EDWARD HALLETT CARR’DAN ‘MİLLİYETÇİLİK VE SONRASI’

upa-admin 02 Ekim 2017 3.061 Okunma 0
EDWARD HALLETT CARR’DAN ‘MİLLİYETÇİLİK VE SONRASI’

Kitabın Künyesi: Edward Hallett Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, Çeviren, Osman Akınhay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015 (Orijinal ismi Nationalism and After).

Milliyetçilik ve Sonrası

Edward Hallett Carr’ın[1] Milliyetçilik ve Sonrası[2] adlı kitabı iki bölümden oluşuyor. Carr, ilk bölümde milliyetçiliği dört ayrı dönem içinde incelerken, ikinci bölümde enternasyonalizmin geleceği hakkında aktarımlarda bulunuyor. Carr, modern anlamıyla “ulus” kavramının kısa bir tanımlamasını yaptıktan sonra, çağdaş uluslararası hukukun temellerinin 16. ve 17. yüzyıllarda atıldığını belirtiyor. Yazar, uluslararası ilişkilerin tarihini, siyasal bir varlık olarak tanımladığı ulus kavramıyla bir arada ele alıp, birbiriyle ayrılan ve örtüşen üç döneme ayırıyor.

Birinci dönemin başlangıç noktasını Ortaçağ imparatorluk ve Kilise birliğine kadar götüren yazar, ulusal devlet ve ulusal kilise düzeninin kuruluşuna atıf yapar. Bu dönemin en karakteristik göstergesinin ulusun hükümdarın kişiliğinde somutlaşmasıyla ortaya çıktığını belirtir. Yazar, 17. ve 18. yüzyıl hükümdarlarının diğer hükümdarlarla kurduğu uluslararası ilişkilerde kendi halkı ve mülkü üzerinde bir otoriteye sahip olduğunun altını çizer. Carr, uluslararası hukuku yetkiyi kendinde toplayan hükümdarlar arasındaki bir sözleşme olarak tanımlar. Ortak bir dil kullanan tebaalarının kendilerine itaat ettiği bu düzeni monarkların enternasyonalizmi olarak açıklayan Carr, bu durumun ortak bir değerler sistemini inşa ettiğini vurgular. Uluslararası hukukun başlangıcını savaşçı özellikleri olmayan grupların mülkünü ve ticaretini korumak için kuralların geliştirilmesiyle ele alan yazar, 18. yüzyılı birçok savaş deneyimlemesine rağmen eğitimli sınıfların kendi aralarında dostane ilişkiler kurduğu modern tarihin en enternasyonal dönemi olarak görür. Bu dönemin en tipik ekonomi politikasının merkantilizm olduğunu vurgulayan yazar, bu politikanın maksadının halkın refahını artırmak değil, devletin hükümdarda somutlaşan gücünü artırmak olarak aktarır. Savaşın 18. yüzyılda merkantilist politikanın hem amacı, hem de aracı olduğunu belirten Carr, merkantilizmi ulusun çıkarlarının yönetici kesimin çıkarlarıyla özdeşleştiği bir ekonomi politikası olarak tanımlar.

