21. YÜZYILDA ULUS DEVLET EGEMENLİĞİNİN YENİDEN TESİSİ: ABD BAŞKANI DONALD TRUMP’IN POLİTİKALARININ ANALİZİ

upa-admin 13 Ağustos 2019 2.682 Okunma 0
21. YÜZYILDA ULUS DEVLET EGEMENLİĞİNİN YENİDEN TESİSİ: ABD BAŞKANI DONALD TRUMP’IN POLİTİKALARININ ANALİZİ

Özet: Bu çalışmanın temel gayesi, 21. yüzyılda ABD’nin küresel liderlik konusunda rakibi olan Çin’i durdurmak istemesinin nedenlerini sorgulamaktır. Bu amaç temelinde, bu çalışma, 4 ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, egemenliğin tanımlanmasına ilişkin yapılan farklı açıklamalara yer verilecektir. İkinci bölümde, egemenliğin tarihsel sürecine ilişkin açıklamalara yer verilecek ve modern devletin ortaya çıkışı ele alınacaktır. Üçüncü bölümde, modern devlet egemenliğinin sınırlandırılmasına ilişkin görüşler, Fransız İhtilali ve “küreselleşme”nin etkileri bağlamında -uluslararası örgütler de dikkate alınarak- aktarılmaya çalışılacaktır. Son bölümde ise, modern devlet egemenliğinin önündeki engellerinin kaldırılması yönünde ABD-Çin rekabeti dikkate alınarak analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu rekabete değinmeden önce, 1945 yılından günümüze kadar ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki ilişkilere, bu devletlerin yaşamış olduğu gelişim süreçlerine, özellikle 21. yüzyılda ABD-Çin arasında yaşanan rekabetin geldiği noktaya, bazı düşünürlerin bu rekabete ilişkin görüşlerine, ABD Başkanı Donald Trump’ın “Büyük Amerika” söylemi temelinde oluşturmuş olduğu seçim kampanyasının temellerine ve Trump’ın Başkan olması sonrasında uyguladığı politikalara değinilecektir.

Anahtar Kelimeler: ABD-Çin ilişkileri, ABD-Çin rekabeti, Ulus Devlet, Egemenlik, Donald Trump.

Giriş

Genellikle sistem, “çeşitli şekillerde birbirine doğrudan veya dolaylı kurulmuş ilişkiler ağı içinde bulunan parçaların oluşturduğu bir bütün” şeklinde ifade edilebilir. Bu tanımdan yola çıkarak, uluslararası sistem ise, “içerisinde başta devlet olmak üzere devlet dışı aktörlerin de yer aldığı bir yapı” şeklinde izah edilebilir. Bu sistem anarşik olmakla birlikte, sistemin temel aktörü devletlerdir. Bu sistem içinde bütün devletlerin az ya da çok etkileri olmasına rağmen, bugüne kadar sistemin belirleyicisinin veya belirleyicilerinin büyük güç sahibi olan devlet ya da devletler olduğu görülmüştür. Öyle ki, uluslararası sistemin tarihsel temeline ilişkin bir inceleme yapıldığı vakit; güç dengesi sistemi, çok kutuplu sistem, iki kutuplu sistem ve tek kutuplu sistem şeklinde dönemlerin hepsinin devletlerin güçleri temelinde oluştuğu görülmektedir. Bu sistem çeşitleri içerisinde tek kutuplu sistem, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ABD’nin tek süpergüç olarak kalması ile ortaya çıkmış yeni bir dönemdir. Bu sistem içerisinde, ABD’ye rakip olabilecek olan Çin (Çin Halk Cumhuriyeti), Hindistan, Brezilya, Rusya (Rusya Federasyonu) ve AB (Avrupa Birliği) gibi bazı devletlerin konumu örnek gösterilmektedir. Bu gibi rakiplerin yavaş yavaş ortaya çıkması sonrasında, son birkaç yılda 1991’den bu yana var olan tek kutuplu sistemin çok kutuplu hale dönüşmesi sürecinin başladığını iddia edebiliriz (Ateş, 2014: 285-290).

ABD’nin liderliğinde kurulan tek kutuplu sistem veya dünya düzenini, “küreselleşme dönemi” şeklinde tanımlamak yerinde olur. Bu dönem içerisinde, tüm dünyada kapitalist bir ekonominin inşasının oluşturulmaya çalışıldığı görülmüştür. Bu inşa süreci sonrasında bazı devletlerin güçlenmeye başladıkları görülürken, bazı devletlerin ise sahip oldukları konumları kaybetme korkuları yaşadıkları ve bu temelde var olan düzen içerisinde değişikler yapmak adına hareket ettikleri görülmüştür. İlerleyen bölümlerde işlenecek olan 21. yüzyılda ABD ile Çin arasında yaşanan rekabet de işte bu temelde açıklanmaya çalışılacaktır. Bunun ilk sinyalleri, dönemin ABD Başkanı Barack Obama tarafından, Çin’in küresel sistemde son 30 yıldır “free rider” (bedavacı) olduğu söylenerek verilmiştir (Jackson, 2014, https://www.usatoday.com/story/theoval/2014/08/13/obama-china-new-york-times-iraq-thoma-friedman/13995875/). Bu durumun ABD’nin rakibi olarak Çin’in yükselişi için kullanıldığı bizzat Obama tarafından teyit edilmiştir (Lander, 2016, https://www.nytimes.com/2016/03/10/world/middleeast/obama-criticizes-the-free-riders-among-americas-allies.html). 2016 yılında ABD’de yapılan Başkanlık seçimlerini kazanan mevcut Başkan Donald Trump’ın da, görev yaptığı kısa sürede bu tehlikeye karşı koymak amacıyla bir dizi eylemler gerçekleştirdiği görülmüştür.

Bu çalışma, 4 ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, egemenliğin tanımlanmasına ilişkin yapılan açıklamalara yer verilecektir. İkinci bölümde, egemenliğin tarihsel sürecine ilişkin açıklamalara yer verilecek ve modern devletin ortaya çıkışı ele alınacaktır. Üçüncü bölümde, modern devlet egemenliğinin sınırlandırılmasına ilişkin görüşler, Fransız İhtilali ve “küreselleşme”nin etkileri bağlamında -uluslararası örgütler de dikkate alınarak- aktarılmaya çalışılacaktır. Son bölümde ise, modern devlet egemenliğinin önündeki engellerinin kaldırılması yönünde ABD-Çin rekabeti dikkate alınarak analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu rekabete değinmeden önce, 1945 yılından günümüze kadar ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki ilişkilere, bu devletlerin yaşamış olduğu gelişim süreçlerine, özellikle 21. yüzyılda ABD-Çin arasında yaşanan rekabetin geldiği noktaya, bazı düşünürlerin bu rekabete ilişkin görüşlerine, ABD Başkanı Donald Trump’ın “Büyük Amerika” söylemi temelinde oluşturmuş olduğu seçim kampanyasının temellerine ve Trump’ın Başkan olması sonrasında uyguladığı politikalara değinilecektir.

Egemenlik Nedir?

İlk defa ünlü Fransız hukukçu Jean Bodin tarafından sistemleştirilen “egemenlik” kavramının Fransızca karşılığı “souveraineté” olup, bu kavramın kökü de Latincede “en üstün iktidar” manasına gelen “superanus”tur (Kapani, 2007: 59-60). Egemenlik kavramın tanımlanmasına ilişkin literatür çalışmalarına bakıldığı vakit, bu kavrama dair çok çeşitli tanımların ortaya konulduğu görülmüştür. Bunlardan birincisi olan Türk Dil Kurumu tanımına göre, egemenlik; “milletin ve onun tüzel kişiliği olan devletin yetkilerinin hepsi, hükümranlık ve hâkimiyettir” (Türk Dil Kurumu-TDK, http://www.tdk.gov.tr/). İkincisi, Leon Duguit tarafından yapılan egemenlik tanımıdır. Duguit tarafından, egemenlik hakkında, “kamusal güç, devlet gücü, siyasal otorite, bütün bu deyimleri eşanlamlı kabul ediyor ve egemenlik sözcüğünü kullanıyorum, çünkü bu sözcük en kısa ve en kullanışlı olanıdır” açıklamasının yapıldığı görülmüştür (Duguit, 2000: 379). Üçüncüsü, Burgess Science’ın yapmış olduğu egemenlik açıklamasıdır. Bu tanıma göre, egemenlik; “bireysel bir özne ya da öznelerden oluşmuş her türlü birlik üzerindeki evrensel, sınırsız, mutlak bir ilk güçtür” (Duguit, 2000: 384). Dördüncüsü ise, genel anlamda kullanılan egemenlik tanımlamasıdır. Bu temelde, egemenlik, “mutlak ve sınırsız bir güç ilkesidir”. Ancak bu kavramın iç ve dış egemenlik şeklinde bir ayrıma tabii tutulduğu da görülmüştür. İç egemenlikle devlet içerisindeki en üstün otorite resmedilirken, dış egemenlikten kasıt edilen şey ise devletin tüm uluslar arasındaki yeri ve bağımsızlığıdır (Şahin, 2012: 186). Beşinci ve son olarak, Jean Bodin tarafından yapılan egemenlik tanımlaması vardır. Bodin’e göre, egemenlik; “egemen bir devlet tarafından yetkilendirilen mutlak ve daimi güçtür” (Alatlı, 2015: 846). Sonuç olarak, egemenlik kavramına dair yukarıda yapılan tanımlara bakıldığı vakit, devletin temeli olmakla birlikte, egemenliğin güç temelli bir vurguyu açık ve net şekilde ortaya koyduğu görülmüştür. Sonraki bölümde, devlet egemenliğinin ortaya çıkış sürecine ilişkin değerlendirmelere yer verilecektir.

Modern Devlet Egemenliğinin Tarihsel Süreci

Kavramsal olarak egemenlik, Batı kültürünün içerisinde ortaya çıkmıştır. Batı kültüründe bir sınıflandırma yapıldığı vakit, egemenliğin modern dönemin bir ürünü olduğu görülmektedir. Bu dönemde, egemenlik temelinde iktidarın kudretinin veya meşruiyet kaynağının Tanrı’dan insana doğru kaydığı görülmüştür. Egemenlik noktasında yaşanan bu kayışın felsefi temellerinin 12. ve 13. yüzyıllarda başladığı görülmüştür. Ancak bu tarihleri daha da eskiye, yani Antik Yunan ve Roma İmparatorluğu dönemlerine kadar uzandırmak mümkündür. Antik Yunan döneminde siyasal birimler şeklinde gösterilen kent devletleri yani “polis”ler, özellikle Platon (Eflatun) ve Aristo gibi düşünürler tarafından “ortak iyiliğin en yüce görünümü veya cisimleşmiş hali” şeklinde tanımlanmıştır. Bu söylemin Roma İmparatorluğu döneminde ise “respublica” şeklinde tanımlandığı görülmüştür. Roma döneminde, bu nitelendirme üzerinden devlet kavramına hukuki bir boyut kazandırıldığı da anlaşılmaktadır (Aybudak, 2017: 228-229).

