Giriş
Göç olgusu, insanlık tarihi boyunca süregelen bir gerçeklik olarak bilinmektedir. Günümüze kadar göçün nedenleri ve çeşitliliği üzerine çok sayıda araştırma yapılmıştır. Özellikle 20. yüzyılla birlikte küresel ve bölgesel anlamda yaşanan krizler, etnik ve dini yönelimli çatışmalar ve kitlesel kıyımlar gibi bazı hallerin varlığı, insanların bireysel ya da kitlesel olarak yerlerini terk etmeye itmiş ve bu durumlar da demografik hareketliliği ve çeşitliliği doğurmuştur. Bu minvalde, göç kitlesini toprakları üzerinde kabul eden devletler, zaman içerisinde göçü güvenlik problemleriyle ilişkilendirerek, süreci politize etmeyi tercih etmişlerdir. İçerisinde bulunduğumuz son çeyrek yüzyılda ise, göç ve göçmen konusu belki de tarihte hiç olmadığı kadar gündem olmuş ve güvenlik problemiyle eşdeğer bir tutum içerisine sokulmuştur.
Arap Baharı Sonrası Yaşanan Göçler
2011 yılında Tunus’ta fitili ateşlenen ve Ortadoğu coğrafyasında hem siyasi, hem de demografik yapıyı fazlasıyla değiştiren Arap Baharı, 21. yüzyılın en büyük problemlerinden biri olan göç konusunun güvenlikle ilişkilendirilmesini doğurmuştur.
Arap Baharı öncesinde göç konusunun ağırlık olarak ekonomik kaygılarla gerçekleştirildiği söylenebilir. Fakat özellikle günümüzde göçün sebeplerinde giderek güvenlik temelli insani kaygıların yattığını görmekteyiz. Bu kaygılar, bireysel ya da toplu şekilde düzenli ya da düzensiz şekilde gerçekleşen bir göç dalgasına neden olmaktadır. Karşı karşıya kalınan tehditlerin yol açtığı göç dalgaları, bir süre sonra yeni bir güvenlik tehdidini beraberinde getirmeye başlamış, bu durum ise göçün güvenlik boyutunu tartışmaya açmıştır.
Uluslararası toplumun belki de en sıcak ve güncel konularının başında gelen düzensiz göç meselesinin, ülkeleri, bölgeleri, dahası uluslararası sistemi en derinden etkileyebilecek güce sahip olması hasebiyle, göçün, güvenliğin en üst noktasına konması gerektiği aşikâr bir durum haline gelmiştir.
Nitekim günümüzde, dünyanın çeşitli bölgelerinde devam eden çatışma ortamını ve yaşanan istikrarsızlıklar, o ülkede yaşamını idame ettirmeye çalışan vatandaşlarının daha iyi yaşam şartlarına kavuşma umuduyla topraklarını terk etmesine neden olmaktadır. Özellikle böylesi bir ortamdan göç yoluyla uzaklaşan mülteciler, Avrupa ülkelerini tercihlerinin en başına koymaktadır. Çünkü Avrupa ülkeleri, yukarıda da bahsi geçtiği gibi, ekonomik refahı, can güvenliğinin sağlanması, insani değerler ve sosyal yaşam gibi öne çıkan konulardan dolayı bir cazibe merkezi olarak görülmektedir. Bu durum da, Avrupa ülkeleri için ciddi bir göçmen krizi meselesini doğurmaktadır.
Göç Sonrasında Doğabilecek Problemler
Bir devletin toplumsal güvenliğine yönelik olduğu varsayılan göç tehlikesinin, nesnel ve evrensel bir tehdit olmaktan ziyade, göç alan devletin kendisini nasıl tanımladığına bağlı olan öznel bir tehdit olduğunu söylemek mümkündür. Göç alan devletin ya da o devletin vatandaşlarının, göç eden göçmenleri nasıl konumlandırdığı göç sonrasındaki doğabilecek problemleri tespit etmede önemli bir referans olacaktır.
Örnek verilecek olunursa; göçmenlerin “ekonomik bir yük” olarak görülmesi, çoğu zaman göçmenlerin görünür farklılıklarından dolayı “öteki” olarak algılanmasından kaynaklandığı için, toplumsal ve ekonomik güvenlik birbiriyle yakından ilintilidir. Açıkça görülüyor ki, göçmenlerin bir devletin ekonomik güvenliğine yönelik bir tehdit olduğu ya da yarattığı argümanı, söylemde öne çıkan yanlış anlamaların yanı sıra yabancılar/ötekiler hakkında yaygın olarak benimsenen stereotipilerden de büyük ölçüde etkilenmektedir.
Yine bir diğer mesele olarak, göç alan devletin homojen yapısının bozulduğu fikri de, bir takım algı farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Kimi görüş, göçmenlerin mevcut nüfusun homojen yapısını bozduğunu iddia etse de, kimi görüş de bu durumu hem işgücü kazanma, hem de kültürel bir zenginlik olarak addetmektedir. Özellikle ilk görüşü benimseyenlerin Kopenhag Okulu’nun göçle ilgili “göçün, devletlerin nüfuslarını homojenleştirmeye yönelik siyasi bir programın parçası olarak kullanıldığı” hipotezini destekler nitelikte argüman ürettiği de söylenebilir.
Son yıllarda dünya üzerindeki hemen hemen her bölgede meydana gelen düzensiz göç, yukarıdaki bahsettiğimiz tablonun dışında bazı olumsuzluklar da doğurabilmektedir. Özellikle insani yaşam standartlarını iyi bir seviyeye getirmek adına göç tercihi seçen göçmenlerin, gittikleri ülkelerde insani yaşam standartlarının çok altında bir seviyede yaşamaya itildiği de görülmektedir. Bir başka durum ise, göçmenlerin diğer ülkelere yönelik bir politik araç olarak kullanılmasıdır. Bu konu ise, göçmenlerin bir tür siyasi koz olarak kullanılmasını doğururken, normatif değerlerden uzak bir yaklaşımın varlığını da bizlere göstermektedir.
Değerlendirme
Son yıllarda artan ve hızla devam eden göç meselesi, gün geçtikçe daha da tehlikeli bir hal alma noktasına evirilmektedir. Özellikle bu konuda Batılı ülkeleri/Avrupa Birliği (AB) ülkeleri içerisinde daha iyi yaşam şartları için göç yolunu tercih eden göçmenlere dönük bazı ülkelerin katı tutumu ve onları siyasi koz olarak kullanmaya çalışması, bu konunun insani değerlerin hiçe sayılmaya yönelik bir yapıya evirildiğini göstermektedir. Ülkelerine göç edecek göçmenlerin, ülkelerinin demografik yapılarını bozabileceği, suç ortamını yükseltebileceği, ekonomik istikrarsızlık doğurabileceği gibi bir takım argümanlardan dolayı, göçmenler, çatışma ortamlarına geri itilmektedir. Zira giderek artacak olan bir göçmen nüfusu, hem AB’nin mevcut durumu açısından bilinmezliğe sebep olacak, hem de göçmenlere yönelik alınan/alınacak tedbirler açısından göçmenlerin bu süreçten nasıl ve ne şekilde etkileneceği hâlâ belirsizliğini koruyacaktır. AB’nin bu süreçte izlediği/izleyeceği politikalar, Batı’nın demokrasi ve insan hakları açısından gerçek tavrını da ortaya koyacak olması sebebiyle önemlidir. Dolayısıyla, taraflar arasındaki göçmen krizi önemli bir insan hakları sınavı olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Hüseyin YELTİN