Milliyetçiliği dönemsel olarak inceleyen yazar, ikinci dönemi Napolyon Savaşları’nın kargaşasıyla başlayıp 1914’te sona eren bir süreç olarak ele alır. Bu dönemi modern uluslararası ilişkilerin en düzenli ve talihli dönemi olarak gören Carr, bu dönemde milliyetçilikle enternasyonalizm güçleri arasında hassas bir dengenin varlığından bahseder. 19. yüzyılın milliyetçilik ve enternasyonalizme kendi yollarında yürüme fırsatı tanıdığına vurgu yapan yazar, bunun doğal bir sonucu olarak ulusun devlet kurma hakkının bu dönemde daha fazla görüldüğünü belirtir. İkinci dönemin ekonomi politikasına da değinen yazar, çok sayıdaki ulusal ekonominin tek bir dünya ekonomisine dönüştürüldüğünün altını çizer. Yazar, modern milliyetçiliğin kurucusu olarak gördüğü Jean Jacques Rousseau’nun, ulusu tek bir hükümdarın somutlaşan kişiliğinden ayırıp ulus ile halkı özdeşleştiren yeni bir terminolojiye kavuşturduğuna atıf yapar. Carr, burada halkın sıradan insanlar ve işçi grupları olmadığını da vurgular. Ayrıca 19. yüzyıldaki milliyetçiliğin bir önceki yüzyıla kıyasla daha demokratik ve halka yakın olduğunu belirten yazar, konuyu aydınlatmak için iki büyük liderden, Büyük Friedrich ve Napolyon’dan bahseder. Yarım yüzyıldan daha az bir zamanla birbirinden ayrılan bu iki büyük liderin mukayesesini yapan yazar, Friedrich’in tebaasını kendi ihtirasları için bir araç olarak kullandığını, oysaki Napolyon’un kendisini Fransız ulusunun savunucusu olarak konumlandırdığını aktarır. Yazar, bu bakımdan modern milliyetçiliğin baş misyoneri olarak tanımladığı Napolyon’a geçiş dönemini aynı zamanda Gibbon’dan Burke’e, ya da Goethe ve Lessing’ten Herder ve Schiller’e geçiş olarak inceler. İkinci dönemde ulus kavramının popüler manasıyla yerleşmeye başladığını aktaran yazar, buna bağlı olarak uluslararası ilişkilerin de hükümdarın kişisel çıkarlarından ulusun kolektif çıkarlarına evirildiğini belirtir. Hükümdarların silindiği 19. yüzyılda ulusun kişiselleştirilmesinin uluslararası ilişkilerle uluslararası hukuku kolaylaştırdığına değinen yazar, ulusların hakkının özünde hem bireysel, hem de evrensel olan insan haklarından bilinçli olarak türetildiğini belirtir. Yazar, 18. yüzyıl ekonomi politiğiyle 19. yüzyıl arasındaki en büyük farkın merkantilistlerin pastanın büyüklüğünü sabit kabul eden yaklaşımından girişimcilik ve yaratıcılıkla pastanın sınırsız olarak büyütülebileceği yepyeni bir bakışa geçişte görür. Büyüyen ve gelişen ekonominin göç etme özgürlüğünü artırdığına vurgu yapan Carr, bu dönemde göçmenlerin genişleyen üretime katkı yaptığı içim olumlu duygularla karşılandıklarını belirtir. 19. yüzyıldaki ekonomik sistemin uluslararası karakter taşıdığı yönündeki görüşün bir yanılsamadan ibaret olduğuna değinen yazar, gelişen ve büyüyen bu ekonomiyi serbest ticaretten çok İngiliz pazarının bir ürünü olarak görür. Hassas ve karmaşık bu ekonomik sistemin merkezinde Londra’nın yattığına değinen yazar, Britanya’nın üstünlüğüne meydan okuyacak bir piyasanın olmadığını vurgular. Carr, 19. yüzyıl düzenini siyasal güç ile ekonomik güç arasındaki sözde ayrılığa ve gerçekteki özgürlük ile otoritenin karışımına değinerek açıklar. Almanya’nın Britanya’nın üstünlüğüne meydan okumasıyla 19. yüzyıl ekonomi politiğinin onarılamaz bir biçimde tarih sahnesinden silindiğini vurgulayan Carr, daha sonrasında sistemi yaşatmak için girişilen çabaların nafile kaldığını belirtir.

