Giriş
Küreselleşme genel bir ifadeyle ürün, hizmet ve bilginin ülke sınırlarını aşarak diğer devletlere ulaşmasıdır. Ayrıca küreselleşme, ülkeler ve uluslararası örgütler arası karşılıklı ekonomik, kültürel ve siyasi bağımlığı arttıran bir süreçtir. Dünya iktisat tarihi literatürüne son 30 yıldır hatırı sayılır etkide bulunmuş olan küreselleşme kavramının, Thomas Friedman’ın “Dünya Düzdür” kitabında da incelemiş olduğu gibi üç aşaması bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ülkelerin “uluslararasılaşma” sürecini kapsarken, ikincisi şirketlerin uluslararası pazara doğru ilerlemesi, ve son olarak günümüzdeki anlamı olarak bireylerin işbirliği ve rekabeti şeklindedir.[1] Yakın dönem global ölçekte yaşanılan ekonomik krizde ülke ekonomilerinin karşılıklı bağımlılıklarının ne derece sınırlar arası geçirgenlik taşıdığı ispatlanmıştır. Ayrıca ekonomik krizin etkilerinin uzantılarını siyasi ve kültürel alanlarda görmek bu sayede mümkün olmuştur. Özellikle 1980’ler ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle küreselleşmenin etkileri derinden hissedilmeye başlanmış, sosyal devlet anlayışı neo-liberal politikaların etkisinde kalarak şekillenmiştir. Hissedilen etkiler nedeniyle devletin ekonomik ve politik kapasitesi ile yeteneği sınırlandırılmış, bu sayede ulus devlet anlayışı zayıflamıştır. Küreselleşme kavramına yönelik destekleyici ve olumsuz eleştriler çeşitlilik göstermektedir. Küreselleşmeyi savunan kesim toplumların modernleşmesinin ve gelişiminin arka planında bu kavramın yer aldığını belirtirken, karşıt görüşlüler globalleşme sürecinin zengin devletleri daha da zengin olmasına vesile olurken, yoksul devletlerin de aynı ölçüde yoksullaşmasına neden olduğu kanaatindedir.
Son yıllarda küreselleşmenin etkisini arttırması çarpıcı bir şekilde rekabet alanında da değişime neden olmuştur. Buna örnek vermek gerekirse, teknolojinin gelişmesi ile birlikte küçük çaplı şirketler bir başka ülkedeki pazar ve kayaklara daha rahat ulaşabilmektedir. Bu kolay erişim imkanı az gelişmiş ülkelerdeki firmaların uluslararası ekonomik piyasında yer alan şirketlerin daha kolay rekabet edebilme anlamına gelmektedir. Bugün artık bireyler global düzende işbirliği ve rekabet içerisindedir. Makalede küreselleşme kavramının kısa tarihçesi üzerinde durulması ve kavram hakkındaki olumlu olumsuz eleştrilerin analizi amaçlanmıştır.
