TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN 100. YILINDA NASIL BİR SANAYİLEŞME STRATEJİSİ?

upa-admin 23 Eylül 2023 1.327 Okunma 0
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN 100. YILINDA NASIL BİR SANAYİLEŞME STRATEJİSİ?

Giriş

Sanayileşme, dünyanın seyrini değiştirerek ortaya çıktığı geçen yüzyıllardan günümüze kadar, insanlığın, ülkelerin, devletlerin ve milletlerin önemli ölçüde kaderlerini tayin edebilmektedir. Ekonomik, askeri, siyasal, kültürel, toplumsal, dış politik ve benzeri birçok alanda gelişmişlik düzeylerini belirler konumda olan sanayileşme, bugünün küreselleşen dünyasında artık farklı formlarla değişik istek, ihtiyaç ve koşullar çerçevesinde vücut bulur bir hale evirilmiştir. Bu evirilmede ise, teknolojik yeniliklerin ve gelişimlerin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Sanayileşme, ekonomik gelişme ve iktisadi kalkınmanın mühim kilometre taşlarından biridir. Aynı şekilde, etki ettiği tüm diğer alanlarda da, gelişmeyi ve kalkınmayı ifade edebilmektedir. Kuruluşunun 100. yılını kutlayan Türkiye Cumhuriyetimiz de sanayileşmede kimi zamanlarda istikrarsızlıklar yaşayarak, stratejik açıdan hatalar yapmış olmasına karşın, tarihsel süreçte önemli atılımların da altına imzasını atmıştır ve günümüzde halen atmaya devam etmektedir. Bu gözlem ve izlenimlerden hareketle, bu makale çalışması perspektifinde Osmanlı Devleti döneminden başlayarak, Cumhuriyet dönemine dek uzanan küresel sanayileşme realitesinin, ulusal ve tarihsel gelişim süreci kısa bir biçimde özetlenecek, ardından ülkemizin 100. yılında nasıl bir sanayileşme politikası izlemesi gerektiğine ilişkin bazı temel fikirler sunulacaktır. Ayrıca, makale çalışmasının başlangıcında sanayileşmenin kısa bir tanımı üzerinde durulacak ve son bölümlere doğru Türkiye’de uygulanan temel sanayileşme stratejileri de ele alınacaktır.

Sanayileşmenin Özetle Tanımı, Kapsamı ve Hedefleri

Sanayileşme, herhangi bir ticari ürün, mal veya hizmetin üretim sürecinde, makineleşmenin yaygınlaştırılması temellerine dayanan, ülkelerin milli gelir pastaları içinde sanayi sektörünün payının artırılmasını tanımlayan, stratejik, toplumsal ve siyasal bir iktisadi kalkınma sürecidir. Geleneksel üretim tekniklerinin yeniliklerle geliştirilmesi öngörüsündeki teorik düşüncesini pratikte hayata geçirebilen sanayileşme, bu yeni üretim tekniklerinin uygulanabilirliklerini tüm alanlarda artırmayı, nitelikli üretimi ise en az maliyetle gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Sanayileşme konusunda ileri düzeye ulaşan ülkeler, bu yenilikçi (inovatif) üretimsel gelişim sürecinin başlangıç aşamalarında belirgin bir şekilde ekonomik büyümeler kaydedebilirlerken, ardından bu büyüme oranlarını sürdürülebilir kılabilmektedirler. Bu nihai aşamaların sonunda ise, toplumsal, iktisadi, siyasal, sosyal vb. alanlarda kalkınma hedeflerine ulaşabilmektedirler. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen süreçte, Soğuk Savaş döneminin 1950’li yıllarında önem kazanarak ekonomi biliminde yer tutan “Kalkınma iktisadı” veya diğer adıyla “Gelişme iktisadı” teorisinin, araştırma alanları ve hedefleri de, sanayileşme olgusu temellerine dayanır.

Osmanlı Devleti Dönemi’nde Sanayileşme Süreci

18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa kıtasında bulunan yeni icatların ve inovatif nitelikteki çeşitli buluşların üretimsel süreçlere olumlu anlamda büyük katkılar sağlayarak sermaye birikimleri oluşturması, “Sanayi Devrimi” veya “Endüstri Devrimi” olarak nitelendirilen bir yenilik süreci başlatmıştır. İnsanlık adına çok farklı üretim sistemlerini ve buluşları gün yüzüne çıkaran bu değişiklikler, “İktisadi sanayileşme” yönünden gelişim süreci olarak 18. ve 19. yüzyıllara damga vurmuştur.