Roma İmparatorluğu’nun MS 395 yılında Doğu ve Batı şeklinde ikiye ayrıldığı görülmüştür. Bu ayrılma sonrasında, MS 495’te Batı Roma İmparatorluğu yıkılmıştır. Bu tarihten itibaren, Batı’da, 15. yüzyıla kadar sürecek olan Ortaçağ döneminin başlamıştır. Bu dönem aralığında, St. Augustinus’tan Papa VII. Gregory’e, Parisli John’dan Ockhamlı William’a kadar birçok önemli düşünürün ortaya çıktığı görülmüştür (Karaböcek, 2011: 9-38). Bu dönem içerisinde, Kral, Kilise (Papalık) ve feodal beyler arasında bir nüfuz mücadelesi mevcuttur. Başka bir ifadeyle, Ortaçağ’da Kral, hem feodal beyler, hem de Kilise ile rekabet içerisindedir. Özellikle bu dönemde, Kilise’nin “İki Kılıç” kuramı sayesinde siyasal yönetim üzerinde bir güç unsuru olarak bulunduğu görülmektedir. Ancak Avrupa’da skolastik düşüncenin zayıflaması ile başlayan yeni süreçle birlikte, Rönesans ve Reform hareketler neticesinde başlayan Aydınlanma Çağı, dünyevi iktidarının tek bir otorite olarak ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır. Böylece, Ortaçağ döneminde benimsenen ilahi iktidar temelli egemenlik görüşünün dünyevi iktidara doğru bir kayış gerçekleştirdiği görülmüştür (Demirel, 2012: 16-22). Ayrıca, Avrupa’da 15. yüzyılda başlayan ve 17. yüzyıla kadar süren dönem “modern dönem” olarak adlandırılmaktadır (Ekiz, 2010: 96). Bu dönemde, aynı zamanda modern anlamda devletin oluşması anlamında fikri temellerin de ortaya atıldığı görülmüştür.

Modern devletin ortaya çıkışı temelinde uğrayacağımız bazı önemli duraklar bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, 1469-1527 yılları arasında yaşayan İtalyan düşünür Niccolo Machiavelli’dir. Machiavelli tarafından, devlet, “belli coğrafi alanda üstün örgütlü bir güç ve diğer devletlerle ilişkilerinde çıkarlarını savunan siyasal bir kurum” şeklinde tanımlamıştır. Machiavelli tarafından yapılan bu tanımlamada, devletin iç ve dış egemenliğine vurgu yapıldığı görülmüştür. Hatta ona göre, devletin temel amacı bu erk gücünü kullanarak toplumsal düzeni sağlamaktır. Bu erkin sınırlandırılması ve parçalanması mümkün olmamakla birlikte, aynı zamanda, devlet, toplumsal ortak iyiliğinin de yegâne sağlayıcısıdır (Demirel, 2012: 22-23).

İkincisi, 1529/30-1596 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür Jean Bodin’dir. Bodin, yaşamı boyunca birçok eser vermiştir. Bu eserler içerisinde en önemlisi Devletin Altı Kitabı olmakla birlikte, bu eserin odak noktasında “egemen erk” veya “egemenlik” kavramı yer almaktadır. Bodin, vurgulamış olduğu egemen erk temelinde, devleti, “birçok ailenin ve bu ailelere ortak olan şeylerin egemen erk tarafından doğrulukla (adaletle) yönetilmesi” şeklinde tanımlamıştır. Bu tanım içerisinde Bodin tarafından vurgulanan 4 önemli öğe şunlardır: “Doğruluk, Aile, Ortak şeyler (çıkarların) yönetimi ve Egemen erk/Egemenlik” (Ağaoğulları, 2018: 10-18). Bodin tarafından yapılan devlet tanımlamasında, egemen erkin veya egemenliğin bir tutkal görevi olduğu ifade edilmiştir. Bodin tarafından vurgulanan egemenliğin devletin oluşması sürecindeki birleştirici rolünün haricinde, mutlak, sürekli, bölünemez ve devredilemez özellikleri de bulunmaktadır. Öyle ki, Bodin’e göre devletin bu rolünü devretmesi neticesinde yıkılabileceği de belirtilmiştir (Ağaoğulları, 2018: 26-36).

Üçüncüsü, 1588-1679 yılları arasında yaşamış olan Thomas Hobbes’dur (Ağaoğulları, 2018: 166-175). Devlet otoritesinin kaynağının ilahi temelli olmadığı belirten Hobbes’a göre, egemenliğin kaynağı toplumu oluşturan bireylerin kendi güvenliklerini sağlamak adına yapmış oldukları “toplumsal sözleşme”dir. Bu sözleşme, yine Hobbes tarafından ifade edilen “doğa durumu” neticesinde ortaya çıkmıştır. Bu sözleşme, aynı zamanda, devleti ya da Hobbes’un benzetmesi ile “Leviathan”ı ortaya çıkarmıştır (Demirel 2012, 25-28). Hobbes tarafından devletten başka bir erk veya otorite olmadığı söylenmekle birlikte, egemenliğin mutlak, sınırsız ve bölünmez olduğu da vurgulanmıştır (Ağaoğulları, 2018: 230-238).

Dördüncüsü, 1557-1638 yılları arasında, yaşamış olan Johannes Althusius (Johann Althaus)’tur (Ağaoğulları, 2018: 67). Althusius tarafından, devlet, “Krallığın ya da bütüncül sembiyotik topluluğun üyeleri, bireyler, aileler ve dernekler değil, fakat karşılıklı dayanışmacıları ve birleşmeleriyle tek bir beden oluşturan kentler, eyaletler ve bölgeler” şeklinde tanımlanmıştır. Bunun yanında, Althusius tarafından, devletin, “bütün üyelerinin katılımı neticesinde bir sözleşme neticesinde ortaya çıktığı” vurgulanmıştır. Ayrıca, onun tarafından devletin üyelerinin hem ruhsal, hem de bedensel olarak esenlikleri açısından egemenliğin önemli olduğunun belirtilmesinin yanında, evrensel bir erk olduğunun da altı çizilmiştir (Ağaoğulları, 2018: 75-76).

Beşincisi, 1583-1645 yılları arasında yaşamış olan Hugo Grotius’tur. Hugo Grotius, modern devletin oluşması noktasında egemenlik kavramına ilişkin tarihsel ve kuramsal olarak katkı sunması nazarında önemli bir düşünür olarak bilinmektedir (Köker, 2018: 87). Grotius’a göre, egemenlik; “Eylemleri bir başkasının denetimine bağlı (olmayan), yaptıkları bir başkasının iradesiyle geçersiz kılınama(yan) bir güçtür”. Ona göre, bu gücün, ortaklaşa ve özel olmak üzere iki taşıyıcısı bulunmaktadır. Öyle ki,, egemenliğin özel taşıyıcısı devlet olmakla birlikte, Grotius tarafından egemenliğin sınırsız, mutlak, tek ve bölünmez olduğu vurgulanmıştır (Köker, 2018: 101-102).

Bir sonraki durak ise Westphalia Barışı’dır. Bu barış, 1618’de Orta Avrupa’da, yani Almanya toprakları içerisinde Avrupalı İmparatorlar, Krallar ve Prensler arasında dini farklılıklar (Katolikler ve Protestanlar), siyasi hesaplar ve askeri kazançlar gibi hesaplar temelinde başlayan (Yetişgin, 2014: 150), Bohemya Savaşı, Danimarka Savaşı, İsveç Savaşı, Fransız Hasburg Savaşları ve Almanya iç savaşları gibi karmaşık olayları (Otuz Yıl Savaşları) 1648 yılında bitirmiştir (Lee, 2012: 109-110). Bu barış, hem Orta Avrupa’da yaşanan karmaşık savaşları bitirmesi, hem de devlet egemenliği noktasında devletlerin artık kendi sınırları içerisindeki siyasal bütünlüğü sağlama ve halk üzerindeki mutlak otoritesinin perçinlenmesi anlayışı noktasında önemlidir (Yalvaç, 2014: 210).

Sonuç olarak, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılması sonrasında Avrupa’da 15. yüzyıla kadar yaşanan dönemde, yani Ortaçağ’da, Kralların, hüküm süren feodal düzen içerisinde, bir yandan feodal beylerle, bir yandan da Kilise ile mücadele ettiği görülmüştür. Bu galibiyetle birlikte, özellikle 15.-17. yüzyıllar arasında bazı önemli düşünürlerin söylemlerinin ve Westphalia Barışı’nın devletin kendi toprakları üzerindeki üstün otoritesinin ilke olarak benimsenmesine olanak sağlamıştır. Ancak bu otoritenin sonraki dönemlerde bazı sınırlandırmalara maruz kaldığı görülmüştür. Bu temelde, sonraki bölümde devlet temelli egemenlik anlayışının sınırlandırılması hususuna değinilecektir.

Modern Devlet Egemenliğinin Sınırlandırılması

Bu bölüme kadar egemenlik kavramına ilişkin tanımlamalara ve Avrupa’da Ortaçağ’da başlayan ve modern dönemde şekillenen devlet egemenliğinin bazı önemli düşünürler düzleminde nasıl oluştuğu belirtilmeye çalışılmıştır. Bu bölümde ise, 1648 yılında modern devletin temellerinin atılması sonrasında egemen güç olarak tek kudret sahip olan devletin ve onun egemenliğinin sınırlandırılmasına ilişkin değerlendirmelere yer verilecektir. Bu temelde değineceğimiz ilk konu, önemli düşünürler temelinde egemenliğin sınırlandırılması üzerinde değerlendirmelere yer vermek olacaktır. Bu değerlendirmelerde uğrak noktalarımızdan birincisi, 1632 ile 1704 yılları arasında yaşamış olan ünlü düşünür John Locke’dur. Mutlakiyet yönetimlerini sarsan düşünür olarak da bilinen Locke, İngiliz, Amerikan ve Fransız Devrimlerinin yaşanmasının temelinde yer alan bazı fikirleri ortaya atmıştır. Locke’un Two Treaties of Goverment isimli eserinde, devlet ve egemenlik hakkında görüşlerinin yer aldığı görülmüştür. Bu eserinde, Locke’a göre, devlet; doğal yaşamda özgür ve eşit bir şekilde yaşamlarının sürdüren insanlar tarafından oluşturulan suni bir varlık olmasının yanında, bu temelde devletin kaynağında insanlar tarafından oluşturulan toplumsal bir sözleşme yatmaktadır. Yine Locke’a göre, devlet, bu sözleşme temelinde zorunlu bir şekilde doğmuştur. Bu temelde, devletin egemen gücü de, insanların haklarını korumakla görevli bir anlayış üzerinden sınırlandırılmıştır. Locke, sınırlı liberal bir devlet öngörür ve devleti daha çok adalet mekanizmasıyla eş tutar.