Tarihsel Süreç
Küreselleşme kavramını bugünkü anlamıyla tam olarak kavranabilmesi için öncelikle konunun tarihsel perspektiften ele alınması faydalı olacaktır. Küreselleşmenin ekonomik, politik ve kültürel bir olgu olarak ele alınmasının yanında esasen coğrafi birşey olduğu da var sayılabilir. İlk göç hareketinin başladığı binlerce yıl öncesinde bile insanlar sürekli yer değiştirerek kıtalara yayılmışlardır. İnsanların göçe yönelmesinin ardında yatan nedenlerin arasında güvenlik, politik hegemonya sağlayama yönelik fetih amaçlı göçler, yaşam standartlarının iyileştirilmesine yönelik göçler, dinsel ve merak güdüsü göçler gösterilebilir.[2] Örneğin İspanyol kaşif Kristof Kolomb’un 1492 yılında Amerika’yı keşfetmesi coğrafi keşifler için dönüm noktası olurken, küreselleşme süreci içinde kritik önemdedir. Bu sayede sömürgecilik anlayışı belirirken, bu olay hammadde ve sermayenin dinamik bir hal almasına da vesile olmuştur. Tarihte bu tip önemli coğrafi keşiflere örnek vermek mümkündür. Fakat bu noktada önemli olan İspanyol ve Portekizli denizcilerin Amerika’nın güney bölümünü keşfettikten sonra sömürgeleştirmesi ve ardından diğer önemli Avrupa devletleri olan İngiliz ve Fransızların kıtanın kuzeyini etkisi altına alıp sömürgeleştirmesi sömürgeciliğin başlangıcı olurken, küreselleşmenin de tohumlarını atmıştır.[3] Küreselleşmenin gelişimi ile alakalı refah devletinin ortaya çıkış süreci de bağlantılı şekilde değerlendirilebilir. Bu süreç dikkate alındığında üç dönemden bahsedilebilir. Birinci dönem, antik çağları ve yoksulluk yasalarının ortaya çıktığı 1880 öncesi, yani Sanayi Devrimi öncesi yıllardır. İkinci olarak, 1914-1945 yılları arası ve İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdir. Son olarak da Refah devleti döneminin “altın” çağı olarak bahsedilen 1975 yılları ve sonrasıdır.[4]
Küreselleşme Kavramı
1880 öncesi dönemde insanların beklentileri düşük seviyede olması sebebiyle hayırseverlik duygularının ön planda olduğu, yardım kuruluşlarının ilgi gördüğü bir zamandan söz edilebilir.[5] 16 ve 18. yüzyıllar arasındaki düşünce yapısı ve merkantilizm, küreselleşmenin tabanını oluşturan refah devletinin gelişimine engel teşkil etmiştir. Sanayi devrimi ve 2. Dünya Savaşı arası dönem ile birlikte refah devletinin temelleri atılmasında Bismarck tarafından 1880 yılı başlarında oluşturulan sosyal güvenlik yasası düzenlemeleri büyük pay sahibidir. Daha sonra bu etki dalga dalga diğer ülkelere doğru yayılmıştır. Ünlü İspanyol denizci Kristof Kolomb, ülkesinden aldığı küçük bir maddi destekle 1492 yılında tam anlamıyla meçhule doğru yola çıkmıştı. Nitekim yeni bir tarih başlatan Amerika’nın keşfi ve yeni ticaret yollarının bulunmasıyla küreselleşmenin temelleri atılmıştır. Rusların Orta Asya steplerine doğru ilerlemeye başlaması, Hollanda ve Belçikalıların Güney Doğu Asya ve siyah Afrika topraklarını işgali ile birlikte sömürgecilik anlayışıda belirmiştir. Kristof Kolomb’un Amerika topraklarına ayak basması, bu keşif ile birlikte Macellan’ın Güney Afrikayı dolaşarak yeni ticaret yolları bulmasının altında yatan sebep Osmanlı Devleti’nin alternatif ticaret yolları ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bu sayede malların ulaşımında maaliyetten de tasarruf edilmiştir. Ülkeler arası ticaret artarken global ölçekte ekonominin büyümesiyle de kapitalizm meydana gelmiştir. Küreselleşmenin kritik altyapısını oluşturan modern devletler ise temel olarak 1870’li yıllardan itibaren şekillenmeye başlamıştır. Bu konuda Karl Marx’ın sömürgeci devletleri kınadığı yorumlarını dikkate almakta fayda vardır. Marx, Avrupa’nın üstünlüğünü ırk, kültür ve buna benzer değişkenler yerine, üretimde gerçekleştirdiği büyüme ve pazar ekonomisine geçmekle açıklarken, kapitalizm aynı zamanda insanlığın ilerletici ve ilerici yol oynadığını ifade etmektedir.[6] 15, 16 ve 17. yüzyıllarda görülen coğrafi seferler bilhassa Batı Avrupa ülkelerinin ekonomik sorunlarına ve başına dert açan isyanlara karşı yapısal çözüm arayışı içinde olmuştur. Avrupalı fetih devletleri Asya’da, Afrika’da sömürge yönetimleri tesis ettiler ve bu ülkeler yörelere sömürge yöneticileri, misyonerler göndermişlerdir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus, Avrupalı devletlerin o ülke topraklarını benimseyecek ve orada kalacak göçmen statüsünde insan göndermemesidir. Ancak zaman geçtikçe “göçmen” statüsünde gönderilmeyen insan toplulukları büyük sayılara ulaşınca yörede sömürge yönetimine baş kaldıracak kadar güçlenmişlerdir.