Bu dönemlere kadar geleneksel üretim sistemleriyle, büyük ölçüde kendi kendine yeterliliği bulunan Osmanlı ekonomisi, sınırlı düzeyde üretim gerçekleştirse dahi, rekabet gücüne sahipti. Ancak 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan bu sanayileşme süreci ile birlikte, Osmanlı ekonomisi de, uzun yıllardan beridir süregelen durağanlık evresinden, gerileme evresine geçiş yapmak durumunda kalacaktı. Üstelik bu yıllarda girilen savaşlarda alınan ağır mağlubiyetler, Osmanlı ekonomisindeki bu gerilemeyi daha da hızlandırdı. İktisadi olarak bütün bu olumsuz durumlar sonucunda ise, Osmanlı’nın geleneksel üretim sistemi çok kötü etkilenerek mevcut üretim kapasitesi daralmaya başladı. Bu dönemlere kadar geleneksel Osmanlı ekonomisini ayakta tutan asli unsur ise, devletin kendi mali, toplumsal ve sosyal yapısına özgü bir “Toprak Düzenine” sahip olmasıydı. Ancak 18. yüzyılda gerçekleşen Sanayi Devrimi ile başlayan özel mülkiyet uygulamaları, Osmanlı Devleti’nin yenildiği savaşlarda yaşadığı güç kayıplarıyla birleşince ülkedeki bu mevcut “Toprak düzeni” zaman içerisinde bozulmaya başladı. Devlet, tarım arazisi şeklinde kullanılan bu toprakların savaşlar sonucunda hem hâkimiyetini yitirdi, hem de bu toprakları yeterince koruyamadığından dolayı daha fazla oranda vergi alma yoluna başvurdu. Ayrıca Osmanlı Devleti ekonomisi, batılı burjuva sınıflarına yönelik olarak geçmiş dönemlerde üstünlük kurabildiği tarım ürünleri sektöründe bile rekabet avantajını kaybetti. Osmanlı ekonomisi, tüm bunlardan sonra, çok geç de olsa, bazı sanayileşme adımlarını atacaktı.

Osmanlı yöneticileri, batıda hızlı bir şekilde gelişen Sanayi Devrimi’nin farkına varmışlardı. Bu devrime ayak uydurabilmek için, 19. yüzyılın başlarından itibaren nispi anlamda, ülkenin ihtiyaçlarını ve karşılaştırmalı üstünlüklerini dikkate alan bazı sanayileşme hamleleri yaptılar. Ancak ülkede bu fabrikaların faaliyete geçmesi, ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşecekti. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti yöneticileri, sanayileşmenin önemini büyük ölçüde kavramış olsalar da, ülkenin bu üretim işlemini gerçekleştirebilmek için gerekli fiziki ve beşeri sermaye birikimleri yoktu. Üstelik Osmanlı sanayisinin teşebbüs gücü çok sınırlı düzeyde kaldığından, sanayileşme hamlelerinin fiilen hayata geçirilmesinde yaklaşık 50 senelik gecikmeler yaşandı.

Ne var ki, Osmanlı yöneticilerinin gerçekleştirmek istedikleri bu sanayileşme hamlelerinde de, üretim çıktıları genelde sınırlı miktarda kalmış, kaynak teminlerinde sıkıntılar yaşanmıştır. Bu noktada en önemli dönemsel kaynaklardan biri olarak uygulanan “Tağşiş Politikaları” ise, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut ekonomik, askeri ve kamusal dengeleri oldukça bozmuştur. Osmanlı Padişahlarının itibarı da bu tahşiş politikaları sonucunda büyük ölçüde zedelenmiştir. 1838 yılı itibarıyla İngiltere (Birleşik Krallık) ile Osmanlı Devletleri arasında imzalanmış olan Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın ise, bazı alanlarda ihracat ve ticaret imkânlarını genişletse bile, uzun dönemde incelendiğinde, Osmanlı sanayi üretimini olumsuz etkilediği belirtilebilir. Bir takım reformist adımlar atılmış, ancak bütün bunlar çok sınırlı bir çerçevede kalmıştır. Çoğunlukla askeri alanda kullanılan top, tüfek, mermi ve silah imalatları yapılmıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde gerçekleştirilen bu türlü sanayileşme atılımları yeterli kaynaklara sahip olunamaması ve uygun ölçüde tedarik zincirlerinin oluşturulamaması sebebiyle, sürekli ve istikrarlı bir biçimde yürütülememiştir. Bunlara ek olarak, sanayileşmenin önemini kavramış olan bazı devlet adamları, İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi’ni yakinen takip etmişlerdir. Dolayısıyla, Osmanlı’nın yıkılışına doğru giden zorlu süreçte, bazı vizyoner isimler tarafından, sanayileşme hamlelerinin gerçekleştirilmesi bağlamında geciken bu adımlar kısmen atılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde sanayileşme atılımları özellikle 19. yüzyıl sonlarında belirginleşmiştir. 20. asrın başında da Osmanlı nüfusunun yaklaşık olarak % 20’si imalat sanayinde çalışmıştır. Böylece Sanayi Devrimi’nin etkilerinin, Osmanlı Devleti bünyesine geç ve kademeli biçimde yansıdığı ifade edilebilir. Bu minvalde 1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması sonucu, Osmanlı pazarlarına, gelişmiş batılı ülkelerin ürettikleri sanayi ürünleri gelmiş, ancak diğer taraftan Osmanlı’nın teknolojisi gelişme gösteremediği için ekonomisi ve üretim sektörü gerilemiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, yabancı ülkelerin üretebildikleri bu yeni ürünleri üretemeyerek, yalnızca onları ithal etme politikası izleyerek tüketici bir ülke pozisyonuna doğru gerilemiştir.