Bu bağlamda ikinci önemli düşünür, 1689 ile 1755 yılları arasında yaşayan ve 18. yüzyılın en önemli düşünürlerinden birisi olarak gösterilen Fransız hukukçu Baron de Montesquieu’dür. Montesquieu, “kuvvetler ayrılığı” ilkesini savunmak ve modern anlamnda ilk kez teorileştirmekle birlikte, bu ilke temelinde devletin içerisindeki yasama, yürütme ve yargı erklerini birbirinde ayırmak suretiyle devlet içerisindeki egemenlik kudretinin sınırlandırılmasını ortaya koymaktadır (Görgün, 2015: 30-37). Bu bağlamda, günümüzde de devlet güçlerinin tek elde toplanmaması ilkesi, tüm demokratik devletlerde en temel görüştür.

Üçüncü düşünür, 1712 ile 1778 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau’dur (Ağaoğulları, 2006: 10-16). Rousseau, egemenliği, “genel irade”nin hayata geçirilmesi temeli üzerinden açıklamıştır. Öyle ki, bu temelde, Rousseau’ya göre; “bir araya gelen birçok insan kendilerini tek bir beden (bir bütün) olarak algıladıkları sürece, tek bir iradeleri vardır ve bu irade bütünün korunmasına ve genel gönencin sağlanmasına yöneliktir… Devletin bütün üyelerinin değişmez iradeleri genel iradedir. Bu tanımlamada belirtilen genel irade, en üstün irade olmakla birlikte, devredilemez, terk edilemez, bölünemez ve mutlak olmak gibi özelliklere sahiptir ve ayrıca halka aittir (Ağaoğulları, 2006: 88-106).

Dördüncü düşünür, 1767 ile 1830 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür Benjamin Constant’dır. Constant tarafından devlet hakkında ortaya konulan görüşlerden birey vurgusunun daha önemli olduğu görülmüştür. Hatta Constant tarafından daha önceki düşünürlerin egemenliğin sınırsız, devredilemez ve mutlaktır söylemlerinin reddedildiği görülmüş olup, bu söylemlerin egemenlik gücünün kullanılması önünde bir engel olduğu belirtilmiştir. Ancak Constant, egemenin bu gücünün insanların sahip oldukları doğal haklar temelinde sınırlandırılacağı fikrini de ortaya koymuştur (Görgün, 2015: 37-38).

Egemenliğin sınırlandırılması noktasında değinilmesi gereken en önemli tarihi olay ise, 1789 yılında Fransa’da yaşanan Fransız İhtilali’dir (Fransız Devrimi). Önce Fransa’yı, sonrasında ise domino etkisiyle dünya üzerindeki neredeyse tüm devletleri etkisi altına alan bu tarihi siyasi sıçrama, devletlerin içerisinde “ulusal egemenlik” fikrinin ortaya çıkışına kaynaklık etmiştir. Bu fikir ise, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin üçüncü maddesinde şu şekilde belirtilmiştir (Demirel, 2012: 39-42): “Her egemenliğin kökeni millettir. Hiçbir birey ve hiçbir kurul, milletten açıkça gelmeyen herhangi bir otoriteyi (kudreti) kullanamaz” (Ansiklopedim.info, 2007, http://www.ansiklopedim.info/?p=3122). Bu maddede, egemenliğin birey hakları temelinde sınırlandırılabileceği fikrinin ortaya konulmaya çalışıldığı görülmüştür.

Bu bağlamda değinmemiz gereken diğer düşünürler ise Immanuel Kant, Jeremy Bentham ve John Stuart Mill olarak sıralanabilir. Bu üç ismin de bireyin sahip olduğu özgürlüğün önemine vurgu yaptıklarıı görülmüştür. Bu üç önemli düşünür, egemenliğin birey özgürlükleri temelinde sınırlandırılabileceğine işaret etmişlerdir (Demirel, 2012: 38-39). Dolayısıyla, bu modern düşünürler sayesinde devletin egemenliğinin sınırlandırılabileceği ve hatta sınırlandırılması gerektiği anlayışı ortaya çıkmış ve dünya genelinde kabul görmüştür. Bu trend, demokratikleşme dalgaları ile birlikte daha da derinleşmiştir.

Ulus devlet egemenliğin sınırlandırılması noktasında değineceğimiz ikinci nokta ise küreselleşmedir. 1960’larda ortaya çıkan ve 1990’larda yaygınlaşan küreselleşme fenomeni, günümüzde, “başta ekonomi, siyaset, kültür ve sosyal politika olmak üzere hemen hemen her alanda görülmeye başlayan değişimler ve bu değişimler sonrasında yaşanan etkiler” şeklinde ifade edilebilir. Başka bir ifadeyle, küreselleşme, “birtakım ekonomik, siyasi ve kültürel gelişmelerin dünya çapında etki yaratmasıdır” (Şahin, 2009: 22-23). Bu tanım içerisinde yer alan ve aynı zamanda küreselleşmenin boyutları içerisinde gösterilen ekonominin (ticari ilişkiler), ulus devletin egemen yapısına bir ölçüde sınırlama getirdiği görülmüştür. Öyle ki, küreselleşmenin beraberinde getirmiş olduğu ve serbest olarak gerçekleştirilen sınır ötesi ekonomik girişimler, uluslararası ekonomik kurumlar, çok uluslu şirketler ve bu şirketlerin devletlerin sınırları içerisindeki özelleştirmeler yoluyla el değiştirmesi, ulus devlet egemenliğinin klasik yapısını da etkilemekte ve devletin egemenlik yetkilerini tırpanlamaktadır (Şahin, 2009: 86).

Ulus devlet egemenliğinin sınırlandırılması anlamında değineceğimiz üçüncü veya son nokta ise uluslararası örgütlerdir. Uluslararası örgütler, devletlerin kendi rızaları sonrasında sahip oldukları egemen yapılarını devretmesi sonrasında ortaya çıkan yapılardır (Aybudak, 2017: 235). Devletler tarafından bu yapılar, ekonomik, siyasi ve askeri amaçlar temelinde oluşturulabilir. Birleşmiş Milletler-BM ve NATO temelinde bir irdeleme yaptığımız vakit, mutlak olmasa da devletlerin kısmi olarak egemenliklerinin bu gibi yapılarla sınırlandırıldığı görülmüştür. Öyle ki, Birlemiş Milletler örgütü BM Antlaşması’nın ikinci maddesinin birinci fıkrasında belirtilen “egemen eşitlik” ilkesi temelinde kurulmuştur. Her ne kadar devletlerin bu prensip temelinde eşit haklara sahip olduğu kabul edilse bile, BM Genel Kurulu ve BM Güvenlik Konseyi gibi organlarının oylama mantıklarında kısmen de olsa sınırlamalar başgöstermektedir (Ateş, 2012: 160-165). Keza, 28 tane üyeye sahip olan NATO örgütlenmesinin de devletlerin egemen yapılarında sınırlamalar yaptığını görmek mümkündür; zira bu örgütün karar alma süreçlerinde örgütlenmenin karar alması için “oybirliği” esası gereklidir (Ateş, 2012: 355).

Sonuç olarak, 1648 yılında tarih sahnesine en temel otorite olarak çıkan ulus devletin sahip olduğu egemen yapının, ilerleyen yüzyıllarda kendi dönemlerine damgalarına vuran önemli düşünürlerin görüşleri, önemli bazı tarihi olaylar, küreselleşme ve uluslararası örgütler gibi bazı noktalar temelinde sınırlanmaya başladığı görülmüştür. Halen devam eden bu sürecin nasıl bir dengeye ulaşacağı ise henüz belirsizdir…

Modern Devlet Egemenliği Üzerindeki Sınırların Kaldırılması Girişimleri: ABD vs. Çin

Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrasında ABD-Çin İlişkileri

ABD-Çin arasındaki ilişkilere bakıldığı vakit, özellikle Soğuk Savaş döneminde ikili ilişkilerin dönemden döneme farklılık arz ettiği görülmektedir. Öyle ki, bu dönemin başlarında Çin’de yaşanan milliyetçiler ile komünistler arasındaki çekişmede ABD’nin milliyetçileri desteklediği görülmüştür. Ancak 1949’da bu mücadeleden komünistlerin galip olarak çıkması ve Çin ana karasında kontrolü ele geçirmesi sonrasında, ideolojik nedenlerin de etkisiyle, yeni Çin yönetiminin Sovyetler Birliği’ne yakınlaştığı ve ABD’ye karşı bir politika izlediği görülmüştür. Bu yakınlaşma, aynı zamanda, Çin ile Sovyetler Birliği arasında karşılıklı işbirliğinin ortaya çıkmasına ve iyi ilişkilerin kurulmasına olanak sağlamıştır. Ancak iki devlet arasındaki bu iyi ilişkilerin Kore Savaşı’nın sonlarına doğru yerini güvensizliğe bıraktığı görülmüştür (Güneş, 2009: 176-177).

1960’lı yıllarda ise, Çin’in hem Sovyetler Birliği (Sino-Soviet Split), hem de ABD tarafından dışlandığı görülmüştür. Buna karşılık, 1970’li yıllara gelindiği vakit, özellikle 1972’de, dönemin ABD Başkanı Richard Nixon tarafından Sovyetler Birliği’ni çevrelemek adına ABD ile Çin arasındaki ikili ilişkilerde normalleşme adımlarının atıldığı (Henry Kissinger’ın da etkisiyle) fark edilecektir. Bu normalleşme, bir yandan Çin’in Birleşmiş Milletler’deki yerini sağlamlaştırır ve Pekin’e Tayvan yerine Güvenlik Konseyi’nde koltuk sağlarken, diğer yandan da ABD’nin Pasifik bölgesindeki varlığının Çin tarafından kabul edilmesi anlamına geliyordu. Bunun yanında, Çin’in Batı dünyası ile ticaret bağlamında ilişkiler kurmaya başlaması, aynı zamanda ABD’nin Çin’i kendi güdümünde tutmasına olanak sağlayacak bir imkânın da kapısını aralamaktaydı. Tabii ki, bunun ortaya çıkması için ABD’nin Çin’e bazı ekonomik tavizler verdiği de görülmüştür. Ancak 1979 yılında ABD’nin Tayvan’a güvenlik garantisi vermesi, iki devlet arasındaki ilişkilerin sona ermesine neden olmuştur. Bu gelişmenin sonrasında, Çin’in ABD ile Sovyetler Birliği arasında bir tür “denge politikası” izlediği görülmüştür (Güneş, 2009: 176-177).

Soğuk Savaş sonrası dönemde de, hem Çin, hem de ABD’nin politika değişikliklerine gittikleri görülmüştür. Bu temelde, ABD, Soğuk Savaş sonrası döneme geçiş sağlamak adına ABD Başkanı George Herbert Walker Bush tarafından ilan edilen ilkelere göre hareket etmiştir. Bu ilkelerle, ABD’nin hedeflerinin; bağımsız ve güvenli bir devlet olmak, ülke ekonomisinin sağlıklı bir şekilde gelişmeye devam etmesi, güvenli bir dünya yaratılması ve dost-müttefik devletlerle işbirliğini geliştirmek gibi dört kategori üzerinden özetlendiği görülmüştür. Özetle, ABD Başkanı Bush tarafından “Yeni Dünya Düzeni” söylemi temelinde ABD’nin dünyada yeni kurulan tek kutuplu sistemi sağlamlaştırmaya ilişkin bir strateji izlediği gözlenmiştir. Bu stratejinin parolası “düzen” olurken, hedefi “istikrar”dır; egemenlik ise üstün ilkedir. Bu temelde, ABD’nin askeri, ekonomik ve siyasi açılardan kendisine uygun değer ve vurguları ön plana çıkardığı görülmüştür. Bush sonrasında, ABD Başkanı Bill Clinton da, yayınlamış olduğu stratejilerle dış politika ile iç politika arasında bir ayrımın olmayacağı sinyallerini vermesinin yanında, ABD’nin başlıca hedefinin “küresel liderlik” olduğunun altını çizmiştir (Köksoy, 2019: 13-29).