Ünlü siyaset bilimci Habermas’ın bakış açısına göre, dünyada karşı karşıya kalınan büyük ölçekli problemler artık ne milli devlet kapsamında, ne de uluslararası anlaşmalarla çözülebilmektedir. Değişen dünyada ulaşım, teknolojinin gelişmesi ile birlikte ortaya çıkan yenilikler, sermaye, hizmetler ve ürünler, bilgi, kültür ve fikirlerin kitlesel olarak hareket etmeye başlamıştır. Ülkeler yeryüzünde birbirine hiç olmadığı kadar yakın ve karşılıklı ilişkiye mahkum olmaya doğru hızla ilerlemektedir. Örneğin, iletişim teknolojilerindeki ileriye dönük büyük gelişim, bilginin sınırlar arası ve okyanus ötesi bölgelere hızla ulaşmasına neden olmuştur.[7] Bu sürecin ilk belirtileri 19. yüzyıl sonlarına doğru görülürken, küreselleşme kavramının kendi içinde değişim ve dönüşüme uğradığı gözlemlenmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra liberalleşmenin kuvvetlenmesiyle küreselleşme dalgaları hızla tüm dünyayı etkilemeye başlamıştır. İki büyük dünya savaşının ardından yıkıma uğrayan Avrupa’yı ayağa kaldırmak için ABD Dış İşleri Bakanı George Marshall’ın ortaya koyduğu ve kendi adını taşıdığı yardım paketinin hazırlanmasıyla, Avrupa’nın kalkınma planı oluşturulmuş, bu sayede Marshall Planı en önemli küresel olgu olarak değerlendirilmiştir. Bu yardımın amacı, mali yardım alan ülkelerin uluslararası ticaret önündeki engellerin kaldırılması ve böylece küreselleşme kavramının şekillendirilmesidir. Nitekim Sovyetler Birliği bu programa katılmamış, Doğu Avrupa ülkelerinin de iştirak etmemesi için çaba sarfetmiştir.[8] Netice itibariyle Batı kapitalizmi, Keynesyen politikaları İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntılarını onarmak için benimsemiş ve kısa sürede önemli ölçüde büyüme oranlarını yakalamıştır. Yaşanan ekonomik atılım ve teknolojinin de buna bağlı gelişmesi 1970’li yılların ortasından itibaren piyasaların dışa açılmasını ve ülkelerinde bu doğrultuda ticaretlerini serbestleştirmesine zemin hazırlamıştır. Artık korumacı politikalar bir kenara bırakılarak para piyasaları serbestleştirilmiş, dış ticaret teşvik edilerek, dış pazar ve arz yönlü politikalara geçilmiştir. Küreselleşme kavramı sosyal ilişkilerin üst düzey yoğunlaşması anlamında da kullanılabilir. Böylece bir hayli uzakta olan bölgeler birbirlerinden etkilenebilir, çeşitli işbirliği ve ortak akıl oluşturabilmektedir. Bu etkiyi oluşturabilecek en önemli enstrümanlardan biri Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) ortaya çıkması ve ekonomide söz sahibi olmasıdır. Benzer şirketlerin varlığı dünyanın her köşesine ürün ve hizmet ağının gelişmesine, birbirine en uzak ülkelerin bile artık “ortak sınır çizgisi” kullanmasına sebep olmaktadır.