Yazar, milliyetçiliğin üçüncü döneminin yeni bir siyasal ve ekonomik düzlemde gelişmesini üç ana etkene bağlayarak açıklar. Carr, bu etkenleri; yeni toplumsal katmanların ulusun fiili üyeliğine getirilmesi, ekonomik ve siyasal gücün gözle görülür birleşmesi ve ulusların sayısındaki artış olarak aktarır. İlk etken olan farklı toplumsal tabakaların ulusun üyeliğine getirilişinin 19. yüzyılının son otuz yılına damga vurduğuna değinen yazar, bu durumu sanayi ve sınai becerilerinin gelişmesi, kent nüfusunun artması, büyüyen işçi örgütlerinin bilinçlenmesi ve oy hakkının genişlemesi gibi temel yapı taşlarıyla detaylandırır. Üçüncü dönemi ulusun toplumsallaşması olarak ele alan yazar, buna bağlı olarak ulusal politikanın başlıca amacının ulusun bireylerinin refahını ve yaşam kalitesini artırmak olduğunu belirtir. Yazar, bu dönemde ücretlerin ve istihdamın ulusal politikanın bir parçası haline gelmesiyle işçinin de ulusun politikasına karşı yakın bir ilgi duyduğunu anlatır. Üçüncü dönemin milliyetçiliğinin toplumsal zemininin siyasal özlemlerden ekonomik taleplere kaydığını vurgulayan yazar, bu durumun devletin, toplumsal hizmet devleti lehine sahneden çekilmesiyle sonuçlandığını aktarır. Orta sınıfın üstünlüğünü kitlelerin üstünlüğüne bıraktığı bu dönemde ulus devletin fonksiyonlarının siyasal yapıdan çok ekonomik yapıya döndüğüne değinen yazar, tek bir merkezi ekonomi yerine çok sayıda ulusal ekonominin tarih sahnesine çıktığını belirtir. Yazar, milliyetçiliğin üçüncü döneminde yükselişine olanak tanıyan son etkeni ulusların sayısındaki artış olarak açıklar. Carr, milliyetçiliğin bu yıkıcı etkisinin Avrupa’daki egemen ve bağımsız birimlerin sayısını azalttığına değinir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının sürekli bir ayrılmayla sonuçlandığını vurgulayan yazar, Avusturya-Macaristan imparatorluğu ile Yugoslavya’nın dağılmasını bu duruma örnek olarak gösterir. Milliyetçiliğin sadece Batı ile sınırlı kalmadığına değinen yazar, 1914’ten sonra hızlanan bu hareketin Arap ülkelerine, Hindistan’a ve Uzak Doğu’ya kadar yayıldığını aktarır. Birinci Dünya Savaşı’nı toplumsallaşmış ulusların ilk topyekûn savaşı olarak tanımlayan yazar, savaşın artık sadece hükümdarları ve askerleri ilgilendirmekten çıktığını ve bu dönemde propaganda, hava bombardımanlarıyla sivillerinde sürecin içine çekildiğini vurgular. İkinci Dünya Savaşı’nda da asker-sivil ayrımının savaşın başında ortadan kalktığını belirten yazar, özellikle düşman ulusun fertlerine acı çektirmenin meşru bir savaş aracına dönüştüğüne değinir. Her iki dünya savaşında da kazanan ulusun ekonomik kazançlar elde ettiği, kaybeden ulusların ise ekonomik kısıtlamalara maruz kaldığı bu dönemi kaybedenin hiçbir hakkının olmadığı modern savaşlar dönemi olarak görür.

Carr, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı felaketin insanlığın kaderini milliyetçiliğinin dördüncü döneminin eşiğine getirdiğine değinir. Yazar, bu dönemde ulusların ve uluslararası ilişkilerin cesaret verici bir değişim sürecine girdiğini belirtirken, savaşın belli başlı özelliklerinin, savaş öncesindeki kayıtsız şartsız milliyetçilikten bir gerileme olduğunun altını çizer. Bu dönemde ulusal nefretlerin kendiliğinden samimiliklerini yitirdiğini vurgulayan yazar, yine de ihtiyatı elden bırakmaksızın bu kinlerin tamamen ortadan kalkmadığına ve ince bir ideolojik maskeyle kapatılmaya çalışıldığına da yer verir. İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer iki devleti olan Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetlere atıfta bulunan yazar, bu iki büyük gücün isimlerinin çok uluslu karakterine değinir. Bu devletleri ulusların içinde eridiği bir pota olarak gören yazar, bunu Amerikan ordusundaki farklı milletlerden askerlerle Sovyetlerin Gürcü bir lider tarafından yönetilmesiyle örnekler. Enternasyonalizmin geleceğine dair açıklamalarda bulunduğu kitabın ikinci bölümünde yazar, ulus kavramına günümüzde iki cepheden saldırı olduğunu söyler. Carr, ulusun ahlaki düzlemde kadın-erkek bütün insanların haklarını ve refahını koruması gerektiğini söyleyenler tarafından saldırı altında olduğuna değinirken, güç düzleminde ise hızla büyüyen çok uluslu birimler ve modern teknolojik gelişmeler tarafından zayıflatıldığını vurgular. Yazar, ulusun doğal ve biyolojik bir grup olmadığına değindikten sonra, bireyin sahip olduğu doğal haklara da sahip olmadığını özellikle belirtir. Ulus hakkındaki tanımlamalarını detaylandıran Carr, ulusun evrensel olmadığını ve açıkça fark edilebilir bir varlık olmadığının altını çizer. Günümüzde büyük bir sayısal çoğunluğun herhangi bir ulusa aidiyet duymadığına değinen yazar, yine de ulusun gönüllü birliktelikten çok daha fazla bir anlam taşıdığını vurgular. Modern ulusun tarihsel bir grup olduğuna değinen Carr, geniş bir toplumda ulusun yerinin, fonksiyonlarının ve taleplerinin görmezden gelinemeyeceğini belirtir.