Soğuk Savaş sonrası dönemde politika değişikliğine giden ikinci devlet ise Çin olmuştur. Öyle ki, öncesinde Çin’in izlemiş olduğu “içe dönük, reaktif ve sistemi tehdit eden görünüm” üzerine kurulan dış politika anlayışının “dışa dönük, proaktif ve sistemin içerisinde tanımlama” şeklinde dönüşüm geçirdiği görülmüştür. Özellikle 1990-2000 arasında, Çin politikasının ekonomide modernizasyon, milliyetçilik ve bölgesel güç olma gibi üç ana eğilim üzerine kurulduğu görülmüştür. Ancak Çin’in Soğuk Savaş sonrası döneme ilişkin dış politikasının, Soğuk Savaş döneminin son yıllarında -yani 1989’da- Deng Xiaoping tarafından 13 madde üzerinden kurgulandığı görülmüştür: 1) Soğukkanlı olarak seyret ve analiz et; 2) Kendi durumunu güvence altına al; 3) Değişimlere güven duygunla karşılık ver; 4) Kapasiteni gizli tut; 5) Düşük bir profili muhafaza etmekte iyi olan; 6) Hiçbir zaman lider olma; 7) Bazı katkılarda bulun; 8) Sosyalizmin bayrağını taşıma; 9) Çin üçüncü dünya ülkelerinin de lideri olmamalıdır; 10) Batı güçleri ile karşı karşıya kalacağı girişimlerden uzak durulmalıdır; 11) Kendine düşman edinme; 12) İdeolojik düşüncelerin daha da ötesine git, ve 13) Somut olaylardan ayrıl. Bu maddelerden yola çıkarak, Çin’in Soğuk Savaş sonrası dönemde tam bağımsız, kendine güven duyan ve açık kapı politikası temelinde bir “Çin modeli”ni ortaya çıkarmaya çalıştığı görülmüştür. Bu politika temelinde ise, Çin’in ekonomik büyümesinin ve bu ülkedeki vatandaşların refahının artması düşüncesi yatar (Köksoy, 2019: 31-34). Özetle, Çin’in Soğuk Savaş sonrası dönemde kapitalist bir evrime doğru tarihi bir politik adım attığı görülmüştür (Fouskas ve Gökay, 2014: 6-7).

Soğuk Savaş sonrası dönemde, yani 1990-2000 yılları arasında ABD ile Çin arasındaki ikili ilişkilere bakıldığında, bazı zamanlarda gerginliğin olduğu gözlemlenirken, bazı zamanlarda ise yumuşamaların yaşandığı görülmüştür. Örneğin, bu dönem aralığında ABD ile Tayvan arasındaki ilişkilerden dolayı Çin arasındaki ilişkilerin zaman zaman gerildiği görülmüştür. Yumuşamaya dair ilişki sürecinin bir örneği ise, Çin’in 1999’da Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğinin önündeki engellerin ABD tarafından kaldırılması ve sonrasında iki devlet arasında imzalanılan anlaşma olmuştur (Köksoy, 2019: 39-45).

21. Yüzyılda ABD-Çin İlişkileri: 2000-2016

1945-1991 yılları arasında ABD ile Çin arasındaki ilişkilerin değişkenlik gösterdiği daha önce açıklanmıştır. 1991-2000 arası dönemde ise, ilişkilerde, ABD’nin Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılması sonrasında yegâne süper güç olarak ortaya çıkması sonrasında Çin’in çok kutuplu bir dünya görüşü temelinde ABD’ye karşı durarak yeniden Rusya ile yakınlaştığı görülmüştür. Ayrıca Çin’in 1945 yılında kurmuş olduğu ekonomik ve siyasi düzenden yararlanarak, ekonomik kalkınmasını sağladığı görülmüştür. Yani, bir nevi Çin, ABD Başkanı Barack Obama’nın söylemi ile “bedava yolcu” vurgusu temelinde ekonomik kazanımlar elde etmiştir. Bu kazanımlar sonrasında ise, Çin, 21. yüzyılda ABD’nin rakibi olarak Washington’un karşısına çıkacaktır (Ekrem ve Çelik, 22.01.2019).

21. yüzyıla gelindiğinde; 2001-2008 yılları arasında ABD Başkanı George W. Bush’un politikasında, Çin, bir “stratejik rakip” olarak görülmektedir. Bu temelde, Başkan Bush’un temel strateji olarak, ABD’nin “küresel gücünü mümkün olduğu kadar en uzun dönem kadar genişleterek sürdürme” anlayışı ile hareket ettiği görülmüştür. Bu anlayış temelinde, Bush, savunma harcamalarının arttırılması noktasında kararlı adımlar atmıştır. Özellikle 11 Eylül 2001 (9/11) terör saldırıları sonrasında, ABD’nin 2001’de Afganistan’a ve 2003’te Irak’a müdahaleleri, uluslararası dengeleri değiştirmiş ve ABD-Çin ilişkilerine de ciddi etki etmiştir. Öyle ki, ABD’nin terör vurgusu temelinde Afganistan ve Irak’a müdahale etmesi sonrasında, ABD’nin dünya enerji merkezlerinde yer alan Hindistan, Çin, İran ve Rusya gibi devletlerle artık komşu olduğu görülmüştür (Güneş, 2009: 179). Bunun yanında, ABD Başkanı Bush döneminde yayınlanan 2002 ve 2006 Ulusal Güvenlik Stratejik Belgelerinde Çin’e dair yapılan atıflarla, Çin’in yeni dönemde daha fazla önemsenmesi gerektiğinin düşünüldüğü anlaşılmıştır. Ayrıca, bu dönemde ABD ile Çin arasında; Tayvan, Tibet, Doğu Türkistan ve Sincan ve nükleer silahlar temellinde Kuzey Kore ve İran eksenli gelişmeler üzerinden yeni bir rekabet algısı başlamıştır (Köksoy, 2019: 95-120).

Bu rekabetin taraflarından birisi olan Çin’in ise, 2000’li yıllarda Hu Jintao liderliğinde, ülke yönetimi, parti yapısı ve dış politika gibi alanlara yoğunlaştığı görülmüştür. Jintao’nun liderliğinde, Pekin’in, dış politikada “Barışçıl Yükselme” anlayışı temelinde hareket ettiği görülmüştür. Bu anlayışın temelinde Çin’in ekonomik olarak yükselmesi amacı yer alırken, bu amaç düzleminde Çin’in Latin Amerika, Afrika ve Asya gibi uzak bölgelere ulaşma stratejisi yatmaktadır. Öyle ki, 2005 yılında, Jintao’nun Birleşmiş Milletler’de yapmış olduğu konuşma sırasında Çin’in dünyadaki barış ve istikrarı sağlamak gibi önemli bir görevinin olduğunun altı çizilmiştir. Bu vurgunun bir benzeri de, aynı zamanda, Jintao tarafından Çin’de yapılan 17. Ulusal Parti Kongresi sırasında yinelenmiştir. Hatta 2007 yılında Çin’in dış politikasının ana hatlarına bakıldığı vakit; hegemonya peşinde koşmayan, devletlerin iç işlerine saygılı, tüm devletlere eşit biçimde davranan, çifte standarta dayalı siyaset yapmayan ve terörizme karşı duran bir anlayışla hareket ettiği görülmüştür. Özetle, küreselleşme çağında, Hu Jintao’nun söylemiyle, Çin’in ülke ekonomisini geliştirme ve halkın refahı ile alakalı bir politika izleyeceği vurgulanmıştır (Köksoy, 2019: 36-38).

2008 yılında ABD’de yapılan Başkanlık seçimlerini kazanan Barack Obama’nın başa geçmesi sonrasında, ABD’nin politikalarında askeri harcamaların azaltılması, ABD’nin iç meselelerine dönüş ve stratejik ilginin Asya- Pasifik bölgesine kaydırılması gibi gelişmeler neticesinde Yeni Dünya Düzeni’nde bir dizi değişimlerin olacağına dair beklentilerin bazı çevrelerce dillendirildiği görülmüştür (Polat, 2012: 45). Öyle ki, Başkan Obama -bir önceki Başkan’ın ilk dönemlerinde yapmış olduğu gibi- az gelişmiş bölgelerin denetlenmesi adına gerekenleri yaptıktan sonra, rotasını Çin ve Rusya’ya çevirmiştir. Hatta bu dönemde, Çin’in ekonomik anlamda giderek büyüdüğüne ilişkin bulguların etkisiyle, Obama’nın ABD’nin dış politika yönünü Asya-Pasifik bölgesine çevirdiği (Pivot to Asia) görülmüştür. Bu politika değişiminde hedeflenen konu ise, Çin’i kapitalist sistemin sadık bir bekçisi haline dönüştürmektir. Bunun yanında, Obama’nın genç metin yazarı olan Benjamin Rhodes tarafından da Obama’nın Asya politikasındaki niyetinin ABD’nin küresel liderliğini yarım asır daha sürdürmek ve Asya’daki ekonomik paydan daha fazla pastaya sahip olmak yattığı vurgulanmıştır (Anderson, 2015: 131-132). Öyle ki, Obama’nın bu niyetinin yükselen Çin’in bir ortak veya sıradan bir rakipten öte, -özellikle ikinci döneminde- rekabet edilmesi gereken ciddi bir rakip olarak algılanması gerektiği ifade edilmiştir (Ekrem, 2013: 87). Buna karşılık, Çin’in ise, 2013 yılında 1995, 1997 ve 2001 yıllarında Çin tarafından yürürlüğe konulan düzenlemelere dayanarak, “Doğu Çin Denizi Savunma ve Tanıma Belgesi”ni ilan ettiği görülmüştür. Ancak Çin’in bu tek taraflı tutumu, hem Japonya’nın, hem ABD’nin, hem de Güney Kore’nin Pekin’e tepki göstermesine neden olmuştur. Lakin Çin’in bu tutumundan vazgeçmemesi, Asya bölgesinde gerginliğin canlı tutulmasına dayanak olmuştur (Ekrem, 2014a: 58-63).