Ekonomik küreselleşme temelinde neoliberalizm politikaları ve ideolojisi yer almaktadır. Sosyalizmin çöküşü ile piyasa ekonomisine alternatif bir sistemin bulunamaması, serbest piyasa ekonomisinin gücünü arttırmıştır.[9] 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması küreselleşme çağının başlangıcını sayılırken, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ile de küreselleşme tüm dünyada etkisini göstermeye başlamış ve neoliberalizm geçerli sistem haline gelmiştir. İki etkili model bu tarihten sonra birbirini tamamlayan iç içe geçmiş bir modele dönüşmüştür. Küreselleşmenin gelişmesinde ve her bölgeye ulaşmasında büyük katkı sahibi olan iletişim araçlarının yaygınlaşması yeni neoliberal iktisat politikaları ile uyumluluk göstermektedir. Aynı iletişim araçlarının insanların ortak yaşamlarını genişleterek ve yerel alışkanlıkları kırmasıyla ulusların sınırları aşarak ortak yaşam tarzına doğru yönlendirilmiştir.[10] Teknolojinin sağladığı olanaklar insanların hayal güçlerinin sınırlarını zorlarken, toplumların küreselleşmenin sonsuz evriminde ne tür risklerle karşılaşacağı henüz cevabı aranan sorular arasında yer almaktadır. Çünkü küreselleşmenin çapı büyüdükçe eşitsizlik artmakta, ahlak kuralları dejenere olmakta ve insanlığın sonunu getirecek teknolojik gelişmeler ile karşılaşma riski artmaktadır. Günümüzde pek çok tartışmaya konu olan Küreselleşme ile emperyalizm arasında farkı ayırt etme meselesi halen belirsizliğini korumaktadır. Günümüzde politik kanı olarak “emperyalizm” yerini “küreselleşmeye” bırakmıştır. Tarihte “emperyalizm” kavramı siyasi mücadeler arasında kullanılırken, ülkeler arası “emperyal” çekişmeler sonucu dünya büyük bir savaşa sürüklenmiştir. Diğer taraftan tarihte yer alan ulusların kurtuluş mücadeleleri ise emperyal ideallere karşı verilmiştir. Artık dünya ekonomik sistemine hükmeden devletler arasında siyasi mücadele en alt seviyeye inmesi nedeniyle “emperyalizm” sözcüğü yerini “küreselleşme” kavramına bırakmıştır. Bu 21. yüzyılda dünya ekonomileri arasındaki eşitsizlik düzeyi gün geçtikçe artması anlamına gelmektedir.Küreselleşme kavramına karşı yönelik eleştiriler karşıt görüşlerin destekleyici yorumlara oranla daha fazla görülmektedir. Bu hususta küreselleşme sürecinin olumlu ve olumsuz yönlerini incelemek faydalı olacaktır.