Avrupa’da yaşanan bu yenilikçi hareketler, özellikle Tanzimat Dönemi itibarıyla Osmanlı’ya yansımış, ülkenin askeri, iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarında kısmi iyileşmeler yaşanmıştır. Tanzimat Dönemi ile ortaya çıkan bu olumlu iyileşmeler ekonomide de gözlenebilmektedir. Ancak Batılı ülkelerin sanayi ürünlerinin Osmanlı pazarlarına deyim yerinde ise yağdırılması ile Osmanlı Devleti ve Batı sanayileri arasındaki makas daha fazla açılmıştır. Osmanlı Devleti de ilerleyen süreçte sanayileşme politikalarında farklı hamlelere başvurmak zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti, 1700’lü yıllardan başlayarak, 1860’lı senelere kadar uzanan süreç içinde, sanayileşme çabalarıyla birlikte devlet eliyle çeşitli fabrikalar ve küçük işletmeler kurmuştur. Ancak bunlar çabadan ötesine geçemeyerek, süreklilik, nitelik ve verimlilikten uzak kalmıştır.

Dolayısıyla, Osmanlı’da kurulmuş olan bu fabrikalar, maliyet kaygılarından uzak, yalnızca devlet siparişleriyle çalışmışlardır. Osmanlı sanayisinde de fabrikalaşmanın genel olarak 1826 yılından sonra artmaya başladığı gözlenmektedir. Kamu işletmesi şeklinde nitelendirilebilecek olan bu fabrikaların, genellikle Batılı ülkelerdeki gibi büyük ölçekli üretim yapmaktan ziyade, ülke içi ihtiyacı karşılayabilecek düzeyde üretim yapabilmek amacı ile kurulduğu söylenebilir. Üstelik fabrikaların işletme hakları yalnızca devlette olduğu için emek gücü sınırlı kalmıştır. Ayrıca, Osmanlı döneminde sözü geçen bu üretim birimleri, Alman merkantilizminin veya Alman Kameralizmi’nin devletçiliğinde görülen örneklerle büyük ölçüde benzeşmektedir.

Osmanlı’da ilk ciddi sanayileşme kaygıları ise, kısmen 18. yüzyıl sonlarına doğru başlamıştır. Dolayısıyla, 18. yüzyıl sonlarına doğru oluşan kaygılar çok uzun süreçte politikalara yansıdı. Bu noktada, Osmanlı’daki sanayileşme politikaları 3 ayrı tarihsel bölümde incelenebilecektir. 1826 senesi öncelerinde, devlete ait olan belirli bir üretim kaygısı olmayan işletmeler vardı. Yukarıda sözü edilen bu fabrikalar, genellikle devletin bazı temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bu doğrultuda, devletin, sanayileşmeye dönük bağlamda fabrikalaşma gayretleri ilk olarak, 1790-1804 yılları arasında, askeri teçhizat imalatı için üretim tesislerini faaliyete geçiren ve bu tesislerin, çeşitli dönemler itibarıyla modernizasyonunu gerçekleştiren Sultan III. Selim ile başladı. Ancak bu üretim tesisleri de yalnız Osmanlı Devleti’nin genel ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu.

Osmanlı’da daha esaslı sanayileşme politikası/atılımları ise, genel olarak 1826-1870 yıllarında gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde en nihayetinde, Batılı ülkelerle sanayileşme konusundaki üretim dengesizliklerini bir nebze de olsa kapatmak maksadıyla çok sayıda devlet fabrikası ve tesisi faaliyete geçirilmiştir. Ancak devlet, Batı tarzı üretim yapabilen bu fabrikalara ağırlıklı olarak kendi ihtiyaç duyduğu malları ürettirmesi ile ihracata belirgin katkılar sağlayamamış ve Batılı ülkeler ile karşılaştırıldığında, yanlış bir sanayileşme politikası izlemeye devam etmiştir.

