Bir Ortadoğu tarihçisi olan Bernard Lewis, bu kitabını (orijinal İngilizce adı The Crisis of Islam‘dır) Kasım 2001’de The New Yorker’da yayımlanmış olan bir makale çerçevesinde yazdı. Kitabın ilk baskısı 2003 yılında Literatür Yayınları’ndan çıktı.[1] Kapak tasarımı, dizin bölümü ile birlikte yazar hakkındaki birkaç küçük anekdot ile kitap kendisini tamamlamaktadır. Bu kitabın Batı dünyası ve Ortadoğu coğrafyası ile ilgilenenlerin elinin altında bulunması gerektiğini düşünüyorum.
Kitap, bir giriş ve 9 ayrı bölümden oluşmaktadır. İlk olarak kitapta, Lewis, İslam’ın kritik dönemlerini haritalar yardımıyla açıklıyor. Genel olarak giriş bölümünde, haritalar ile desteklenmiş bilgiler yardımıyla Batı dünyası içerisindeki yanlış İslami değerlendirmelere, İslam dünyası içerisindeki yanlış, dogmatik ve terör ile despotizmi destekleyen uygulamalara, Pakistan’dan İran İslam Devrimi’ne, 11 Eylül olaylarına ve ondan daha önce ortaya çıkan İslami cihat örgütlerine kadar birçok noktaya değinmektedir. Bunlara ek olarak, yazar, halifelik kurumundan, Ortadoğu coğrafyasındaki ülkelerinin isimlerinin nereden geldiğinden ve halifelik kurumunun toplumda bilinenin aksine nasıl oluştuğundan bahsediyor. Ardından 1990’lı yıllar ile birlikte yükselen Anti-Batıcılık ve terör dalgasının Ortadoğu coğrafyasındaki halklara aksettiriliş ve yansıtılış biçimine, Bin Ladin, Körfez Savaşı ve İslam- emperyalizm-din naralarına atıfta bulunarak kitabının genel hattı ile ana temasını oluşturuyor.
Kitabın Bölümleri
1. Bölüm: İslam’ı Tanımlamak
‘’İslam, hem dinsel, hem de inanç ve ibadet sistemi olan kültürlerin bir aynasıdır.’’
Lewis, bu bölümde İslam’ın diğer dinler ile olan münasebetini okura aktarırken, olana değil, olması gerekene vurgu yaparak bu çerçevede ilerleyen süreçlerde ortaya çıkan politik İslami yansımaları değerlendiriyor. İslam için hem politize edilmiş bir ideoloji unsuru, hem de dinsel bir cemaat retoriği teması işleniyor. Mısırlı fundamentalistler, kadıların yükselişi, İslam Konferansı Örgütü gibi İslam’daki devrimci dalganın birkaç bileşeninden bahsediyor. Bu bölümde dikkatimi çeken temel nokta; 1923 Lozan‘da imzalanan mübadele antlaşmasına can veren Yunan ve Türk protokolünde geçen düzeltmelerdir. Protokol aslında etnik bir kimliğe gönderme yapmaz diyerek, okura yine fikir değiştirici ve öğretici bir bilgi sunuyor.
2. Bölüm: Dar-ül Harb
‘’Hıristiyanlık ve İslam dinsel olarak belirlenmiş iki medeniyettir ve bu medeniyetler farkları yüzünden değil, benzerlikleri yüzünden çatışmaktadır.’’
Lewis, bu bölümde, cihat kavramını açıklayarak, Dar-ül İslam, Dar-ül Harp ile bunlar arasındaki ara statü Dar-ül Sulh, Dar-ül Aht gibi temel noktaları anlatıyor. Ahlaki ve manevi bir savaş olarak cihat, Müslüman çağın başlangıcını hicret ile birleştiriliyor. Aslında İslam coğrafyasındaki cihat kavramının temelde farklı anlamlarda kullanıldığını, Lewis, filolojiden yola çıkarak aktarıyor. Bu noktada, çatışan iki büyük medeniyetin hangi noktalarda birbiri ile cihat etmekte olduğu konunun ana hattını belirliyor.
3. Bölüm: Haçlılardan Emperyalistlere
‘’Haçlı seferlerinin başlaması ile birlikte Ortadoğu coğrafyasına Emperyalizm ile Kapitalizm birlikte hükmetmeye başladılar.’’
Bernard Lewis, bu bölümde, Usame bin Ladin, Soğuk Savaş dönemi, Amerika içerisindeki ahlaki bakımdan yoz bulunan fundamentalist politikalar ile aslında emperyalist ülkelerinin içindeki siyasi tutum değişikliğini bizlere sunuyor.
4. Bölüm: Amerika’yı Keşfetmek
‘’Amerika, birçok noktada özgürlüklerinin ve fırsatların ülkesi olarak görülse de, İslam ülkelerindeki Anti-Amerikancılık fikri hızla yayılmaya başladı.’’