Ulusla birlikte özgürlük kavramına da değinen yazar, özgürlüğün uluslar için doğal ve demokratik olduğu 19.yüzyıl görüşüne karşı olarak bir ulus için özgürlüğün o ulusu ortaya çıkaran kadın-erkek tüm bireylerin özgürlüğünün vazgeçilmez bir parçası olarak ele alınmasının önemini vurgular. Özgürlük hakkı gibi eşitlik hakkının da uluslara değil bireylere atfedilen bir hak olduğuna değinen yazar, ulusların eşitliğinin hem ulaşılamaz bir şey olduğunu hem de bunun adil ve arzu edilebilir bir durum olmadığını açıklar. Ulusa karşı güç düzlemindeki saldırıyı ele alan Carr, günümüzün siyasal ve ekonomik gelişmelerine bakılarak tek bir dünya otoritesinin mümkün olmayacağını gösterir. Uluslararası güvenliği sağlayabilecek olan büyük devletlerin statüsüne değinen yazar, küçük ulusların, büyük devletler arasındaki sürtüşmede tarafsız kalan yapısının iki savaş arasındaki dönemde ortadan kalktığını aktarır. Carr, bu durumun doğal bir sonucu olarak küçük ulusların da artık cephede görüldüğünü vurgular. Yazar, uluslararası güç düzleminde otoriteyi hoş görecek koşullardan birinin makul bir tarafsızlık, ikincisinin ise sürdürdüğü düzende geniş bir toplumsal refahın yükseltilmesi ve korunması olarak açıklar. Yazar son bölümde ise ilkeler ve amaçlar üzerinde durarak toplumsal adaletin gerçekleşmesi için fırsat eşitliğini, yoksulluktan kurtulmayı ve tam istihdamı elzem görür.

Edward Hallett Carr’ın Milliyetçilik ve Sonrası, kitabı milliyetçiliği tarihsel gelişimiyle dört ayrı dönemde incelemesi ve enternasyonalizmin geleceği üzerine ortaya attığı fikirlerle ileride kurulması umut edilen uluslararası düzene dair derinlikli bir perspektif sunmasıyla milliyetçilik çalışmalarına ilgi duyanların okuması gereken değerli bir eser olma özelliğini taşır.

 

 İsmail Uğur AKSOY

 

[1] Edward Hallett Carr (d. 28 Haziran 1892, Londra – ö. 3 Kasım 1982, Cambridge) İngiliz tarihçi, öğretim görevlisi ve yazar. 28 Haziran 1892’de Londra’da doğdu. 1916 yılında Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başlamış, 1919 yılında ise Versailles Konferansı’na katılan İngiliz delegasyonu içerisinde yer almıştır. İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan Sovyetler Birliği Dairesi’nde çalışmalarına devam etti. İlerleyen dönemlerde bu görevinden ayrılarak çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı. 1941-46 yılları arasında The Times‘da yayın yönetmeni yardımcısı olarak görev yaptı. Oxford’un Trinity ve Cambridge’in Balliol kolejleri, görev yaptığı diğer eğitim kurumlardır. 3 Kasım 1982’de hayatını kaybetmiştir Özellikle Tarih Nedir? adlı kitabı ile Rus tarihi üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınmaktadır. Karl Marx, Dostoyevski ve Ekim Devrimi (Bolşevik Devrimi) üzerine yaptığı çalışmaları da vardır. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Edward_Hallett_Carr.

[2] http://www.kitapyurdu.com/kitap/milliyetcilik-ve-sonrasi/32030.html.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.