13-18 Şubat 2014 tarihlerinde dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry tarafından, Güney Kore, Çin, Endonezya ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeleri kapsayan bir dizi görüşmenin yapıldığı görülmüştür. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan 9 Şubat 2014 tarihinde yapılan açıklamada, Bakan Kerry’nin Çin ziyaretinin temelinde, ABD-Çin arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi amacının olduğu belirtilmiştir. Bunun yanında, bu görüşme sırasında Kuzey Kore nükleer sorunu, enerji ve iklim değişikliği gibi sorunların konuşulacağı da ABD makamlarınca ifade edilmiştir. Bu görüşmenin perde arkasında, Çin’in ekonomik ve askeri anlamlarda büyümeye devam etmesinin ABD üzerinde yaratmış endişenin de etkisi vardır (Ekrem, 2014b: 74-76). Nitekim aynı yılın Nisan ayında, ABD Başkanı Obama’nın Asya bölgesine peşi sıra bazı ziyaretler gerçekleştirdiği görülmüştür. Bu ziyaret süresince, Başkan Obama’nın Japonya, Güney Kore ve Malezya’da gerçekleştirmiş olduğu görüşmelere Çin tarafından tepki gösterildiği de not edilmiştir (Ekrem, 2014c: 86-89). Hatta Pekin’in 2015 yılında Beyaz Kitap‘ını yayınlandığı görülmüştür. Bu Beyaz Kitap‘ta, Çin’in yeni dönemdeki askeri ve stratejik hedefleri belirlenmiştir. Bu kitapta, Çin ulusunun “Çin Rüyası”nı gerçekleştirme noktasında mücadele içerisinde olduğu vurgulanmıştır. Bunun yanında, Çin’in iç ve dış güvenliğine dair bazı tespitlerin de bu kitapta yer aldığı görülmüştür. Bu temelde, Çin’in silahlı kuvvetlerinin yeni görev tanımlarının yapıldığı da gözlemlenmiştir (Ekrem, 2015: 86-89).

Özellikle ABD ile Çin arasında 21. yüzyılda yaşanan rekabetin iki tarafta da bıraktığı ekonomik ve savunma temelli atılımlarına bakıldığında, rekabetin ülkelere nasıl etki ettiğini kolaylıkla anlayabiliriz. İlk olarak, George W. Bush, Bill Clinton’dan görevi aldıktan sonra, Clinton döneminin yeni ekonomi modelinin çöktüğü görülmüş ve yeni Başkan, 11 Eylül 2001 saldırısı gibi büyük bir travmanın yanı sıra, Enron ve Worldcom gibi büyük şirketlerde yaşanan usulsüzlük ve yolsuzluk skandallarıyla karşılaşmıştır. Bu şirketlerde yaşanan yolsuzluk nedeniyle ABD’deki istihdam oranlarının 2001 yılında % 2, 2002 yılında % 2,5 ve 2003’de ise %, 1,5 gibi düşüşler yaşadığı görülmüştür. Ancak Başkan Bush, bu dönemlerde yaşanan sorunları önleme noktasında 674 milyar ABD dolarlık indirimler gerçekleştirmiş olmasına rağmen, ülkede yaşanan bütçe açıklarına, ödemeler dengesi açığının artmasına, işsizlik sorununa ve yüksek kamu borçlarına engel olamamıştır. Örneğin, 2001 yılında, ABD 128,236 milyon dolar bütçe fazlası verirken, ilerleyen yıllarda ise ABD’nin bütçede açık verdiği görülmüştür. 2008 yılında ise, ABD, 458.583 milyon dolarlık bir bütçe açığı vermiştir. Bu açıkların temelinde, en önemli neden olarak ABD’nin Afganistan ve Irak başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde uzun süreli sıcak savaşlar gerçekleştirmesi yatmaktadır. Ayrıca, Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliği sonrasında imalatın Çin’e kaymasının yanında, gelişen Çin ekonomisi çerçevesinde petrol ve diğer maddelere olan ihtiyaçların ücretlerinde yaşanan artış da ABD ekonomisini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu olumsuz etkilenme neticesinde, ABD’de işsizlik noktasında oransal dağılımın % 4-6 seviyelerinde değiştiği görülmüştür. (Köksoy, 2019: 120-130).

ABD’nin sonraki Başkanı Barack Obama’nın 8 yıllık Başkanlık dönemi içinde ekonomi performansına bakıldığında ise, vasat bir performans sergilendiği görülmüştür. Öyle ki, bu dönem içerisinde ekonomik olarak % 1,5 gibi bir büyüme oranı yakalandığı, 15,5 milyon kişiye 80 ay gibi zaman diliminde istihdam sağlandığı, 2009 yılında yaklaşık yüzde 10 seviyelerinde olan işsizlik oranın 2016 yılında yüzde 5’e geriletildiği, sağlık reformu noktasında önceleri başarılı bir görünüm sergilemesine rağmen, sonrasında bütçede açıkların yaşanmasına engel olunamadığı ve kamu borçlarında artışın yaşandığı (10,6 trilyon dolardan 19,6 trilyon dolara) görülmüştür. Bunun yanında, bu dönemde enerji, ticari ilişkiler ve finansal regülasyonlarda da genel anlamda başarılı bir görünüm sergilenmiştir (Bloomberght, 22.11.2016, https://www.bloomberght.com/haberler/haber/1948207-obamanin-8-yillik-ekonomi-karnesi).

Bunların dışında, 2000-2016 yılları arasında, ABD’nin dünya genelinde ihracat değerlerine bakıldığı vakit, ABD doları biriminde 729.080.421 seviyesindeyken, bu seviyenin 2009 yılına kadar artış gösterdiği görülmüştür. Her ne kadar ABD’nin ihracat değerleri 2009’da bir düşüş yaşamış olmasına rağmen, sonraki dönemlerde dalgalı bir şekilde ABD’nin dünya genelinde ihracat değerlerinde artış yaşandığı görülmüştür. Bu değerler içerisinde Çin ile ilişkilerde 2009’da az da olsa bir düşüş yaşanmasına rağmen, sonradan bu kalemde de yükseliş trendi gösterildiği görülmüştür (ITC, https://www.trademap.org/Country_SelProductCountry_TS.aspx?nvpm=1%7c842%7c%7c%7c%7cTOTAL%7c%7c%7c2%7c1%7c1%7c2%7c2%7c1%7c2%7c1%7c1). 2000-2016 yılları arasında, bu kez ABD’nin ithalat değerleri incelendiği vakit, hem dünya genelinde, hem de Çin ile olan seviyesinin sürekli arttığı görülmüştür. ABD’nin dünya genelindeki seviyesinin 2001 yılında 1.140.900.159 seviyesindeyken, bu seviyenin 2016’da ise 2.249.943.875 seviyesine ulaştığı görülmüştür. 2001-2016 yılları arasında, ABD ile Çin arasındaki ithalata bakıldığında sürekli bir artışın yaşandığı görülmüştür. Örneğin; 2001 yılında 102.267.289; 2004 yılında 210.500.129; 2009’da 309.530.233; 2016 yılında ise 481.500.093 olduğu görülmüştür (ITC, https://www.trademap.org/Country_SelProductCountry_TS.aspx?nvpm=1%7c842%7c%7c%7c%7cTOTAL%7c%7%7c2%7c1%7c1%7c1%7c2%7c1%7c2%7c1%7c1).

2000-2016 yılları arasında ABD’nin askeri harcamalarına bakıldığı vakit, 2000 yılında 301.677 milyar dolar olan seviyenin ilerleyen yıllarda artış gösterdiği görülmüştür. 2011 yılında, ABD’nin askeri harcamaları, bu dönem aralığı içerisinde 711.338 milyar dolar ile en yüksek seviyeye ulaşırken, 2011 yılında sonra düşüş yaşadığı görülmüştür ve 2016 yılında ise 600.106 milyar dolar seviyesine inmiştir (The World Bank, https://data.worldbank.org/indicator/MS.MIL.XPND.CD?end=2017&locations=US&most_recent_year_desc=false&page=1&start=2000&view=chart). Bunun yanında, yine 2000-2016 yılları arasında, bu sefer ABD’nin savunma harcamalarına GSYİH’nın yüzdesi temelinde bakıldığında; 2000 yılında bu oran 2,9 iken, özellikle ABD Başkanı George Walker Bush döneminde bu oranın önceki yıllara göre arttığı görülmüştür. Örneğin; 2005 yılında yüzde 4 iken, 2008 yılında ise 4,3’tür (Köksoy, 2019: 146). Başkan Obama döneminde ise bu oranın 2009 yılında 4,6 seviyelerindeyken, her yıl düşüş yaşayarak 2016 yılında 3,2 ve 2017 yılında ise 3,1 seviyesine kadar indiği görülmüştür (The World Bank, https://databank.worldbank.org/data/reports.aspx?source=2&type=metadata&series=MS.MIL.XPND.GD.ZS#).

2000-2016 yılları arasında, bu seferde ABD’nin düşman olarak gördüğü ise Çin ise, ekonomik anlamda bakıldığı vakit; 2001 yılı itibarıyla, Çin’in dünya genelinde ithalat hacminin bin dolar temelinde 243.552.881 seviyesinde olduğu görülmüştür. Bu seviyenin, belirtilen yıllar aralığında özellikle 2009 yılına kadar arttığı görülmüştür. Her ne kadar, bu seviye 2009 yılında değer anlamında kayıp yaşamış olmasına rağmen, sonraki yıllarda seviyenin artmaya devam ettiği görülmüştür. 2016 yılında ise 1.587.920.688 seviyesine erişilmiştir. Bunun yanında, Çin ile ABD arasında ithalat değerleri incelendiği vakit, bin dolar temel alınarak, 2001 yılında 26.217.375 seviyesinde olan değerin yıllara göre artış gösterdiği ve 2016 yılında ise 135.120.133 seviyesine çıktığı görülmüştür (ITC, https://www.trademap.org/Country_SelProductCountry_TS.aspx?nvpm=1%7c156%7c%7c%7c%7cTOTAL%7c%7%7c2%7c1%7c1%7c1%7c2%7c1%7c2%7c1%7c1). Tüm bunların yanında, 2001-2016 yılları esas alındığında, Çin’in dünya genelinde ihracat değerlerine bakıldığı vakit, bin dolar birim esası temellinde 2001 yılında Çin’in dünya genelinde ihracat değeri 266.098.209 seviyesindeyken, bu değer yıllara göre artış göstermekle birlikte 2016 yılında 2.097.637.172 olduğu görülmüştür. Bu yıllar aralığında ise Çin’in ihracat yaptığı ülkeler arasında ABD’nin ilk sırada yer aldığı görülmüştür (ITC, https://www.trademap.org/Country_SelProductCountry_TS.aspx?nvpm=1%7c156%7c%7c%7c%7cTOTAL%7c%7%7c2%7c1%7c1%7c2%7c2%7c1%7c2%7c1%7c1). Bunun yanında, Çin’in 2004-2016 yılları arasında ekonomik anlamda büyüdüğünün oransal süreci Tablo 1‘de gösterilmiştir (Subaşı Ertekin, 2017: 15-16). Bunun dışında, Çin’in ekonomik anlamda yaşamakta olduğu bu büyüme neticesinde ülkedeki yoksulluğunda azalmaya başladığı görülmüştür. Örneğin, 1981 yılında Çin’in nüfus temelinde yoksulluk oranı % 84 iken, bu oran zamanla, 2005 yılında % 16 ve 2011 yılında ise % 7,9 olmuştur (Subaşı Ertekin, 2017: 19).