Batı tipi üretim tarzının öneminin iyi şekilde anlaşılması, Osmanlı sanayisi açısından önemli bir kilometre taşı olsa da, yalnızca devlete özel üretim yapılması ve üretim düzeyinin sınırlı ölçülerde kalması Batı sanayileşmesine yaklaşılması ihtimalini imkânsız bir hale getirmiştir. Bununla birlikte, Osmanlı Devleti ekonomisinin kendi kendine yeterliliği ise, tekraren canlandırılmaya başlamıştır. Bir nebze kendi kendine iktisadi yeterliliğin sağlanmasıyla, Osmanlı sanayileşmesinin önü açılarak, bu süreçten sonra sanayileşmeye ve fabrikalaşmaya daha fazla önem atfedilmeye başlanmıştır. İşgücü verimliliğinin artırılması minvalinde, bu dönem içerisinde, teknolojik yenilikler, sermaye yeterliliği ölçüsünde, karşılanmaya çalışılmış ve yurtdışındaki ülkelerden ustalar Osmanlı’ya getirilmiştir. Üretilmiş olan malların, öncelikle Osmanlı Devleti tarafından bizzat satın alınması noktasında, fabrikalara bazı sübvansiyonlar, makine-teçhizat alımlarında vergi muafiyetleri uygulanmıştır. Ayrıca çalışan işçi ve ustalara yönelik çeşitli teşvikler verilerek, askerlik muafiyetleri sağlanmıştır. Sonraki süreçte ise, Avrupa’dan buharlı makineler getirilerek,  ülke sanayisi Batı teknolojisiyle adapte edilmiştir. Bu Avrupa tandanslı Batı teknolojilerini de büyük bir ölçüde Osmanlı Devleti finanse etmiştir.

Osmanlı hükümeti tarafından bizatihi desteklenen bir diğer sanayileşme programı/politikası ise, 1840-1850 yıllarına arasında uygulanmıştır. Özellikle Osmanlı’da bu dönemde, payitahtta matbaa, atölye ve çeşitli fabrikaların yer aldığı büyük bir sanayi parkı kurulmuştur. Bu modern sanayileşme politikaları ile birlikte, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde pek çok fabrika, tesis, atölye ve imalathane kurulmuştur. Üretim kapasitesi de bu sayede gittikçe artmaya başlamıştır. Bu dönemde ayrıca bazı özel sermayedarların, girişimcilerin ve müteşebbislerin kısmen orta ölçekte kurdukları tesisler ve fabrikalar da, Osmanlı sanayisinde, üretim faaliyetine geçmiştir.

1870 yılından sonraki dönemde ise, sermayedarların ve müteşebbislerin kurdukları bu özel fabrikaların ve işletmelerin, Osmanlı sanayisi içerisindeki payı hızlı bir şekilde yükselmiştir. 1870’den sonra iç tüketime cevap vermek amaçlı, farklı ürünleri üreten fabrikalar açılmıştır. Ayrıca tek başına üretim gerçekleştirebilen, büyük ölçekli fabrikalar kurulmaya başlanmıştır. Emek işgücüyle birlikte makineleşme kullanılarak, üretim kapasitesi ve çeşitliliği artırılmıştır. Kurulan sanayi okulları ise, çalışanlara yönelik mesleki ve teknik donanım kazandırmıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti, sanayileşme politikasının gelişimi ve gözlenebilir olması noktasında, bu dönem içinde, Islah-ı Sanayi başta olmak üzere, birçok kurum ve kuruluş oluşturmuştur. 1860’larda ise, Osmanlı Devleti, özel sermaye tesisleri kurulmasını özendirmeye başlamıştır. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti, geç kalmış olsa bile, gereken sanayileşme adımlarını atmıştır. Dönemsel ihtiyaç ve koşullara göre, en nihayetinde, sanayileşme politikaları oluşturulmuştur. Ancak ihracatın nerede ise hiç dikkate alınmaması, sanayileşmenin de niteliğini zayıflatmıştır.

Özetle, 19. yüzyılda reform çabaları çerçevesinde izlenen ve birçok farklı ayağı olan sanayileşme politikaları sonucu Osmanlı, çok sayıda fabrika kurulmasına öncülük etmiş, bununla birlikte, ülkede bu yüzyılın sonlarında birçok özel sermayeli fabrika da kurulmuştur. Bu fabrikaların/işletmelerin başarılı olması adına sanayi mekteplerinin/okullarının açılması, kritik alanlarda yabancı mühendislerin ve uzmanların ülkeye getirilmesi, sanayileşen bazı işletmelere vergi muafiyetlerinin sağlanması gibi bazı ilave politikalar uygulanmış olmasına rağmen, “Batı tipi sanayileşme ve fabrikalaşma hedeflemelerinin” çok gerilerinde kalınmıştır.