Küreselleşme Kavramında Olumlu Görüşlerin Analizi
Küreselleşme sürecinin ülkelere sağladığı bir takım avantajlarda bulunmaktadır. Uluslararası düzenin global hareketliliğe yönelmesi ile beraber Magellan’ın dünyanın yuvarlak olduğu tezi tabir yerindeyse geçerliliğini kaybetmiştir. Ünlü yazar Thomas Friedman’ın da yazmış olduğu gibi küresel dünya artık “düz”dür. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte birçok alanda yeniliklere imza atılmıştır. Neredeyse dünyanın her yerine genişbant bağlantı kurulabilmesi için büyük yatırımlar yapılmış, kablolar döşenmiştir. İnsan hayatına büyük kolaylık hissedilirken özellikle iş ve bilim dünyasına zaman tasarrufu sağlayan bilgisayar ucuzlarken, bu sayede neredeyse her eve girmiştir. Bir malın parçalarının üretimi küreselleşme sayesinde birçok ülkede gerçekleşebilir hale gelmiştir. Örneğin Thomas Friedman’a göre Amerika’da birçok hastanede MR sonuçlarını eadyologların olmadığı geç saatlerden Hindistan’da gündüz olması nedeniyle Amerikan üniversitelerinden mezun doktorlar yorumlamaktadır. Bir başka örnek olarak ABD ordusuna ait Predator drone pilotsuz casus uçağının özellikleri verilebilir. Uçağı Irak semalarında uçuran Las Vegas’taki Nevada Hava Kuvvetleri’nde bir uzman asker el ettiği video görüntülerini Felluce’deki bir askerin bilgisayarına aktarabilmekte, aynı zamanda tüm bilgiler Pentagon’dan da izlenerek direktif verilebilmektedir.[11]
Küreselleşme kavramını destekleyici bir başka görüş ise modern enerji altyapıları oluşturulması ve insana yatırım yapılarak eğitim düzeyinin de buna paralel olarak artış göstermesidir. İnsanlar artık dünyanın her yerinde eğitim görme olanağına sahip olmasının yanında, teknolojinin gelişmesiyle evinden bile çevrimiçi olarak başka bir ülkedeki derse katılabilmektedir. Dolayısıyla küreselleşme, hızlı gelişim, hayat standartlarında iyileşme ve insanların sorunlarını çözme ve insan güvenliğine saygı bağlamında yararlı olduğu söylenebilir.[12] Bilginin gelişimi ve dünyaya yayılma hızı, bilgisayarda tek tuşla yeryüzüne hakim olabilme kolaylığı küresel düzenin sağladığı avantajlar olarak değerlendirilmektedir. Bu sayede bireyler ile ulus devlet arasında farklı bir ilişki oluşarak, insanların kabuğundan çıkarak dünyayı keşfetme ve öğrenme imkanı sayesinde ülkelerine yeni ufuklar açma becerisi gösterebilecektir. Yani küreselleşme tam manasıyla “dünya vatandaşı” yetiştirmeyi amaçlamaktadır.
Küreselleşme hakkında Karşıt Görüşlerin Analizi
1990 yılı yani Soğuk Savaş’ın bitimi ile hız kazanan Küreselleşme dönemi, beraberinde dünya genelinde ülkeler arası gelir dağılımı ve statü bakımından büyük farkları getirmiştir. Bu görüşü destekleyecek kanıtlardan biri, ülkelerin küresel zenginliklerden eşit ölçüde faydalanamamasıdır. Örneğin, yeryüzündeki tabii kaynakların kullanım hakkı ve diğer ülkelere hangi oranda aktarılması gerektiği kararı başta ABD ve Rusya olmak üzere birkaç büyük güç olarak tabir edilen devletlerin kontrolündedir. Bilhassa, Sovyetler Birliği’nin dağılması küresel anlamda denge kavramının yok olmasına neden olmuştur. Bunun sebebi ise Soğuk Savaş’taki iki kutuplu uluslararası sistemde iki büyük nükleer kuvvet olan SSCB ve ABD birbirini dengelerken, devletlerarası ilişkilerin daha istikrarlı bir platformda devam etmesine olanak sağlıyorlardı. Nitekim Sovyetler Birliği bloğunun çökmesi ile ABD “tek süper” güç konumuna ulaşmış, dünya istikrarsız, birçok bölgesel çatışmanın meydana geldiği riskli bir düzenle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Örneğin, ABD edindiği eşsiz konumundan hareketle savunduğu ekonomik ve siyasi modelleri, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip bölgelere ihraç etme yolunu izlemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi, Çekoslovakya’nın ikiye Yugoslavya’nın beş ayrı ülkeye bölünmesi küreselleşme dönemine damgasını vuran önemli siyasi gelişmelerdir.