Son dönemde en çok üzerinde durulan ve anlamlandırılmaya çalışılan hususlardan biri de Türk Dış Politikası’nın değişen karakteridir. Türkiye, Soğuk Savaş’ın sistemsel-ideolojik ön kabulleri ve güvenlik odaklı doğası nedeniyle uzun yıllar boyunca tek boyutlu bir dış politika paradigmasına sarıldığı ve genel itibarıyla bulunduğu coğrafyadan soyutlandığı için, bugün gelinen noktada izlenmeye çalışılan ve zaman-mekan uyumuna büyük bir önem atfeden dinamik dış politika anlayışı bir türlü içselleştirilememekte ve Türkiye’nin ekseninin kaydığına ilişkin tartışmalar medyanın geneline hakim olmaktadır. Halbuki Türk entelijansiyası ve kamuoyunun artık anlaması gereken en önemli nokta, Soğuk Savaş mantığının sona ermiş olduğu ve küreselleşen dünyanın artık farklı değerler ve politikalar ekseninde ele alınması gerektiğidir.
Türkiye’nin bugün itibarıyla izlediği dış politika, Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasına değin geçen dönemde izlenen dış politika yaklaşımına çok benzemektedir. Zira Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi ile birlikte yakın çevresine olan ilgisinin kaybolduğunu belirten görüşler oldukça ideolojiktir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Eğer böyle bir durum yaşanmış olsaydı, Türkiye’nin Balkan ve Ortadoğu ülkeleri ile olan erken dönem ilişkilerini ve 1930’lu yıllarda imzalanan Balkan Antantı ve Sadabad Paktı’nı nasıl anlamlandıracaktık? Zira her iki mutabakat metninde de, Türkiye’nin bugün izlediği dış politika doğrultusunda üzerinde durduğu temel ilkelerin altı çizilmekte ve işbirliği ortamının yapılandırılabilmesi için neler yapılması gerektiği ele alınmaktadır. Her iki antlaşma da II. Dünya Savaşı’nın öncesine denk gelen bir dönemde imzalandığı ve bölgesel güvenlik ekseninde ele alındığı için konjonktürel manada izlenen dış politika yaklaşımı ile uyumlaştırılamamaktadır. Unutulmamalıdır ki, Yunan lider Venizelos’un Türkiye ziyareti ve Mustafa Kemal Atatürk ile olan dostluğu ile Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye ziyareti de Cumhuriyetin ilk yıllarına rastlamaktadır. Yani Türkiye, Batı yönlü bir dış politika çizgisine eklemlenmiş olsa da, yakın çevresine olan ilgisini azaltmış ve kendisini bu coğrafyadan soyutlamış değildir. Türkiye’nin kendisini yakın çevresinden soyutlamasını ve her şeyiyle ABD ve Avrupa’ya eklemlenmesini beraberinde getiren en temel dönüm noktası Soğuk Savaş dönemi ve NATO üyeliğinin arkasından gerçekleşmiştir. 1945 sonrası dönemde Türkiye’nin, sistemik gereksinimler ve gerçekler üzerinden de ifadesini bulan, tek boyutlu ve asimetrik bir dış politika çizgisine savrulduğunu ve askeri-siyasal güvenlik merkezli işleyen bu dış politika anlayışının 2000’li yıllar ile birlikte değişmeye başladığını söyleyebiliriz. İşte, bugün itibarıyla sorun yaratan en önemli mesele bu değişim olmaktadır. Zira güncel manada Türkiye’ye yön veren medya unsurları, akademisyenler ve yazarların düşünce yapıları Soğuk Savaş dönemine has Avro-Atlantik merkezli tek boyutlu dış politika ortamı ekseninde şekillendiği için, çok boyutlu bir görünüm arz etmeye başlayan Türk Dış Politikası’nın mevcut yapısı ve evrimi Türkiye’ye yön vermesi gereken bu aktörler tarafından gereğince anlaşılamamakta ve ne yazık ki Türk entelijansiyası politikayı uygulayacak olan aktörlerin, yani hükümet unsurlarının gerisinden gelmektedir. Aslında, aynı durumun Türkiye’yi dışarıdan izleyen ya da Türkiye’nin geleneksel dış politika ortakları bağlamında da yaşandığı söylenebilir. İsrail’in Türkiye’ye karşı olan mevcut tutumu ile AB’nin lider ülkeleri Almanya ve Fransa’nın Türkiye’ye karşı ne türlü bir politika izleyeceklerine bir türlü karar verememeleri de bu durumun bir göstergesidir. Aynı şekilde, uluslararası medya bağlamında Türkiye’nin gidişatı ve Türk Dış Politikası’nın değişimine ilişkin makalelerin ve haberlerin sayısının gün geçtikçe artıyor oluşu da artan kafa karışıklığının bir göstergesidir.