Devlet

2004-2007

2008

2009

2010

2011

2012

2013

2014

2015

2016

ÇİN

10

9,6

9,2

10

9,7

7,9

7,8

7,3

6,9

6,7

Tablo: Çin’in ekonomik büyüme oranları (%)

Çin’in ihracat ve ithalat noktasında, 2001-2016 yılları arasında yaşamış olduğu yükselmenin bir benzerini de savunma harcamaları noktasında yaşandığı görülmüştür. Öyle ki, Çin’in savunma harcamalarına bakıldığı vakit, bu dönem aralığında devamlı bir artışın yaşandığı görülmüştür. Örneğin, Çin’in 2001 yılındaki savunma harcamaları 27.875 milyar dolar seviyesindeyken, 2016 yılında ise 228.231 milyar dolar seviyesine eriştiği görülmüştür (The World Bank, https://data.worldbank.org/indicator/MS.MIL.XPND.CD?end=2017&locations=US-CN&most_recent_year_desc=true&page=1&start=2000&view=chart). Aynı dönemler içerisinde, Çin’in bu sefer GSYİH’nın % si içerisindeki etkisine bakıldığı vakit, bunun ortalama 1,9 seviyelerinde olduğu görülmüştür (The World Bank , https://databank.worldbank.org/data/reports.aspx?source=2&type=metadata&series=MS.MIL.XPND.GD.ZS#).

Amerikalı Düşünürlerin Çin Hakkındaki Görüşleri

21. yüzyılda ABD ile Çin arasında yaşanan bu rekabetin bazı düşünürlerin görüşleri temelinde nasıl dillendirildiği bakacak olursak eğer, değineceğimiz ilk isim John Mearsheimer’dır. Ofansif Realizm ekolünü savunan Mearsheimer’ın, 2012 yılında Kanada’da Ottowa Üniversitesi’nde bu rekabet hakkında yapmış olduğu konuşma sırasında bazı önemli konulara değindiği görülmüştür. Bunlardan birincisi, Mearsheimer, son dönemlerde Çin’in ekonomik ve siyasal olarak büyüdüğünü kabul etmekle birlikte, bu yükselişin 30 veya 40 yıl daha süreceğini ve Çin’in netice itibariyle bir Hong Kong’a dönüşeceğini belirtmiştir. İkincisi, Mearsheimer tarafından Çin’in yükselişinin barışçıl olmayacağı iddia edilmiştir. Üçüncüsü, ilerleyen dönemlerde Çin’in küresel liderlik noktasında ABD’yi tehdit edecek boyuta erişeceğine dair bazı çevrelerin görüşleri olmasına rağmen, Mearsheimer’a göre, Çin, sahip olduğu teknoloji ekseninde ABD ile yarışabilecek durumda değildir. Hatta Mearsheimer, dönemin ABD Başkan’ı Obama’nın Asya politikasını devam ettirmesi gerektiğini de belirtmiştir. Bu sayede, ona göre, Çin’in yükselişine karşı çekinmeden durarak, tıpkı geçmişte Sovyetler Birliği’ne karşı yapmış olduğu gibi, ABD, çevreleme politikasını bu sefer de Japonya, Hindistan, Singapur, Güney Kore ve Avustralya gibi ülkelerle ilişkiler kurarak yapabilir ve Çin’i dengeleyebilir (Mearsheimer, 2012, https://www.youtube.com/watch?v=Jzlxl5wC1s4). 2013 yılında, Mearsheimer’ın ABD’de Savaş Akademisi açılışında yapmış olduğu konuşmada, yine Çin’in yükselişte olduğu uyarısını yaptığı görülmüştür (Mearsheimer, 2013, https://www.youtube.com/watch?v=V3M3RxzJSfU&t=851s). Aynı yıl, bu sefer, Mearsheimer’ın “Harper Lectures” etkinlikleri kapsamında yapmış olduğu konuşmada, Çin’in giderek güçlendiğini kabul ettiği görülmüştür. Bu temelde, Mearsheimer’ın ilk olarak Çin’in güçlü bir ordu kurmaya devam edeceğine ilişkin vurgu yaptığı görülmüştür. İkinci olarak, Mearsheimer tarafından Çin’in ordu gücü ile girerek yükselmeye başlaması üzerine Asya bölgesinde kurduğu ikili ilişkiler ile Asya’daki hegemon güç olma ve ABD’yi bu bölgeden çıkarma niyetinde olduğu vurgulanmıştır. Tüm bunlara karşılık olarak, Mearsheimer tarafından ABD Başkanı Obama’nın izlemiş olduğu Asya politikasını devam ettirmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bu sayede, Mearsheimer tarafından, bölgedeki Japonya, Hindistan ve Avustralya gibi devletlerin Çin’e karşı daha cesur davranacakları ve ABD’nin bu devletlerle ikili ilişkilerini geliştirerek Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı yapmış olduğu çevreleme stratejisinin bir benzerini şimdi de Çin’e karşı yapabileceği önerisi yinelenmiştir (Mearsheimer, 2013, https://www.youtube.com/watch?v=0DMn4PmiDeQ&t=4s).

İkinci önemli isim ise CFR Başkanı Richard N. Haass’tır. Richard Nathan Haass tarafından kaleme alınan Yeni Amerika: Dış Politika İçeride Başlar adlı eserde, 21. yüzyılın devletlerden diğer örgütlenmelere kadar bölgesel ve küresel boyutta oluşacak güç düzeninden bahsettiği görülmüştür. Haass, bu yüzyılı “kutupsuzluk yüzyılı veya çağı” olarak tanımlamaktadır. Ancak bu yüzyılın küresel liderinin ABD olacağını belirten Haass, bu çağda, ABD’nin bölgesel ve küresel zorluklara cevap verme noktasında zorlanacağını ise samimiyetle belirtmiştir. Haass tarafından ABD’nin üstünlüğü kabul edilmekle birlikte, 1980’den sonra diğer devletlerin ABD’ye benzemek adına teknolojik ve finansal dönüşümler geçekleştirdikleri de belirtilmiştir. Haass’a göre, devletler tarafından gerçekleştirilen bu atılımların iki amacı vardır: (1) dünya üzerindeki konumlarını sağlamlaştırmak ve (2) ABD’yi yavaş yavaş olsa da geriletmek. Haass, bu devletler içerisinde özellikle Çin’in 21.yüzyılda yükseliş trendini sürdüreceğini düşünerek, bu yükselişi ekonomik parametreler temelinde açıklamıştır. Ona göre, günümüzde Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına rağmen, Çin’in kişi başına düşen milli gelir (GDP per capita) noktasında ABD’yi geçmesi mümkün görünmemektedir. Ayrıca Haass tarafından Çin’in sahip olduğu askeri teknoloji bağlamında da ABD’yi geçmesinin pek de mümkün olmadığı belirtilmiştir. Ancak Haass tarafından, ABD’nin hem içeride, hem de dışarıda yenilenmesinin diğer devletlerle rekabet etme noktasında ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Ona göre, dışarıda yenilenmenin; demokrasi, insanların hayatlarını kurtarma, terörle mücadele ve bütünleşme gibi parametreler düzleminde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca Çin’in bütünleşme çabaları da hem ABD, hem de dünya için yararlıdır. Yine Haass tarafından dile getirilen görüşe göre, Çin’in bu çabalar içerisine dahil edilmesi için ise saldırgan tutumundan vazgeçmesi gerekmektedir. Haass tarafından ABD’nin iç yenilenmesinin bölgesel ve küresel rakiplerini saf dışı bırakması ve küresel liderliğini sürdürmesi adına gerekli olduğu ve bunun için de ABD’nin ekonomik ve politik araçları aktif olarak kullanması gerektiği belirtilmiştir. Bu temelde, Haass tarafından, 22 Ocak 2012 tarihinde ABD Başkanı Obama tarafından ABD’nin iç yenilenmesi vurgusu kast edilerek, ulus inşası sürecine dönüş yapması gerektiği belirtilmekle birlikte, ABD’deki bütçe açığı, enerji, eğitim, altyapı, siyaset, göç ve ekonomi gibi temeller üzerinden bu yenilenme sürecini geçekleştirmesi gerektiği belirtilmiştir. Keza, Haass tarafından ABD’de haricindeki devletlerin küresel liderlik için gerekli ön şartları sağlama noktasında yetersiz olduğu vurgulanmıştır (Haass, 2014).

Üçüncü önemli düşünür Polonya asıllı Amerikalı stratejist Zbigniew Brzezinski’dir. Birçok başka önemli eseri de olan Brzezinski’nin Tercih: Küresel Hâkimiyet mi, Küresel Liderlik mi? isimli eserinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin diğer devletlerden siyasi, ekonomik, askeri, teknolojik ve sosyokültürel boyutlarda üstün olduğunu belirtmiştir. Eserde, ayrıca, Brzezinski tarafından, son asrın güçleri İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Japonya ve Çin olarak belirtilmiştir. Ancak yine Brzezinski tarafından, bu devletlerin ABD’nin üstlenmiş olduğu küresel misyonunu yerine getirme noktasında zayıf oldukları da ifade edilmiştir. Hatta Brzezinski, bu sayılan devletlerden Çin’in ekonomisini düzeltmiş ve devlet içerisindeki iç karışıklıkları önlemiş olmasına rağmen, bölgesel güç olmaktan öteye gidemeyeceğini de yazmıştır (Brzezinski, 2005: 15-16).