[13] Görüldüğü üzere, tarihte daha önce bu yoğunlukta yaşanılmamış bölgesel çatışmalar, küreselleşme dönemi ile birlikte kendini göstermiştir. Dolayısıyla uluslararası ilişkiler bağlamında küreselleşmenin getirdiği önemli olumsuzlukların başında ABD dışındaki ülkelerin Amerikan değerlerini ve görüşlerini kabullenme baskısı altında kalması gelmektedir. “Süper güç” olmak ile, istediği ülkenin iç işlerine karışmak, hukuku kendi menfaatlerine göre yorumlamak, okyanus ötesi topraklara kendi egemenliği altındaymış gibi hareket serbestliği verdiği anlaşılmaktadır. Lakin Rusya ve Çin başta olmak üzere diğer Avrasya ülkeleri küreselleşmenin zemin hazırladığı ve ABD’nin de bunu çok iyi kullandığı tek kutupluluğa son verip, çok kutuplu dünya düzenine geçmenin çarelerini aramaktadır. Vladamir Putin devlet başkanlığı koltuğuna oturduğu ilk günden bu yana ABD’nin süper güç gibi davranmasına karşı stratejiler geliştirmektedi. Bu yolda Çin ile önemli siyasi ve ekonomik ortaklıklar kurarak ABD siyaseti önünde denge politikası izlenmiştir. Küreselleşme kavramına yöneltilen bir başka olumsuz eleştiri ise dünyadaki zenginliklerin belli güçler arasında paylaşılması nedeniyle zenginin daha zengin fakirin ise daha da fakirleşmesidir. Teknolojik gelişmelerin sağladığı olanakların ve ayrıcalıkların daha önce yukarıda bahsedilen dünyanın belli zümresinin elinde daha da ayrıcalıklı hale gelmesi eşitsizliği arttıran, ahlak kurallarından yoksun ve insanlığı yok edebilecek teknolojilerin oluşmasına imkan verecektir. Bu doğrultuda iki kesim arasındaki uçurumun giderek derinleşmesi kısa veya uzun vadede çeşitli toplumsal patlamalara vesile olacaktır.[14]
Günümüzde küreselleşme, “yeni emperyalizm” anlayışı olarak değerlendirilmektedir. Bu görüşe göre, eski dönemlerdeki kolonicilik anlayışı zamana uygun şekillenerek halen geçerliliğini korumaktadır. Düzenden dışlanan azgelişmiş ülkeler iktisadi bağımlılıktan kurtulamamakta, gelişmiş ülkelerin ekonomilerine adeta eklemlenmektedirler. Bu tip ülkeler bağımlılıkları nedeniyle dünya ekonomisiyle bütünleşerek ile arzu edilen kalkınma hızına erişeceklerini zannetmektedir. Halbuki 1994 Meksika ve 1996’da Asya’da görülen ekonomik bunalımlar bu aşırı bağımlılığın neticesinde gerçekleşmiştir. Ülke ekonomilerinde dengesizlik yükselişe geçtikçe hükümetler tedbir olarak özelleştirmeye yönelmektedir. Bunun neticesinde ülkenin para birimi değer kaybetmekte, güçlü yabancı ülkelerde bu özelleştirme hareketinden faydalanarak ucuza işletmeleri ele geçirmektedir. Eğer mali kriz içinde olan devlet özelleştirme yolundan da bir netice alamazsa bu sefer Uluslararası Para Fonu’na (IMF) başvurarak “borcu borçla kapatmak” gibi uzun vadede ekonomisini daha büyük buhranlara sürükleyecek “kurtuluş reçetesini” arama zorunluluğunda kalacaktır. Dolayısıyla az gelişmiş ülkelerin dünya ekonomilerine bu şekilde kenetlenmesiyle dünyada kalıcı ve güvenli referans noktaları bulmak bir hayli güçleşmektedir. Küreselleşme sürecinde çok uluslu şirketlerin büyük güç kazandıkları ve sermaye ve işgücünü sınırları aşarak dünyanın birçok bölgesine ulaştırdığı şüphesiz fakat küreselleşmenin getirdiği zenginliğin adil bir şekilde dağılımının gerçekleşip gerçekleşmediği sorusu küreselleşme kavramının meşruiyetini ve güvenirliğini sorgulamaktadır. Bu da aslında ulus-devlet modelinin zayıflamasına neden olmaktadır. Devletlerin mali ve para politikalarının uluslararası örgütler tarafından belirlenmesi, halkın ülkesine olan güvenini sarsmakta ve hükümetlerin ömrünü kısaltmaktadır. Halkın oy vererek iktidara taşıdığı demokratik yönetimlerin üzerinde IMF veya Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların bulunması “ulusal siyaset bitti” yorumlarına da yol açmaktadır. Küreselleşme sonunda gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin malları ve sermayesi için sadece pazar olarak yer alacaktır. İlişkiler arasında denge veya demokratik normlardan söz etmek oldukça zorlaşacaktır.