Osmanlı sanayileşmesi olarak adlandırabileceğimiz ve esasen 1827 yılında başlayıp kesintilerle Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden süreçte öncelikle devletin, 1870 sonrasında ise özel sektörün aktif olduğu bir fabrikalaşma hareketinden bahsetmek mümkündür. Osmanlı sanayileşmesi kapsamındaki fabrikalara bakıldığında ise, her şeyden önce ordu ihtiyaçlarını önceleyen bir mantığın yürütüldüğü görülmektedir. Ancak 19. yüzyılda üretim çeşitliliğine yol açan yeni fabrikalar kurulabilmiş ve toplum için üretim yapan fabrikalar ortaya çıkmıştır. Tarihsel olarak sanayileşmeyle ilgili yaşanan bir diğer değişim ise, 18. yüzyılın başlarından itibaren fabrikalaşma konusunda ülkede Avrupa’yı merkeze alan bir fikrin hâkim olmasıdır. Bu çerçevede, sanayileşmenin ana motivasyonlarından biri, belki de en önemlisi, Osmanlı’nın Batı tipi üretim sistemini transfer etme çabası olarak görülebilir. Bu bağlamda fabrikaların mimari planlarından, makinelerine, çalıştırılan mühendis ve yöneticilerden ürün tasarımlarına kadar hemen her şey Batı dünyasından transfer edilmiştir. Sonuç itibariyle, Osmanlı Devleti 18. ve 19. yüzyıllarda uyguladığı sanayileşme politikalarıyla, Batı sanayileşmesinin gelişimini kaydetmeyi hedeflemiştir. Ancak zorlu ekonomik/siyasi/askeri şartlar, fiziki-çevresel etmenler ve bilgi/deneyim eksikliği sebepleri ile sanayileşme hamleleri yeterli karşılığı bulamamıştır. Ülkede sonradan gerçekleştirilen reformist görünümlü bir takım sanayileşme hamleleri ise, yurtdışından sanayileşmeyi öğrenerek gerçekleştirme politikalarından öteye geçememiştir. Dolayısıyla, 18. ve 19. yüzyılda yaşanan bazı gelişmelere Osmanlı Devleti yanıt verememiştir. Sanayi Devrimi’nin Osmanlı’ya yansımaları ise, gecikmeli değişimler olarak yorumlanabilir. Teknoloji kullanımının sanayileşmenin temellerini oluşturduğu düşünüldüğünde, bu yeni teknolojilerin Osmanlı’ya geç gelişiyle ve bunların devlet tarafından satın alınması realitesiyle birlikte, Osmanlı sanayileşmesi de, net bir biçimde olumlu etkiler yaratmaktan uzak kalmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Döneminde Sanayileşme

Türkiye, öncelikli bir biçimde sanayileşmeyi kalkınmanın itici bir gücü olarak kabul etmiştir. Kurulduğu 1923 ile 1930 yılları arasında, sanayileşmenin temellerini atmaya çalışan Türkiye, söz konusu bu dönemlerden itibaren, ithal ikameci bir sanayileşme anlayışını benimsemiştir. Elbette ki; yeni kurulan Cumhuriyet, yaklaşık ilk 5 yıllık döneminde, kanlı işgallerin yarattığı tahribatların sıkıntılarını sanayileşmede de çekmiş ve ciddi atılımlar gerçekleştirememiştir. İlaveten, 1929’daki Büyük Buhran da, ülke ekonomisini ve sermaye yapısını kötü etkilemiştir. Ancak bütün bu olumsuz ekonomik koşullara rağmen Osmanlı döneminde yapılan hatalar,  Cumhuriyetin gençlik döneminde tekrarlanmamış ve sanayileşmeye oldukça önem verilmiştir. 1927 yılında çıkarılan “Teşvik-i Sanayi Kanunu” bu önemin en bariz göstergelerinden biridir. Ayrıca genç Cumhuriyette alınan iktisadi kararlarda, sanayileşmenin önemi es geçilmemiştir. Kısıtlı sermayeye rağmen, Anadolu’da birçok sanayileşme hamleleri gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde akılcı (rasyonel) ve konjonktürel açıdan oldukça başarılı bir sanayileşme stratejisi uygulanmıştır. Hem bir taraftan özel sektör (müteşebbis-girişimci sınıfı) yaratılarak bu kesim sanayi yatırımına özendirilmiş, hem de diğer yönden genç devlet bizatihi maddi kamu gücünü kullanarak, sanayileşme bağlamında önemli atılımları hayata geçirmiştir. Bu noktada olumsuz nitelikteki durumların ise, özellikle devlet eliyle açılmış olan bazı fabrikaların ve işletmelerin ilerleyen dönemlerde maddi zarara uğratılması olarak belirtilebilir. Cumhuriyet döneminde 1980’lere doğru gidilirken, sanayileşme hamleleri imkânlar elverdiği ölçülerde yapılmış, ancak diğer ülkelerle kıyaslandığında bazı yönlerden geride kalınmıştır.

