve Adıyaman gibi illerde birçok ilçeye AFAD yetkililerinin ulaşamadığını, sivil vatandaşların kendi imkanları ölçüsünde enkaz altında kalan yakınlarını çıkarmaya çalıştığını gördük. Bilhassa ilk iki gün AFAD yetkililerinin yanı sıra, 1999 Gölcük depreminde ilk saatlerden itibaren sahada olan Mehmetçik’in arama kurtarma çalışmalarında sayıca yetersiz kaldığını, ancak kamuoyu baskısına istinaden iki gün sonra sayısı artırılarak sahaya sürüldüğüne şahit olduk. Depremlerde ilk 24 saatin çok önemli olduğunu ve kas gücüne olan ihtiyacın büyük önem teşkil ettiğini dikkate alırsak, ilk günden hatta ilk saatlerden itibaren TSK sahaya sürülseydi belki bu kadar fazla can kaybımız olmazdı. Ki şunu da belirteyim, kas gücünün yanında TSK’nın personeli genç, dinamik, ilkyardım eğitimi almış ve organizasyon kabiliyeti olan bir personel. Bunun yanı sıra, ordunun iş makineleri, helikopteri, uçağı, tırları vs teçhizatı var, yani ekipman açısından da son derece donanımlı. İlk günlerde bölgede yaşayan birçok depremzedenin dozer ve vinç gibi iş makinelerinin eksikliğinden dem vurduğunu düşünürsek, TSK’nın bütün imkanlarının devreye sokulması bu boşluğu giderebilirdi ve arama kurtarma çalışmaları çok daha hızlı organize edilebilirdi.

TSK’nın bölgedeki önemini vurgulayan bir başka konu ise çevre güvenliğinin sağlanmasıdır. Özellikle gıda, barınma, kıyafet ve birçok konudaki eksiklerden ötürü insanların yağmacılık faaliyetine girişmesinin önlenmesi ve farklı gruplar arasındaki kaos ortamının önüne geçilmesi açısından asker önemli bir görev üstlenmektedir. Bunun dışında, deprem bölgesindeki bazı gazeteciler, ihtiyacı olmadığı halde enkaz altında kalanların yakını olduğunu söyleyip onların ziynet eşyalarını ve telefonlarını çalmak için bekleyen, süpermarketleri talan edip televizyon çalan, amiyane tabirle “sırtlan”ların cirit attığını ifade etmişlerdir. İşte askerimiz, bu gibi hırsızlık ve fırsatçılıkların önüne geçilmesi için gereklidir! Ayrıca böyle bir felaket anında çaresiz insanlar karşılarında asker görürse mutlu olurlar ve kendilerini güvende hissederler. Mehmetçik, yüreği yanan anne-babanın evladıdır, yetim kalan çocuğun ise abisi, babasıdır… Unutmayalım ki güçlü ordu demek güçlü Türkiye demektir! Dolayısıyla, ordunun gücü yalnızca sınır ötesi askeri operasyonlarda değil, içerideki doğal afetlerde ve toplumsal infial yaratan durumlarda da hissedilmelidir!

Bu arada yeri gelmişken yağmacılık ve hırsızlıkları yalnızca “Suriyeli sığınmacılara” yüklemeye çalışan bir zihniyet doğru değildir. Böyle bir durumda bile “fırsat bu fırsat, şu sığınmacıları göndermenin tam zamanı” diye düşünüp de ırkçılık yapmak, suçu yalnızca tek bir tarafa yüklemek kabul edilemez. Zira bölgedeki sivil vatandaş ve gazetecilerin anlattıklarına göre yerel halktan da yani Türklerden de yağma ve hırsızlık yapanlar görülmektedir. Sığınmacılara yönelik siyasi hesapların veya toplumsal endişelerin, depremle mücadelenin önüne geçmesi abesle iştigaldir. Bilhassa bu tür afet durumlarında ayrımcılığın ve ırkçılığın önünü açmak toplumda yeni bir iç savaş çıkarabilir, bu yüzden provokasyonlara gelinmemeli ve asparagas haberlere kulak asılmamalıdır. Elbette sığınmacılar tamamen masumdur demiyorum fakat bütün suçu onlara yıkmak yeterince adil gelmiyor bana.

Bu seride yazmak istediğim son husus ise GSM şirketlerinin sınıfta kalmasıdır. “Dağda, ovada, kırda, bayırda, her yerde çekiyoruz” diye övünüp PR çalışmalarına tonlarca para harcayan, yüksek fatura ve vergilerle vatandaşın kanını emen GSM şirketleri, ne yazık ki öyle göründüğü kadar muhteşem (!) değilmiş. Ben depremin olduğu ilk gün Adana’da yaşayan bir dostumu aradım; kendi mahallesinde çok fazla yıkım olmamasına rağmen bile hiçbir şekilde kendisine ulaşamadım. Hatta 2. gün ve 3. gün bile normal hattan ulaşamadım, WhatsApp üzerinden konuşma yaptık kendisiyle. Turkcell, Türk Telekom ve Vodafone’un 11 milyonu aşkın mobil abonesinin olduğu deprem bölgesinde özellikle arama-kurtarma açısından en kritik saatlerde iletişim ve haberleşme imkanları kısıtlı kaldı. Yani bu durum şu anlama geliyor; operatörlerin afet zamanında ulaşımda yaşanacak aksaklıklara karşı bölgesel acil durum planları yok. Hani nerede o yere göğe sığdıramadığınız çekim gücünüz! Baz istasyonlarının yıkılmış güya, peki bu yıkılma ihtimaline karşı mobil istasyon stoklarınız yok muydu? 10 şehre yetecek kadar yedek mobil istasyonunuz ve jeneratörünüz hazır bulundurulamaz mıydı? Şimdi 1 aylık ücretsiz görüşme vereceklermiş, iş işten geçtikten sonra neye yarar, neyin telafisi bu? Verdiğimiz paralar karşılığında aldığımız hizmet bize bu şekilde reva görülüyorsa çok yazık!

Ders çıkarılacak ve eleştirilecek çok konu var aslında ama şimdilik yazımı burada kesip, bir diğer seriye saklayacağım. Umarım dayanışma içinde, azim ve dirayetle Türk milleti olarak tez zamanda bu felaketin üstesinden geliriz. Tüm ülkemizin başı sağ olsun. Serinin ikinci yazısında görüşmek üzere..

Dr. Eren Alper YILMAZ

 

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.