Küreselleşmenin doğurduğu bir başka önemli olumsuzluk sermaye, hizmet ve ürün ile birlikte teröründe küreselleşmesidir.[15] Bazı büyük devletler terör gruplarını diğer az gelişmiş ülkelere tehdit ve baskı oluşturabilmek için enstrüman olarak da kullanmaktadır. Daha sonra o ülkelerin doyurup beslediği terör örgütleri kendileri içinde büyük bir tehdit haline gelebilmektedir. Terör faaliyetlerinin genelde az gelişmiş ülke topraklarında yer almasının sebebi yine küreselleşmenin getirdiği gelir dağılımdaki adaletsizliktir. Son derece düşük hayat standartlarında yaşayan halk, toplumsal bir vaka olarak değerlendirilmesi gereken “umut kapısı” olarak gördüğü terör faaliyetlerine katılmaktadır.
Sonuç
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Soğuk Savaşın bitişi ve ABD’nin tek süper güç konumuna yükselmesiyle küreselleşmenin farklı bir boyuta taşınmıştır. Daha önceki dönemlerde “sömürgecilik” adı altında güçlü ülkeler az gelişmiş bölgelerde siyasi ve ekonomik hakimiyet elde ediyorlardı. Ardından kapitalizm süreci ile birlikte büyük devletler benimsetmek istedikleri ekonomik ve siyasi programları baskı ile uygulatmaya zorluyordu. Şimdi ise her ne kadar sömürgecilik uluslararası ilişkilerin uygulama alanında yer almasa da küreselleşme maskesi ardında benzer faaliyetlere devam etmektedir. Küreselleşme, emperyalizmin devamı olarak yorumlanmasına karşın, yoksul ülkelerin emperyalizm döneminde görülen zenginin fakirin sırtından geçinme gibi bir düzenin olmadığı, bu ülkelerin küreselleşme ile dünya ticaretinin olanaklarından faydalanma imkanına sahip olduğu görüşü de hakimdir. Fakat kabul gören genel kanının aksine küreselleşme ile birlikte ulus devlet modelinin tamamen güç kaybettiği görüşü doğru değildir. Milli ekonomisi güçlü olan ulus devletler globalleşme sürecinde kendi gibi ekonomisi sağlam temellere oturmuş ülkeler ile bu sayede daha yakın diyalog ve bağlar kurma şansına sahiptir. Diğer taraftan küreselleşmenin neden olduğu gelir dağılımındaki adaletsizlik ve zengin ile fakir kesim arasında uçurumun derinleşmesi, toplumlar arası tansiyonun artmasına, sonrasında ise radikal faaliyetlerin çeşitli az gelişmiş ülkelerde vücut bulmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla ırkçılık, milliyetçilik ve köktendincilik gibi radikal faaliyetler küresel tehdit olarak dünyanın karşısına çıkmaktadır. Bir de buna küresel terör tehdidi de eklenince çareler kifayetsiz kalabilmektedir. Bu nedenle bireylerin küreselleşmenin nimetlerinden faydalanabilmesi için öncelikle gelir dağılımdaki adaletsizliğe çare bulunmalı, terör yuvalarının az gelişmiş ülke topraklarından bertaraf edilmesi için bu tip ülkelere küresel yardım kampanyaları ile ekonomileri çalışır ve üretir hale getirilmelidir. Aksi takdirde “küreselleşme” süerci yerini yeniden “sömürgecilik” ve “emperyalizm” kavramlarına bırakacak, gri tehdit küresel terörizm toplumların istikrar ve refahına zarar vermeye devam edecektir.