İhracata Dönük Sanayileşme Stratejisi ve Türkiye Sanayileşmesi

Türkiye’de 1930’larda başlatılan ithal ikameci sanayileşme stratejisi, bazı zamanlar itibariyle uygulama açısından dozu artırılıp azaltılsa da, 1980’lere kadar ısrarlı olarak sürdürülmüştür. Ülkemizde ithal ikameci sanayileşme stratejisi, 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik durgunluk, enflasyon artışı ve yüksek oranda dışa bağımlılık sıkıntıları ile beraberinde patlak veren 1973 Petrol Krizi sürecinden sonra ise ivedilikle sonlandırılmıştır. Ülkemizde 1970’lerden gelen bu iktisadi kriz ortamının etkilerini azaltmak için uygulanan Turgut Özal’ın mimarı olarak kabul edildiği 24 Ocak Kararları ile birlikte sanayileşme konusunda bir makas değişimi yaşanmıştır. Bu yönde ithal ikameci sanayi stratejisinden “İhracata dönük sanayileşme” stratejisine geçiş yapılmış,  ülkede sanayi üretimi ve dış ticaret anlamında, köklü bir dönüşüm ortaya çıkmıştır. Türkiye sanayisinde dış talep, büyüme konusunda temel araç olarak görülürken, ülke içinde piyasa etkinliğinin devreye sokularak, üretimin artırılması ana hedef olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla, emek-yoğun mallarda ve bu malları üreten sektörlerde uzmanlaşma sağlanmıştır. Dönemsel olarak mevcut ve atıl durumda bulunan kapasitelerin üretime katılmasıyla birlikte, Türkiye açısından ihracatı esas alan bu sanayileşme stratejisi kısmi ölçüde başarı yakalamıştır.

Ancak günümüzde gelişmekte olan ülkeler arasında yer alan Türkiye’de, 1990’lı senelerde, ihracat esaslı sanayileşme stratejisi, konjonktürel açıdan dar ve yavaş gelmeye başlamıştır. Zira Türkiye yönünden iç ekonomik koşullar, bütün dünyada bilgi teknolojilerine olan yönelimler ve Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Doğu Bloku’nun yıkılması sonucu ortaya çıkan yeni küresel iktisadi düzen, ülkelerin üretim yapılarında köklü değişimler getirmiştir. Ancak bu kritik dönemeçte Türkiye sanayileşmesi, deyim yerindeyse kendini aşamamış ve neoliberalizmin yarattığı “finansal cazibelere” kapılarak üretim ekonomisi trenini kaçırmıştır. Türkiye ekonomisinde dönemsel koşullarla birlikte şekillenen, yüksek reel faiz, düşük kur ve yüksek finansal getiriler üçgeni, reel yatırımları oldukça olumsuz bir biçimde etkilemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1990’lardan itibaren yaşanan finans ekonomisi temelli modelin, üretim ekonomisi ile üretimsel süreçte yüksek düzeyli bir katma değer yaratılmadığı takdirde, gerek 1994 Krizi’nde, gerekse de, 2001 Krizi’nde sürdürülebilir olmadığı tescillenmiştir. Dolayısıyla, sonuç itibariyle, bu dönemlerden itibaren ilerleyen konjonktürel süreç içerisinde, Türkiye ekonomisi sanayileşmeye geç başlamanın daima sayısız iktisadi sıkıntılarını yaşamış, Güney Kore örneğinde görülebileceği gibi birçok ülke 1990’larda bilgi ve teknoloji temelli sanayileşmede önemli atılımlar gerçekleştirirken, ülkemiz sanayide geride kalmış ve Türkiye sanayileşmesi sabit bir şekilde yerinde saymıştır. Türkiye sanayileşmesinde yapılan bir diğer stratejik hata ise, özellikle 1990’lı yıllardan sonra gelen süreçte, sanayileşme vizyonunun kaybedilmesi ve dinamik avantajlara, fırsatlara ve inovasyona yönelmek yerine, herhangi bir sürdürülebilirliği olmayan ucuz emeğe dayalı temel bazı stratejik avantajlar ile yetinilmesidir.