Bu yazıda değineceğimiz dördüncü önemli düşünür ise, yaşayan en önemli Siyaset Bilimci kabul edilen Joseph S. Nye’dır. Joseph S. Nye’ın ABD- Çin rekabetine dair değerlendirmesinin 2012 yılında Cambridge Forumu’nda yaptığı görülmüştür. Bu forumdaki konuşmasına, Nye, tarih boyunca uluslararası alanda statüko sahibi olan devlet veya devletlerin karşısında yine başka bazı devletlerin olduğunu belirterek başlamıştır. Nye, yakın tarihten bir örnek vererek, 20. yüzyılda Almanya’nın yükselişine karşılık İngiltere’nin duymuş olduğu rahatsızlığın bir benzerini de 21. yüzyılda ABD’nin Çin’in yükselişi sonrasında yaşamakta olduğunu belirtmiştir. Nye, özellikle 2008 yılında ABD’nin yaşamış olduğu ekonomik sarsıntının aksine, Çin’in bu dönemde ekonomik anlamda yüzde 10 oranında büyüdüğünü ortaya koymuştur. Nye tarafından, Çin’in bu büyümesinin ülkede bir tür kibir duygusuna ve bu temelde saldırgan bir tutuma neden olduğu vurgulanmıştır. Yine Nye, bu durumun ABD’de dış politika karar alıcıları tarafından tepkiyle karşılandığı belirtmekle birlikte, 2008-2011 yılları arasında iki ülke arasında ilişkilerin gergin bir şekilde sürdüğünü söylemiştir. Nye, Çin’in yaşamış olduğu ekonomik ivme nedeniyle, Çinliler tarafından bu dönemde ABD’nin düşüşe geçtiği gibi yorumların yapıldığını belirtmiştir. Ancak Nye tarafından ABD’de bir düşüşün yaşandığı belirtilmiş olmasına rağmen, bu düşüşün göreceli olduğu vurgulanmış ve ABD’nin Çin’e karşı halen bazı avantajlara sahip olduğu ifade edilmiştir. Bu avantajlar ise; 1) ABD’nin ekonomi, eğitim, askeri güç ve ar-ge faaliyetleri anlamında Çin’e karşı önde olması; 2) Çin’in yükselişinin garanti olmaması; 3) Çin’in nüfusundan kaynaklanan ucuz işgücü ve verimliliğini korumak noktasında ileride sıkıntıya gireceği; 4) Çin’in sadece ekonomik parametre düzleminde ABD’yi geçebilecek olması, ve 5) Çin’in yükselişinin Rusya, Japonya, Hindistan, Güney Kore ve Avustralya gibi etrafındaki ülkelerde rahatsızlığa neden olacağı düşüncesi sayılmıştır (Nye, 2012, https://forum-network.org/lectures/joseph-nye-rise-china-american-power/). Ayrıca yine Joseph S. Nye tarafından Amerikan Yüzyılı Bitti Mi? (Is The American Century Over?) adıyla kaleme alınan eserde, Amerikan yüzyılının 19. yüzyılın sonlarına doğru başladığı ve 20. yüzyılın ortalarına doğru zirveye çıktığı belirtilmiştir. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki tane büyük güç ortaya çıkmıştır: ABD ve Sovyetler Birliği. Bu iki süpergüç, 1991 yılına kadar, yani Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar rekabet halinde olmuşlardır. Ancak Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılması sonrasında, ABD, dünyadaki yegâne süpergüç olarak kalmıştır. Yine Nye tarafından, ilerleyen zamanlarda ABD’nin karşısına belirli parametreler düzleminde başta, Rusya, Çin, Brezilya, Hindistan ve Avrupa Birliği gibi birçok rakip çıkarılmasına rağmen, bu rakipler içerisinde sadece Çin’in ekonomi, nüfus, asker sayısı vb. gibi parametreler düzleminde ABD’yi yakalayabileceği belirtilmiştir. Ancak Nye tarafından, ABD’nin küresel bir güç olarak hâkimiyetinin 30 veya 40 yıl daha süreceği de vurgulanmıştır (Nye, 2016).

Özetle, 21. yüzyılın ilk 16 yılı ABD ile Çin özelinde değerlendirildiği vakit; bu devletlerin iç ve dış politikalarında bazı önemli değişimlerin olduğu görülmüştür. Her ne kadar iki devlette de bu dönemde ithalat ve ihracat anlamında artışların yaşandığı görülmesine karşın, ABD’de yaşanan ekonomik sorunların ve savunma harcamalarının çok yükselmesinin artık devleti zor durumda bırakmaya başladığı görülmüştür. Çin ise, bu zaman diliminde yaşamış olduğu ekonomik gelişmişliği attırarak devam ettirmiş ve savunma harcamalarını da belirli oranlarda sınırlandırmayı başarmıştır. Tüm bunların yanında, ABD ile Çin arasında ithalat ve ihracat temelli ikili ilişkiler olmasının yanında, Çin’in ABD’nin dünya üzerinde hegemon olarak varlığı tehdit ettiği yukarıda isimleri verilen önemli isimlerin söylemlerinde ve eserlerinde açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Bu rekabet temelinde ise, her iki tarafın da gayesinin dünyada yegâne küresel güç olmak arzusu yatmaktadır.

ABD’nin Yeni Başkanı Donald Trump’ın Çin Politikası (2016-)

Donald J. Trump, 14 Haziran 1946 tarihinde New York’un Queen ilçesinde Alman asıllı Amerikalı bir işadamı olan Frederick ve Mary Macleod Trump çiftinin beş çocuğunun ikincisi olarak dünyaya gelmiştir. 13 yaşında lise eğitimini New York Military Academy’de (NYMA) tamamlayan Trump, bu okuldan mezun olduktan sonra Pennsylvania’daki Wharton Koleji’nde ekonomi alanında lisans eğitimi almıştır. Bu eğitim sırasında pek başarılı bir öğrenci profili çizemeyen Trump’ın, mezun olduktan sonra babasının işlerinin başına geçtiği görülmüştür. Forbes dergisinin yayınladığı ve en zengin işadamlarının yer aldığı listede 400 kişi arasında 156. sırada yer alan Trump’ın, 8 Kasım 2016’da Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’ı yenerek ABD tarihinin 45. Başkanı olarak seçildiği görülmüştür. Trump’ın, bu Başkanlık seçimleri sırasında, “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapacağız” (Make America Great Again) sloganıyla seçim kampanyasını yürüttüğü görülmüştür (Örmeci, 2017: 37-38).

Trump’ın, bu seçim sırasında ve Başkanlık yarışını kazanması sonrasında, başta ekonomi olmak üzere birçok noktada görüşlerini klasik bir politikacıdan farklı olarak açıkça belirttiği görülmüştür. Hatta 22 Ocak 2017 tarihinde Trump’ın yapmış olduğu konuşmayı irdelediğimiz vakit; ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik durumdan, ülkede kapanan fabrikalardan ve bu temelde yaşanan işsizlikten bahsettiği görülmektedir. Bunun yanında, ülkenin içerisinde bulunduğu bu kötü durumun kaynağı olan diğer devletlerden Amerika’yı korumak gerektiğinin de altı çizilmiştir. Trump, konuşmasının sonlarına doğru ise Amerika’yı yeniden zenginleştirmek için adımlar atacağının beyanatı ile konuşmasını sonlandırmıştır (Trump, 22.01.2017, https://millercenter.org/the-presidency/presidential-speeches/january-20-2017-inaugural-address). Bu adımlardan birincisi, ekonomi temelli olmuştur. Özellikle bu ekonomi temelli adımla, Trump, ABD ile Çin arasında ticaret savaşlarının yaşanmasına neden olmuştur. Bunun temelinde ise, ABD vatandaşlarının işsiz kalmaya başlaması ve bunun temelinde Çin’in olduğu düşüncesi yatmaktadır (Calmes, https://millercenter.org/president/trump/foreign-affairs). Trump’ın Çin’e karşı ticaret noktasında korumacı bir tutum sergilemesinin nedeni, “Death by China” (Çin’i Öldürmek) isimli çalışmada açıkça anlatılmaktadır. Burada, tarihsel olarak ABD’nin Çin ile karşılıklı ilişkilerinin ABD Başkanı Richard Nixon döneminde başladığı ve ABD Başkanı Bill Clinton döneminde önemli bir boyuta ulaştığının altı çizilmiştir. Bu çalışmada, Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliği ile birlikte, binlerce Amerikalı fabrikanın kapanmasına ve milyonlarca insanın işsiz kalmasına neden olduğu vurgulanmıştır. Aynı zamanda, Çin’in ekonomik anlamda yükselişinin Çin’in askeri anlamda yükselmesine de neden olduğu ifade edilmiştir. Bu çalışmada, ayrıca, Çin’in teknoloji hırsızlığı yaptığı da vurgulanmıştır (Crouching Tiger 2016, https://www.youtube.com/watch?v=mMlmjXtnIXI&t=3604s). Bu çalışmada belirtildiği gibi, Trump da Çin’in teknoloji hırsızlığına engel olmaya amacında hareket etmektedir (Ekrem ve Çelik, 22.01.2019).

Bu perspektiften bakınca, Trump’ın Çin ile bir dizi ticaret savaşlarına giriştiği görülmüştür. İlk olarak, ABD Başkanı Trump’ın Çin mallarına gümrük vergileri konulması noktasında bazı ciddi önemler aldığı görülmüştür. Örneğin, ABD, Çin’den ithal edilecek olan 818 çeşit ürüne % 25 ek gümrük vergisi koymuştur. Buna karşılık olarak, Çin de, ABD’ye tarımsal ürünler noktasında karşılık vereceğini duyurmuştur. Aynı zamanda, Çinli yetkililer tarafından Trump’ın yaptığı “zorbalık” olarak tanımlanmakla birlikte, bu durumun küresel ekonominin ABD tarafından düzene girmesinin engellenmesi olduğu vurgulanmıştır. Trump ise, Çin’in büyük tepkisine rağmen bölge bir adım atarken, Çin’in başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin teknolojilerini çalmasının ve bu teknolojiler sayesinde hem ABD pazarına, hem de dünya pazarına girmesinin önüne geçmek istemektedir (Ekrem, 2018, https://www.sde.org.tr/erkin-ekrem/genel/abd-cin-ticaret-savasi-ve-cinin-ab-plani-kose-yazisi-5761). Bu ticaret savaşlarına, ABD Başkanı Trump’ın yakın dönemlerde Çin şirketi Huawei’ye sert yaptırımlar getirmesi de başka bir örnek olarak gösterilebilir (Koyuncu, 24.05.2019, https://tr.euronews.com/2019/05/24/abd-baskani-trump-huawei-ticaret-anlasmasinin-bir-parcasi-olabilir). Tüm bunların yanında, Trump döneminde ABD’de işsizlik oranlarında azalma yaşanması da bu politikalara meşruiyet kazandırmaktadır (Pelit,01.06.2018, https://www.amerikaninsesi.com/a/abd-de-issizlik-orani-son-18-yilin-en-dusuk-seviyesinde/4419389.html). Ayrıca, Trump’ın ABD Başkanı olarak göreve başladığından günümüze kadar ABD’nin dünya ithalatı değerlerinin sürekli bir artış halinde olduğu da görülmüştür. Örneğin, ABD’nin 2018 yılındaki dünyadaki ithalat değerinin ABD doları biriminde 2.614.273.313 olduğu görülürken, yine 2018 yılında ABD ile Çin arasında yaşanan ithalat alışverişinde 5.628.515.621 seviyesinde olduğu görülmüştür (ITC, https://www.trademap.org/Country_SelProductCountry_TS.aspx?nvpm=1%7c842%7c%7c%7c%7cTOTAL%7c%7%7c2%7c1%7c1%7c1%7c2%7c1%7c2%7c1%7c1). Keza, Trump’ın ABD Başkanlığı döneminde ABD’nin dünya ihracatındaki payının da arttığı görülmüştür. Örneğin, 2018 yılında bu değerin 1.664.055.581 olduğu görülmüştür. Bunun yanında, ABD’nin ihracat yaptığı ülkeler sıralamasında üçüncü sırada yer alan Çin ile ABD’nin ihracat değerinin 2017 yılına kıyasla düşüş yaşadığı ve 120.341.426 seviyesinde değer bulduğu görülmüştür (ITC, https://www.trademap.org/Country_SelProductCountry_TS.aspx?nvpm=1%7c842%7c%7c%7c%7cTOTAL%7c%7c%7c2%7c1%7c1%7c2%7c2%7c1%7c2%7c1%7c1). Buna karşılık, Trump döneminde Çin’in hem dünya genelindeki ihracat payı, hem de özelde ABD ile yapmış olduğu ihracat değerinin arttığı görülmüştür (ITC, https://www.trademap.org/Country_SelProductCountry_TS.aspx?nvpm=1%7c156%7c%7c%7c%7cTOTAL%7c%7%7c2%7c1%7c1%7c2%7c2%7c1%7c2%7c1%7c1). Bunun yanında, yine Trump’ın ABD Başkanlığı döneminde, Çin’in ithalat değerlerinde hem dünyadaki payında, hem de özelde ABD ile yaptığı ticaret noktasında artışın yaşandığı görülmüştür (ITC, https://www.trademap.org/Country_SelProductCountry_TS.aspx?nvpm=1%7c156%7c%7c%7c%7cTOTAL%7c%7%7c2%7c1%7c1%7c1%7c2%7c1%7c2%7c1%7c1).