Furkan KAYA
KAYNAKÇA
– CHANDA, Nayan, “Coming Together”, Yale Global, 19 Kasım 2012, http://yaleglobal.yale.edu/about/essay.jsp, Erişim Tarihi: 12 Kasım 2012.
– DPT, “Küreselleşme Özel İhtisas Komisyonu Raporu”, s. 4.
– FRIEDMAN, T. L., “The World is Flat”, New York: Farrar, Straus and Giroux, 2005.
– GÜVENÇ, Bozkurt, “Globalleşen Dünyada Türkiye’nin Yeri”, Kadir Has Üniversitesi Yayınları, Nisan 2004, s. 107.
– GÜVENÇ, Nazım, “Küreselleşme ve Türkiye,” BDS Yayınları, 1998, s. 109-110.
– MISRA, Pankaj, “The Ruins of Empire,” Allen Lane, 2012. s. 3.
– ÖZDEMİR, Süleyman, “Küreselleşme Sürecinde Refah Devleti,” İstanbul Ticaret Odası Yayınları, 2004, s. 138.
– PINCH, Steven, “Worlds of Welfare: Understanding the Changing Geographies of Social Welfare Provision,” London: Routledge Press, 1997, p. 7.
– SANDER, Oral, “Siyasi Tarih 1918-1994,” İmge Kitabevi, 2011, s. 260.
– TUNCER, Hüner, “Küresel Diplomasi,” Ümit Yayınları, İstanbul, 2006, s. 35.
– ULAGAY, Osman, “Küreselleşme Korkusu ve 2001 Krizi,” Timaş Yayınları, 2001, s. 38.
[1] Friedman, T. L., “The World is Flat”, New York: Farrar, Straus and Giroux, 2005.
[2] Nayan Chanda, “Coming Together”, para 3, Yale Global, 19 Kasım 2012, http://yaleglobal.yale.edu/about/essay.jsp, Erişim Tarihi: 12 Kasım 2012.
[3] Nazım Güvenç, “Küreselleşme ve Türkiye,” BDS Yayınları, 1998, ss. 109-110.
[4] Süleyman Özdemir, “Küreselleşme Sürecinde Refah Devleti,” İstanbul Ticaret Odası Yayınları, 2004, s. 138.
[5] Steven Pinch, “Worlds of Welfare: Understanding the Changing Geographies of Social Welfare Provision, London: Routledge Press, 1997, s. 7.
[6] Güvenç, a.g.e., s. 112.
[7] DPT, “Küreselleşme Özel İhtisas Komisyonu Raporu”, s. 4.
[8] Oral Sander, “Siyasi Tarih 1918-1994”, İmge Kitabevi, 2011, s. 260.
[9] Pankaj Mishra, “The Ruins of Empire”, Allen Lane, 2012. s. 3.
[10] Osman Ulagay, “Küreselleşme Korkusu ve 2001 Krizi”, Timaş Yayınları, 2001, s. 38.
[11] Bknz. Thomas Friedman, “Dünya Düzdür,” Boyner Yayınları, 2004.
[12] Bozkurt Güvenç, “Globalleşen Dünyada Türkiye’nin Yeri”, Kadir Has Üniversitesi Yayınları, Nisan 2004, s. 107.
[13] Hüner Tuncer, “Küresel Diplomasi,” Ümit Yayınları, İstanbul, 2006, s. 35.
[14] Ulagay, a.g.e., s. 40.
[15] Tuncer, a.g.e., s. 38.