İthal İkameci Sanayileşme Stratejisi ve Türkiye Sanayileşmesi

İthal ikameci sanayileşme stratejisi” temel olarak ithalat için önemlilik arz eden sanayi mallarının yurt içinde üretilmesi, üretimi artırabilmek amacıyla ülke içindeki üreticilerin desteklenmesi, özellikle devletin içerideki üreticiyi sübvanse etmesi, yönlendirmesi ve devletin bizzat üretim yapmasına dayanan bir sanayileşme stratejisi olarak tanımlanabilecektir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ihracat sıkışıklığı sebebiyle yoğun biçimde kullanılan bu strateji, devletin iktisadi öncülüğüne dayanmaktadır. Ekonomik açıdan yoğun bir biçimde döviz bağımlılığı yaşayan gelişmekte olan ülkelerin, bu sanayi stratejisini uygulamaları durumunda, aşama kaydetmeleri çok düşük bir ihtimaldir. Çünkü strateji önceleri her ne kadar dış bağımlılığı azaltarak, döviz tasarrufu sağlıyor olsa da, kademeli bir geçiş stratejisidir ve öncelikle üretilen temel tüketim mallarının, yerli üretimlerle ikame edilmesini, sonrasında da buradan yaratılabilecek olan gelirlerden faydalanarak, ülkenin işgücünde uzmanlaşma yoluyla sanayide ara ve yatırım mallarını üretmesini gerektirmektedir. Ara ve yatırım mallarının üretimi ise, yoğun sermaye kullanımı gerektiren zor bir kademedir. Ülkenin yerli sanayisi iyileştikçe, ithal ara ve yatırım mallarına duyulan ihtiyaç yükselmektedir. Mevcut üretim, yalnızca iç talebi baskıladığı için de, genellikle döviz gelirleri yetersiz kalır. Ara ve yatırım malları ithal edilmek istendiğinde ise, dış borçlanmaya gidilmesi olasıdır. Ayrıca, iç piyasaya dönük küçük ölçekli üretim, genellikle uluslararası piyasalardaki gibi, özgür fiyat belirlemeye müsaade etmediği için, üretim birim maliyetlerini oldukça arttırır. Dolayısıyla, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler açısından değerlendirildiğinde, sermaye problemleri yaşanması ve yüksek döviz bağımlılığı sebebiyle, bu fazlaca riskli bir stratejidir. Diğer açıdan, bu stratejinin günümüz itibarıyla uygulanması da, “Neoliberal serbest piyasa” düzeninde abesle iştigaldir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde Ne Tür Bir Sanayileşme Stratejisi Uygulanmalıdır?

Gelişmekte olan ülkelerden Türkiye açısından bakıldığında, ihracata dönük sanayileşme stratejisi, ithal ikameci sanayileşme stratejisine oranla daha tercih edilebilir bir stratejidir. Çünkü buradaki temel amaç, ülkede iç piyasa darlığı engelini ortadan kaldırma üzerinedir. İsminden de anlaşılabileceği üzere, strateji ihracat artışını, çıktı artışı olarak görmektedir. Ayrıca stratejiye göre, ihracatın artması, yabancı döviz geliri ve fiyat rekabetini artırmaktadır. Fiyat rekabeti ise ücretleri ve verimlilik düzeyini artırırken, verimlilik de çıktıyı artırmaktadır. İhracata dönük sanayileşme stratejisi küresel ve serbest piyasalar düzlemiyle daha uyumludur. Türkiye’de de, günümüz itibari ile ihracata dayalı bu sanayileşme modeli uygulanmaktadır.

En azından söz konusu bu ülkelerde yer alan üretici firmaların, rekabetçilik faktörü sayesinde, Neoliberal temele dayanan küresel serbest piyasa düzeninden faydalanması öngörülebilir. Ancak ihracata dayalı sanayileşme stratejisinin de, birçok defolu ve eksik yanı bulunmaktadır. Bunlardan ilki, stratejinin, özel sermayeye, uluslararası piyasalara, uluslararası finansal düzene rekabete ve söz konusu bu rekabetçi firmalara çok fazla güvenme yanılgısına düşmesidir. Tıpkı Türkiye’deki ekonomi yönetimlerinin 1980’li ve 1990’lı yıllarda bu ihracata dayalı sanayileşme stratejisine Neoliberalizmin yarattığı finansal düzene, küresel sisteme ve ülkede yer alan söz konusu rekabetçi firmalara gereğinden fazla güvenmesi durumuna benzer şekilde. Bu haddinden fazla güven en nihayetinde ülkeyi 1994 ve 2000’lerde iki ayrı krize götürecekti. Bu olgularla birlikte ihracata dönük stratejinin, belki de en önemli ayağı teknolojik gelişimdir. Teknolojik gelişim ayağı atlandığında, bu stratejiyle hedeflere ulaşılması da mümkün değildir. 