Lewis, bu bölümde Anti-Amerikancılık fikri hakkında kendisini sosyalist fikirler ile donatan Arap dünyasında bile bir gelecek kaygısı ile yoğurmaya başladığını belirtiyor. Ayrıca bölüm içerisinde, Nazilerin teorisinden SSCB politikalarına, İran milliyetçi ara dönemi ve Musaddak’ın petrolü millileştirmesine, Tudeh partisine yansımaları ile Şah’ın devrilmesine, oradan İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasına, Anti-Amerikancılık ve Batı’nın seküler olarak toplum içinde algılanmasına kadar birçok konuya değiniliyor. En sonunda, yazara göre, ABD’ye Ortadoğu coğrafyasının “Büyük Şeytan”ı misyonu yüklenerek, Amerika keşif edilmekten ziyade dogmatik fikirlerin işgaline uğruyor.
5. Bölüm: Şeytan ve Sovyetler
Ortadoğu halklarının Hıristiyanlara yönelik olarak yaptığı tutumların aktarıldığı bu bölümde, Humeyni’nin törenlerde kullandığı “Büyük Şeytan” misyonu kavramı daha sık dile getiriliyor. İlginç olan nokta, SSBC’nin İslam dünyasında emperyalist politikalara devam ederken, Amerika’nın gördüğü “Büyük Şeytan” misyonundan mağdur olmamasıdır. İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte, SSCB ve Amerika’nın Ortadoğu’daki temel hedefleri artık değişmiştir. İkisinin de bir nevi tek amacı vardır: Ortadoğu coğrafyasındaki petroller sahiplerinin süper güçleri olmak.
6. Bölüm: Çifte Standartlar
‘’Dindar despotlar dinsiz despotlar kadar tehlikelidir.’’
Bu noktada Arap halkları, hem kendi yöneticileri, hem de kendi içlerindeki birçok din adamı tarafından katledildi. Bunun en iyi örneklerini 1991 yılında Saddam Hüseyin’in yaptığı Halepçe Katliamı’nda ve Suriye’nin Hama kentinde yapılan bombardımanında görebiliriz. Belki de kitap içinde en olumlu değerlendirmeyi yaptığım bölüm burasıdır. Çünkü ne olursa olsun, despotizm duygusu, yöneticiyi kendi halkına zulüm etmekten geri koymuyorsa, bu ne Batı nefreti, ne de Anti-Amerikancılık fikridir. Bu, faşizmdir ve içinde terörün gerçek yüzünü taşımaktadır. İşte Ortadoğu coğrafyasındaki çifte standart uygulamanın sonucu: “TEK OY, TEK ADAM ve BİR ANLIK DEMOKRASİ“.
7. Bölüm: Modernleşmenin Başarısızlığı
Bu bölümde Türkiye, kendisini bir üst noktaya taşıyan bir Ortadoğu ülkesi olarak kitapta belirtiliyor. Amerikan sömürgesiyle modernleşmeyi yakalayamayan Arap dünyasının asıl başarısızlığını, yöneticilerinin diktatörce halka yaptığı sindirme politikalarında aramak gerekmektedir. Aslında modern olan Arap halkı ve modernleşme istekleri, yöneticiler yüzünden yerini başarısızlığa bırakmıştır.
8. Bölüm: Suudi Gücüyle Vahabi Öğretisinin İzdivacı
Bu noktada Lewis, Vahabilik ekolü için modernliği reddederek kutsal geçmişe dönmeyi hedeflediğini aktarıyor. Bu doğrultuda amaçları ise, peygamber zamanındaki gibi yaşayarak Sofizmi bir pagan kültürü olarak görüp, onu yok sayıcı faaliyetler ile İslam’da bir temizlik politikasına girişmektir. Radikal Müslümanların “aşırı modernleşme”ye verdikleri tepki, Suudi gücü ve Vahabi ekolü ile birleştiriliyor.
9. Bölüm: Terörizmin Yükselişi
Diğer 8 bölüm dâhil kitabın bana göre vermek istediği temel mesaj, İslam coğrafyası içindeki terörizmin yükselişi ve Batı’nın bunu tetikleyici politikalarıdır. El-Kaide gibi terör örgütlerinin çıkış noktası ne dindir, ne de amaçları dini kurtarmaktır. Kitapta geçtiği üzere, “İslam hukuku bir yasa ve adalet sistemidir, bir linç ve terör aracı değildir”.
Son olarak, kitabı verdiği bilgiler doğrultusunda yazarı yararlı bulmakla birlikte, bana kitaptan geriye kalan ise şu öğreti oldu: Demokrasilerin kurulması çok zor olduğu gibi, yıkılması da zordur. Modernleşme isteğinden katliamlara kadar ortaya çıkan bir Ortadoğu projesinin varlığını hissetmek mümkündür. Burada şu soruyu sorarak yazıyı bitirmek istiyorum: Peki Arap ve İslam Dünyası’na kalan ne olacaktır?
Gülçin SAĞIR
[1] http://www.kitapyurdu.com/kitap/islamin-krizi/53503.html.
Sağ ol Var Ol Hocam, sonumuz hayrola.