Türkiye, mevcut şartlar itibarıyla doğru ve olması gereken bir dış politika izlemektedir. Bugün itibarıyla Türkiye’nin Avro-Atlantik Dünyası ile Soğuk Savaş döneminden beridir sahip olduğu özel bağların ortadan kalktığına ilişkin hiçbir emare yoktur. Türkiye, NATO üyeliğini sürdürmekte ve bu örgütün üstlendiği görevler ekseninde sorumluluğunu gereğince yerine getirmekte, 2005 yılından bu yana da AB ile üyelik müzakereleri yürütmektedir. En büyük eleştiri, Türkiye’nin AB üyeliği noktasında ileri bir adım atamamasına ilişkin olarak belirmektedir. Ancak Türk hükümetinin bu noktada yapabileceği fazla bir şey kalmamıştır. Zira AB üyelerinin kendi aralarında yaşadıkları problemler, ekonomik kriz ve Türk kimliğinin Avrupalı olup olmadığına dair asırlardır süregelen sosyo-kültürel boyutlu tartışma, Türkiye ile ulusal çıkar odaklı çatışma yaşayan AB üyelerinin dış politika anlayışları ile de birleşerek, Türkiye’nin AB üyeliği yolunda ilerlemesine engel olmaktadır. Mevcut Türk hükümetinin AB üyeliği ekseninde ödün vermek istemediği hususlara göz gezdirdiğimizde, bu meselelerin Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana süregelen ve tüm Türk hükümetlerinin tavizsiz bir tutum sergilediği ulusal çıkarlara ve kimliğe eklemlenmiş hususlar olduğunu görürüz.
Son dönemde Türk Dış Politikası’na ilişkin en önemli eleştirilerden biri de Ortadoğu meselelerine fazla angaje olunduğu hususudur. Evet, bugün itibarıyla Türkiye’nin Ortadoğu meselelerine fazlaca angaje olduğu ve özellikle Suriye meselesini kendi iç işi gibi görmeye başladığı doğrudur. Ancak bu durum, Türkiye’nin izlediği dış politika doğrultusunda anlamlandırılabilir. Zira yeni Türk Dış Politikası, Türkiye’nin sahip olduğu “yumuşak gücü” komşu coğrafyalara yansıtabilmeyi ve bu doğrultuda halkların gönlünü kazanabilmeyi bir kriter olarak belirlemiştir. Genel olarak Arap Baharı ve özel olarak da Suriye bağlamında Türkiye’nin izlediği dış politikaya göz gezdirirsek, Türkiye kendi halkının önemli bir bölümünü karşısına alan ve onlara zulmeden bir yönetime karşı ayaklanan Suriye halkına destek olarak ahlaki bir duruş sergilemekte ve kurgulamış olduğu yeni dış politika paradigmasının merkezinde olan “halk” vurgusuna değer atfettiğini göstermektedir. Zaten Tunus, Mısır ve Libya merkezli değişimlerde de Türkiye’nin istikrarlı bir duruş sergilediğini ve otoriter yönetimlerin yanında değil halkın yanında durduğunu görüyoruz. Türkiye’nin, Suriye Krizi’nde büyük çaplı sorunlar ile karşı karşıya kalmasına ve dış politika olanaklarının tıkanmasına neden olan en önemli husus, uluslararası sistemin yapısına ilişkin Avro-Atlantik dünyası ile Rusya ve Çin arasındaki çatışmanın Suriye ekseninde tırmanmaya geçmiş olmasıdır. Yani ABD’nin hegemonyacı sistem anlayışı ile Rusya ve Çin’in çok boyutluluk bağlamında ortaya konan sistem vurgusu, Suriye özelinde bir çatışmaya dönüşmüştür. Bu çatışma, ulusal kapasitelerin ve genel itibarıyla “sert güç unsurlarının” da kullanıldığı bir küresel mesele haline geldiği için, sahip olduğu ulusal kapasitenin sınırlı oluşunu da hesaba katarak “yumuşak güç” merkezli bir dış politika izleyen Türkiye’yi zor duruma düşürmüştür.
Türkiye’nin Ortadoğu’ya bu kadar angaje olmasının en önemli nedenlerinden biri Arap Baharı’ysa, diğeri de bölgede ortaya çıkan güç boşluğudur. Zira Türkiye’ye komşu coğrafyalara göz gezdirdiğimizde; Kafkaslar’da Rusya’nın, Balkanlar’da AB’nin ve Orta Asya-Hazar Bölgesi’nde de Rusya, Çin ve ABD’nin etkin birer aktör olduklarını görüyoruz. Yani Türkiye’nin bu bölgeler ekseninde belli bir noktaya kadar etkili olabileceğini ve konjonktürel anlamda Türkiye’nin bu noktaya yaklaştığını görüyoruz. Ortadoğu ise, tüm küresel aktörlerin gözünü çevirdiği bir bölge olmasına karşın, Türkiye gibi bölgesel aktörlerin de etkili olabilecekleri bir görünüme sahiptir. Üstelik Türkiye’nin tarihsel bir manada bir ortaklık içerisinde olduğu Avro-Atlantik Dünyası’nın mevcut çıkarları da Türkiye’nin Ortadoğu eksenindeki siyasal-ekonomik etkinliğinin bir destekçisi haline gelmiştir. Türkiye, bu noktada tarihsel müttefikleri ile aynı paydada buluşmakta ve eksen kayması tartışmalarının anlamsızlığını bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Türkiye, uluslararası sistem eksenli değişimlerin de etkisiyle dış politika paradigmasını çok boyutluluk ekseninde yeniden kurgulamış ve modern uluslararası ilişkilerin gerektirdiği siyasal esnekliği de içselleştirmiştir. Çok boyutlu bir dış politika izleyebilmek için öncelikli olarak yakın çevre üzerinde etkin bir aktör haline gelinmesi gerekmektedir ve Türkiye, şu an için, bu konu üzerinde durmaktadır. Türkiye’nin yakın çevresi bağlamında kazanacağı etkinlik, ülkenin ulusal imkanlarını arttıracağı ve uluslararası sistem bağlamındaki rolünü farklılaştıracağı için, gerek sosyo-ekonomik gelişimine gerekse de AB üyeliği hayaline olumlu anlamda yansıyacaktır.
Göktürk TÜYSÜZOĞLU