ABD Başkanı Donald Trump’ın asıl amacı, 2030 civarlarında dünyanın en büyük ekonomisi olma yolunda ilerleyen Çin’i yani yükselen Çin’i engellemek adına Çin ile anlaşmak ve ABD’nin bu ülkeye karşı verdiği dış ticaret açığını dengelemektir. Öyle ki, Yükselen Çin’e karşı “G2”, “ÇinAmerika” ve “sorumlu paydaş” şeklinde ABD tarafının bazı önerilerde bulunduğu görülmüştür. Bu önerinin kabul edilmediği Çin tarafından ise, “Yeni Tip Ülkeler İlişkisi” şeklinde bir öneri getirildiği görülmüştür. Bu önerinin ise ABD tarafından hem Obama döneminde, hem de Trump dönemlerinde kabul edilmediği görülmüştür (Ekrem ve Çelik, 22.01.2019).

Trump’ın dış politika vizyonuna dair ikinci önemli husus ise NATO’ya dair söylemlerinde yatmaktadır. Trump tarafından 2016 yılında ABD’de yapılan Başkanlık seçimleri sırasında, artık NATO’nun bir anlam ifade etmediğine ilişkin açıklamalarını yapıldığı görülmüştür (Sputnik Türkiye, 05.04.2016, https://tr.sputniknews.com/avrupa/201604051021962763-litvanya-trump-nato-aciklamasi-rusya/). Öyle ki, ABD Başkanı seçilmeden önce Trump’ın NATO örgütlenmesinin gereksizliğine dair vurgusu, Başkan seçilmesinde sonra da örgüt içerisinde bütçe konusunda serzenişte bulunduğu görülmüştür (Anadolu Ajansı, 22.03.2017, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/natoda-butce-catlagi/776875). Ancak, daha sonra Trump’ın NATO’nun gereksiz bir örgütlenme olmadığına dair de görüş beyan ettiği görülmüştür (BBC News, 22.07.2018, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44804504). Bunların dışında, Trump döneminde NAFTA anlaşmasının yeniden düzenlendiği de görülmüş olup, ABD’nin ekonomik menfaatinin eski anlaşmaya göre bu yeni anlaşmayla ekstra kazanç sağladığı anlaşılmaktadır (Aktan, 01.10.2018, https://tr.euronews.com/2018/10/01/yenilenen-nafta-anlasmasi-trump-in-zafer-hanesine-yazildi). ABD’nin menfaatleri temelinde Trump’ın atmış olduğu adımlardan bir diğeri de, ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesidir. Trump’ın bu kararı almasının temelinde, bu anlaşmanın ABD’nin işgücüne zarar verdiği gerekçesi yatmaktadır (BBC News, 02.06.2017, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-40129916).

Dolayısıyla, 21. yüzyılda ulus devlet egemenliğini yeniden tesis etmek isteyen Donald Trump, Meksika Duvarı gibi fantastik önerileri sınır güvenliğini korumak, ulusal çıkarlar temelinde ABD’nin dış ticaret açığı verdiği ülkelerle serbest ticareti sınırlandırmak ve uluslararası örgütlerde ABD’nin tek başına tüm yükü çekmesini önlemek gibi somut öneriler yapmaktadır. Bu öneriler, ABD’nin liberal düzenin koruyucusu olması nedeniyle tepki görmesine karşın, kısa vadede başarısız olmamış ve ABD ekonomisi daha iyi bir düzeye gelmiştir. 

Özetle, 1945 yılında Soğuk Savaş döneminde başlayan ABD-Çin ilişkilerinde inişli-çıkışlı sürecinin günümüze kadar devam ettiği görülmektedir. Özellikle 21. yüzyılda, ABD-Çin arasındaki rekabetin ekonomik parametreler temelinde devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu devletlerin hem iç, hem de dış politikalarını dizayn etme stratejileri küresel anlamda bu iki devlet arasında rekabetin oluşmasına neden olmuştur. Özellikle 1945 yılında ABD öncülüğünde kurulan ve 1990’larda da yaygınlaşan küreselleşme ile birlikte devletlerin egemenlik güçlerinin diğer devletler tarafından bazı temeller zarfından zedelenmesinin ABD Başkanı Trump tarafından 2016 yılında hem seçim kampanyası sırasında, hem de Başkan olmasından sonra Trump’ın dünya genelinde ve Çin özelinde yapılan mücadele ile gözler önüne serildiği görülmüştür.

Sonuç

Bir devletin oluşmasının temeli olan egemenlik kavramın güç temelli vurgusu üzerinden bazı düşünürlerin görüşleri içerisinde vurguladığı görülmüştür. Bu tarz bir vurgunun ortaya çıkmasının temelinde ise egemenliğin tarihsel sürecinde ele alındığı üzere Roma İmparatorluğu döneminde başlayan ve 1648 yılına kadar modern anlamda devletin ortaya çıkış sürecine kadarki dönem aralığındaki feodal sistem içerisindeki hâkimiyet mücadelesi yatmaktadır. Bu hâkimiyet mücadelesinde galip ayrılan kralların egemen kudreti üzerinden yükselen devletin ya da modern devletin ilerleyen dönemlerde bazı düşünürlerin ortaya atmış olduğu insan dair vurguları nazından ortaya koymuş oldukları görüşler, olaylar, küreselleşme ve uluslararası örgütler temelinde kudretlerinin sınırlandırıldıkları veya bazı sınırlamalara maruz kaldıkları görülmüştür.

1945 yılında sonra dünyanın süper güçlerinde birisi olan ABD’nin Soğuk Savaş dönemi boyunca Çin ile ilişki çıkışlı bir karşılık ilişki kuruduğu görülmüştür. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise ABD’nin 1991-2000 yılları arasında ABD Başkanları düzleminde küresel liderlik adımları atılırken, bu dönemde de Çin’in politika değişikliği yapmak suretiyle uluslararası sistemin içerisinde yer almaya çalıştığı görülmüştür. Bu dönemde, Çin, barış içinde bir arada yaşama felsefesi temelinde politika izlemiştir. Ayrıca, bu dönemde, ABD ile Çin arasında daha öncesinde 1972 yılında kurulan ilişki sürecinin hızlandığı, hatta 21. yüzyılda daha da arttığı görülmüştür.

21. yüzyılda ise ABD’nin yeni Başkanı G.W. Bush, bir yandan ülkenin içinde bulunduğu kötü durum ile mücadele edilmeye çalışırken, bir yandan da küresel anlamda rakip olarak Çin’in görüldüğü görülmüştür. ABD’nin küresel liderliği sağlama noktasında 2001 yılında yaşanan terör eylemleri yüzünden başta Afganistan ve Irak olmak üzere dünyanın çeşitli bölgeleri askeri müdahalede bulunması dünyadaki enerji merkezleri sahip olma noktasında avantaj olarak görülürken, Çin gibi büyük devletlere de komşu olmasına neden olmuştur. Sonraki ABD Başkanı Obama tarafından ABD’nin ülke içerisinde yaşamış olduğu sorunların çözümünün yanında dış politikada Asya’dan daha fazla pay elde etmek adına hareket edildiği görülmüştür. Bu iki Başkan döneminde de ABD’nin dünya genelinde hem ithalat, hem de ihracat değerleri noktasında artışların yaşandığı görülmüştür. Keza bu iki değerler üzerinde yaşanan artışın Çin ile ilişkilerde de arttığı görülmüştür. Çin özelinde ise, 2000-2016 yılları arasında Çin’in ekonomik ve ülke refahı noktasında yükselişte olduğu görülmüştür; öyle ki, bu dönem aralığında da Çin’in ithalat ve ihracat değerleri noktasında hem dünyadaki payı, hem de ABD ile olan ticaretinin arttığı görülmüştür.

Ayrıca, 2000-2016 yılları arasında ABD ile Çin arasında yaşanan rekabetin bazı önemli isimler tarafından ele alındığı görülmüştür. Bu önemli isimler, ekonomik anlamda Çin’in 30 veya 40 yıl sonra ABD’yi geçebileceğine dair vurguları ifade etmiş olasına rağmen, bu durumun ABD’nin sahip olduğu küresel liderliği devam ettirme noktasında hala eğitim, alt yapı, teknoloji ve askeri güç vb. bazı avantajlara sahip olduğu belirtilmiştir.

2016 yılından sonra ise ABD’nin yeni Başkanı Trump’ın ABD’nin yeniden büyük olması veya ABD devletin ulusal çıkarları noktasında düzeltilmesi adına bazı faaliyetlerde bulunduğu görülmüştür. Bunlardan bir tanesi ise ABD’nin Çin ile girişmiş olduğu ticaret savaşlarıdır. Bunun temelini, 2001 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliği ile birlikte küreselleşme çağında ekonomik anlamda Çin’in başta ABD olmak üzere çeşitli bölgelere yayıldığı görülmüştür. Öyle ki, bu temelde, ABD ülkesinin içerisinde bulunduğu ekonomik ve çevresel sorunların temelinde Çin olduğu vurgusu temelinde “Çin’i öldürmek” videosunda görüldüğü üzere 2001 yılından sonra ABD içerisinde yaşanan kötü durumun nedenin Çin yayılması olduğu vurgulanmıştır ve Trump da yükselen Çin’in önüne geçilmesi noktasında bir nevi Çin’e karşı savaş gerçekleştirdiği görülmüştür. Bunun yanında, ABD’nin bazı örgütlenmelerin yeniden düzenlenmesi ve ABD’yi ekonomik anlamda sıkıntıya sokan anlaşmadan Paris İklim Anlaşması gibi çekilerek veya revize ulusal çıkarına uygun avantajlar elde etmeye çalıştığı görülmüştür. Bu dönemde de, ABD ile Çin arasında hem ithalat hem de ihracat temelinde ekonomik faaliyetlerin artığı görülmüştür. Sonuç olarak, ABD ile Çin arasında yaşanan bu rekabetin küresel lider ve küresel lider olmak isteyen arasındaki mücadele şeklinde görülebilir.

Serdar ÇUKUR

Kaynakça

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.