Sonuç

Gelişmekte olan ülkelerin özellikle Türkiye’nin, 1980’li yıllardan beridir süregelen bu bilgi ve teknoloji açığını bir şekilde kapatacak sanayileşme adımları atması gereklidir. Sonuç olarak, gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer alan Türkiye Cumhuriyetimizin de, tıpkı savunma sanayisi, güvenlik teknolojileri ve silah sanayisinde gerçekleştirdiği gibi “Bilgi, inovasyon ve teknolojik gelişmelere dayanan bir sanayileşme stratejisi” geliştirmesi önem arz etmektedir.

21. yüzyıl küresel ekonomik konjonktürü itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nin, sanayileşme konusunda, esasında daha önceleri uyguladığı bütün stratejiler, önemini kaybetmiştir. Türkiye’de yüksek teknoloji ve üstün bilgi kaynaklı bir sanayileşme stratejisi geliştirilmelidir. Sanayileşme stratejisi belirleme konusunda, ikinci etken de küreselleşmeye entegrasyondur. Gelişen dünyada yenilikçi, inovatif, teknolojik ve bilgi kaynaklı bütün modern dinamiklerin, sanayileşme konusunda ulusal ve uluslararası perspektiflerde son derece iyi okunması gerekir. Türkiye ekonomisinde yaşanılan sorunların ve tıkanıklıkların temel nedenlerinden biri olarak da, sanayide yüksek teknolojili ve katma değerli ürünler üretilememesi sıkıntısı gelmektedir. Küreselleşme olgusunun yarattığı, tam rekabete dayalı olan bu son yüzyılın dünya düzeninde, bilgi teknolojileri, savunma sanayi ve otomotiv sektöründeki gibi çoğu alanda kullanılmalıdır. Diğer bir yönden, Türkiye ekonomisinde daha önce uygulanan bu sanayileşme stratejilerinin, iktisadi açıdan kapsamlı biçimde ele alınması aydınlatıcı bazı perspektifler sunabilmektedir. Ancak hem ithal ikameci sanayileşme stratejisi, hem de ihracata dönük sanayileşme stratejisi, dünyada geleneksel sanayileşme stratejileri arasında yerini alarak, demode hale gelmişlerdir.

Dolayısıyla, Türkiye, artık gelenekselleşmiş bu sanayi stratejilerinin içeriklerine çok fazla kafa yormamalıdır. Zira tüm bu stratejilerin bugün fazlaca bir önemi kalmamıştır. Bu stratejiler ekonomik koşullara ve iktisadi yapıya uygunluk anlamı ile değerlendirilebilir. Ancak modern sanayileşmenin niteliklerine, özellikle “bilgi- teknoloji kaynaklı” olmasına odaklanılmalıdır. Bu temel bakış da, arzulanan hedeflere ulaşılmasında yol gösterici bir perspektif sunacaktır.

Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti sanayileşme konusundaki atılımlarını tüm alanlara yayabildiği ölçüde başarı yakalayabilecektir. Bu doğrultuda yerli araba, savunma sanayi gibi atılımlar yapan ülkemizin ara mallarının üretiminde, sıkıntılar yaşamaması gerekmektedir. Diğer yönden bölgesel ve küresel bir güç olma potansiyelini barındıran Türkiye Cumhuriyeti, dış politika alanında, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti ve Güney Kore gibi sanayileşmiş ülkelerle işbirliklerini bu alan için de, mutlak bir surette güçlendirerek devam ettirmelidir. Örneğin, “Bir Kuşak Bir Yol Projesi” gibi gelecek vaat eden girişimler, Türkiye Cumhuriyeti sanayileşmesini de, birçok açıdan olumlu bir şekilde etkileyebilme potansiyeline sahiplerdir.

Günümüzde sıklıkla tartışılan sanayileşme ve çevre kirliliği ilişkisinin de mutlaka ilerleyen dönemler açısından mercek altına alınması gerekmektedir. Çünkü geleneksel yöntemler, çevre, su, hava kirlilikleri ve küresel ısınma açısından birçok sorunlar da yaratabilmektedir. Son olarak, ekonomik koşullar da, sanayileşmenin gelişimi noktasında kilit bir olgudur. Ekonomik refah ve sanayileşme faktöründe yaşanan gelişim birbirleriyle doğru orantılıdır. Dolayısıyla, ulusal ekonomik yapının sağlam hale getirilmesi, sanayileşme bağlamında, vizyoner atılımların gerçekleştirilebilmesi noktasında tam anlamıyla bir mihenk taşı olacaktır.

Cumhur Kartal YILDIZ

KAYNAKÇA

  • Ekrem Erdem (2016), “Sanayi Devriminin Ardından Osmanlı Sanayileşme Hamleleri: Sanayi Politikalarının Dinamikleri Ve Zaafiyetleri”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 17, Sayı: 48, ss. 17-44.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.